Uzun yıllardır heykel, resim, enstalasyon ve çizim gibi farklı mecralarda eserler üretiyorsunuz. Sanatla ilişkiniz ne zaman başladı?
Kendimi sanatçı olarak tanımladığımda iki veya üç yaşındaydım. Tüm zamanını yalnız başına geçiren bir çocuktum. Mutfağın köşesinde bir ‘oyun odam’ vardı, ben bu odayı stüdyom olarak düşünürdüm. Diğer çocukların çizdiği cıvıl cıvıl renkli resimlerden yaptığımı pek anımsamıyorum. Daha çok görmeyi, bakmayı, objeleri incelemeyi severdim. Bir de makas ile kesim yapmayı. Bunu hâlâ çok seviyorum. Önce bir canlıyı hayal eder, sonra hayalimdeki şekli kalem kullanmadan fon kağıtlarını keserek oluştururdum. Kağıtları keserek bir canlı yarattığımda ona özgürlüğünü kazandırdığımı ve bu canlıyı hayatın içine saldığımı düşünürdüm.
Benim için kesmek demek, çizmek demek. Makas ile bir şeyi kesmek özgül ağırlığı olan bir eylem, kendi kendine yeten bir ifade biçimi. Hâlen bir materyali kesmem gerektiginde -bu keçe veyahut kağıt olabilir- makas kullanıyorum. Keçe kesimi çok zor olan bir malzeme. Aslında keçeyi maket bıçağı ile kesmek daha kolay, ama maket bıçağındansa makas kullanarak o zor kıvrımları kesmeye çalışmak daha iddialı ve anlamlı bir uğraş gibi geliyor bana.
Gertrude Stein’in yazılarının sizi çok etkilediğini biliyorum. Başka ilham aldığınız sanatçılar kimler?
Evet, Gertrude Stein’i çok seviyorum. Onun yazılarını okuduğum zaman dünyada her şeyin olması gerektiği gibi olduğu hissine kapılıyorum. Philip Guston, Agnes Martin, Barnett Newman’i bana ilham veren sanatçılar arasında sayabilirim. Yves Klein’i da... Bir de Rothko, Giacometti, Kore seramikleri, antik çağlarda mağaralarda insanların yapmış olduğu duvar resimleri…
İşlerinizde kesme, çizme, karalama, silme, geri yapıştırma, bir şeyleri parçalayıp sonra farklı bir şekilde birleştirme eylemlerini gözlemlemek mümkün. Bu eylemlerin çıkış noktası nedir?
Devinim! Hareket halinde olmayı çok seviyorum. Çizim veya kesim yaparken vücudumun hareketlerini takip ederek eser üzerinde yaptığım herhangi bir değişikliğin anlamlı veya doğru olup olmadığını o an vücudumdaki hareketin tasvirinden anlayabiliyorum. Bazen herhangi bir lekenin veya çizginin istediğim şekilde olduğunu anlamam için gözlerimin açık olması bile gerekmiyor. Bir önceki sorduğunuz soru ile bağlamam gerekirse, benim için hâlâ çok önemli olan sanatçılardan biri de Clyfford Still. Clyfford Still’in ögrencilerinden biri benim de öğretmenimdi ve tüm hayatım boyunca unutamadığım bir sözü oldu “Kendi içinde önemi olan tek şey leke ve o lekenin oluşmasını sağlayan özden gelen devinimdir’.
Dil, ses ve harf kullanımı işlerinizde çok görülen öğelerden. Dilimizin kolay dönmediği, telaffuzu zor olan harfler, mesela ‘ff’’ ve ‘rr’ veyahut sıcak/soğuk imgelerini akla getiren ‘brr’ gibi imgeleri bolca kullanıyorsunuz, bu imgeler artık işlerinizin olmazsa olmazları arasında mı?
Öyle diyebiliriz. Harflerin işlerime girişi esrarengiz bir şekilde oldu. Geri dönüp baktığımda eski işlerimde bu ifade biçiminin (ses ve harf kullanımı) ufak izlerini görebiliyorum. Ama işlerimde aslî yerlerini bulmaları zaman aldı. Gertrude Stein’in yazılarından hoşlanmamın bir nedeni de onun yazılarındaki sese dair duyumsallık hissi. Stein’in yazılarını okuyan bir kişi bir kelimeyi telaffuz etmenin nasıl bir eylem olduğunu tam manasında deneyimleyebiliyor. Okur, dilinin kelimeyi söylemeye çalışırkenki hareketini, kelimenin ağızda şekillenmesini, dişlerimizin arasındaki hava ile telaffuz arasındaki ilişkiyi sorgulayabiliyor. Bu arayış bana çok manalı geliyor. Ben kelimeleri ve sesleri çok seviyorum. Hayvanlara ve yaratıklara ait sesleri de çok seviyorum. Bir de ses çıkarma denilen kavramın canlıya ait olma durumu var. Ve canlıya ait olan her şey gibi, sese de, duygu, algı ve sezginin dışa yansıması olduğu için özel bir yakınlık duyuyorum.
İşlerinizde harfleri telaffuz etme eyleminin insan üstündeki fiziksel ve hissi etkisi kendini hissettiriyor.
Evet, harfler de dahil olmak üzere işlerimdeki şekiller bir piktogram gibi. Aslında tüm hayatım boyunca ses, harf, şekil, leke ve diğer tüm öğelerle kendi dilimi yaratmaya çalıştım. Bir de ses konusuna değinmişken şunu belirtmeden geçemeyeceğim, işlerimde sıkça kullandığım bir materyal olan keçe aslında bir ‘susturucu’, yani sesi bastıran bir malzeme. Bu bir çelişki. Hem sesin varlığını istiyorum hem de sesi bastırmak istiyorum. Belki kendi içimdeki bazı şeyleri duyabilmem icin diğer şeyleri susturmam gerekiyor. Kim bilir...
Bu sergi kağıt üstüne guaj boyalı işlerden, keçe duvar parçalarından ve Why Winter adlı kitabınızdan oluşuyor. Serginin ortaya çıkış fikrini açıklarken modernizmin artık çökmüş olduğu klişesini irdelediğinizi yazmışsınız. Masaccio’nun Cennet Bahçesinden Kovulma[1] adlı eserini referans gösterip Adem ile Havva cennet bahçesinden kovulduğundan beri insanın içselleştirdiği ‘yenilgi’, ‘kovulmuşluk’ kavramlarının aslen kendi içimizdeki yaratıcılığı tetikleyen ve özünde heyecan ve istek dolu bir devinim olup olmadığını merak ettiğinizi yazmışsınız.
Daha bu sabah düşünüyordum bu konuyu. Bir esere başlamadan o eser bittiğinde ‘şu veya bu şekilde olmasını isterim’ gibi bir öngörü içindeysem ve eser bittiğinde ilk öngörüm gerçekleşmişse, ben başarısız oldum demektir. Eğer kendi öngörümü gerçekleştiremeden ortaya bambaşka bir eser çıktıysa, o zaman yepyeni bir şey keşfettim ve bu anlamda başarılı oldum demektir. Kaos yaratıp bunun içinden çıkabilmenin yolunu bulmayı seviyorum. Kaos yenilgi midir, yoksa savaşıp içinden çıkmak için kendime sunduğum bir fırsat mıdır? Hep bu çizgide kalmaya çalışıyorum. Yarattığım her şeyin yenilgisi, kendisi dışında başka bir şey olamamasının gerçekliği.
Keçe kendi formunu korumak isteyen bir malzeme, siz ise ona yaptığınız modifikasyonlar ile formunu değiştiriyorsunuz. Bu mücadele işlerinizin doğasında köklü bir direnç hissini öne çıkarıyor. Keçeyi materyal olarak seçmenizin sebebi bu mu?
Benim için öyle. Keçeyle çalışan diğer sanatçılar için farklı olabilir tabii. Ama ben en baştan keçeyi olmak istemediği bir forma sokmak adına yola çıktım. Benim ona yaptığım hiçbir şeyi sevmiyor keçenin doğası. Ama aslında hissiyatım ona yaptığım hiçbir şeyin yeni olmadığı yönünde. Sanki bir şeyi değiştiriyor gibi değil de, ezelden beri varolmuş bir yönünü meydana çıkarıyorum gibi, yani üstündeki örtüyü kaldırıyorum. Belki de keşfettiğim şeyler keşfedilmek üzere hep oradalardı, kimbilir. Aynı anda hem yepyeni hem de ezeli bir eylem, ne kadar güzel!
Bu bizi ‘zaman’ kavramına getiriyor, bir şey ezelden beri var ise ve ortaya çıkısı bir yeniden keşfedilme anına denk geliyor ise yeni eserler ve eski eserler arasındaki farkı nasıl görmeliyiz?
Tam da bu yüzden eski dönemlere ait primitif eserlere bakmaktan çok haz alıyorum. Ben bu eserlere modern sanata baktığım gibi, modern sanattan hiçbir farkları olmadığını düşünerek bakıyorum. Yüzyıllar önce yaşamış bir insan ile insani bir bağ kurabilmek, onun işine kendini yakın hissedebilmek ne kadar da şahane bir histir. Onun güdüsü ile benim güdüm aynı. Bu zamanın kısalması ve birbirimizden uzak olduğumuz yanılgısının ortadan kalkması demek. Zaman ve mekân birbirinden ayrılmaz olduğundan ve bu konuya da değinmişken şunu belirtmemin yararı var, ben 40 yaşıma kadar sadece iki boyutlu olarak görebiliyordum. Üç boyutlu görebilmeyi kırklarımdan sonra ögrendim. Artık gözlerim farklı egzersizler sonrası üç boyutlu görmeye alıştı fakat beynim hâlâ her şeyi iki boyutlu olarak kategorilemeye alışık. Durum biraz karışık yani. Herkesin görebildiği şekilde üç boyutlu görmeyi seviyorum ve de işlerimde de buna göre çizdiğim formlara nefes alabilecekleri alanlar yaratmak istiyorum, ama yapımdan dolayı iki boyutlu düşünme ve üç boyutlu yaratma arasındaki gerilim de işlerimin vazgeçilmez bir parçası.
Son olarak, işlerinizde günlük hayatta karşınıza çıkan fındık, yer fıstığı, dondurma çubuğu gibi objeleri de kullanıyorsunuz. Bu objeleri kullanmaya nasıl karar veriyorsunuz?
Aslında fotoğraf ve fotoğrafçı arasındaki bir ilişkiye benziyor. İyi bir fotoğraf hem çeken kişi ile hem de çekmek istediği şeyle alakalıdır ama yüzde yüz biri ya da ötekisiyle ilişkilendirilemez. Bu da öyle bir durum. Yere atılmış dondurma çubuklarını toplamaya ve işlerimde kullanmaya başladığımda, her gördügüm çubuğun benim onu yerden almamı istediğini hissediyordum. Onları görmezden gelmemin imkânı yoktu. Bazen bana aidiyet hissi veren objeleri uzun seneler saklıyorum ve zamanı geldiğinde işlerimde kullanıyorum. Böylece o objeleri ilk bulduğum zamanki hissettiğim esrarengiz çekim hissi anlam kazanmış oluyor. Demekki ilk karşılaştığımız zaman onları işlerimde kullanmamın daha vakti gelmemişti ama yıllar sonra tam zamanı! [2]
[1] Masaccio, “Expulsion from Paradise”
[2] Sanatçı hakkında daha fazla bilgi için. http://cyrillamozenter.com/