Kitapları çevirirken bir yandan da 20. yüzyılın ve İngiliz edebiyatının bu özgün yazarının hayatının ayrıntılarını, yazarlığını besleyen durumları, olayları, düşünceleri merak ediyor, araştırıyordum. Onu intihara sürükleyen nedenleri bilmek istiyordum. Bir yazarın birden fazla yapıtını çeviriyorsam onu yakından tanımak isterim. Tanıyayım ki daha doğru yorumlayayım yazdıklarını. Bu kez de öyle oldu, çeviriye ara verip Woolf’un hayatına daldım. İlknur Özdemir yazdı…
Virginia Woolf ile yıllar önce Mrs. Dalloway’i okuyarak tanıştım. İlk okuduğumda çarpmıştı bu roman beni, hâlâ da öyledir; yirminci yüzyılın en önemli romanlarından sayılan ve bilinç akışı yönteminin çarpıcı örneklerinden birini oluşturan bu roman bence yazarın yapıtları arasında başköşeyi alır. Kitabı bitirdikten hemen sonra başa dönüp bir kez daha okuduğumu, ölüm ve yaşam, sevgi, intihar ve akıl sağlığı konusunda uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum. Çevremdeki insanlara daha farklı bir gözle bakmaya başladığımı da, çünkü bu kitap bana insana dair o güne kadar düşünmediğim şeyleri göstermişti. Arkasından Kendine Ait Bir Oda’yı okudum, sonra da en zor ama en çarpıcı romanı olduğunu düşündüğüm Dalgalar’ı. Dalgalar, okuması da çevirmesi de zor bir kitap olarak kalmış belleğimde.
Yıllar sonra Mrs.Dalloway’i çevirmem gündeme gelince önce ürktüm. Tomris Uyar gibi bir kalem ustasının çevirdiği bir kitabı yeniden çevirmek bana tuhaf gelmişti. Öte yandan onun çevirisinin üzerinden 40 yıl geçmişti, farklı bir anlayışla yaklaşacağımı biliyordum. Bu kitabı çevirmek istememin bir başka nedeni de vardı. 2000 yılında Michael Cunningham’ın yazdığı Saatler adlı romanı çevirmiştim. Saatler,
Mrs Dalloway üzerine kurulmuş, oradaki karakterlerle ve olaylarla dokunmuş bir romandı ve ben de çok severek çevirmiş, hatta Dünya Kitap’ın Çeviri Ödülü’nü almıştım. O sırada Mrs Dalloway’i tekrar okumuştum. Dolayısıyla önüme bu kitabı çevirme fırsatı çıkınca tereddütlerimi bir kenara bıraktım ve işe koyuldum; sonuçta çekincem boşa çıktı, benim çevirimle Tomris Uyar’ın çevirisi benzeşmiyordu, yaklaşımlarımız farklıydı. Mrs Dalloway’i Kendine Ait Bir Oda,
Dışa Yolculuk, Dalgalar ve Orlando izledi. Her kitabında farklı bir dünyayla karşılaştım, farklı bir üslupla, insana dair farklı yaklaşımlarla.
Kitapları çevirirken bir yandan da 20. yüzyılın ve İngiliz edebiyatının bu özgün yazarının hayatının ayrıntılarını, yazarlığını besleyen durumları, olayları, düşünceleri merak ediyor, araştırıyordum. Onu intihara sürükleyen nedenleri bilmek istiyordum. Bir yazarın birden fazla yapıtını çeviriyorsam onu yakından tanımak isterim. Tanıyayım ki daha doğru yorumlayayım yazdıklarını. Bu kez de öyle oldu, çeviriye ara verip Woolf’un hayatına daldım.
Adeline Virginia Stephen, ya da bildiğimiz adıyla Virginia Woolf, 25 Ocak 1882’de Londra’da dünyaya geldi. 28 Mart 1941’de, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün hızıyla sürdüğü günlerde, Sussex’teki evinin yakınındaki Ouse Nehri’ne gitti, ceplerine taş doldurduktan sonra kendini sulara bıraktı, ilkgençlik yıllarında başlayan ve ‘manik depresif’ olarak adlandırılan hastalıkla yoğrulan yaşamına son verdi.
Edebiyatla uğraşan babası Leslie Stephen de annesi Julia da daha önce birer kere evlenmişler, bu evlilikten ikişer çocukları olmuştu. Dolayısıyla Virginia kalabalık bir aileye doğdu. Ana-baba bir, üç kardeşi daha vardı: Vanessa, Thoby ve Adrian. 1895 yılında, 13 yaşındayken annesini kaybetti ve yaşamının sonuna kadar kendisini rahat bırakmayacak ruhsal çöküntülerin ilkini o zaman yaşadı.
Virginia erken yaşlardan itibaren yazar olmaya karar vermişti. Ama okula gönderilmedi, evde özel öğretmenlerden ders aldı. Bu eksikliğin acısını daha sonra Kendine Ait Bir Oda’da uzun uzun anlatacak ve bu konuda babasını kınayacaktı. Babasının 1904 yılındaki ölümüyle Virginia tekrar ruhsal çöküntüye düştü.
Virginia oldukça geleneksel bir yapıya ve içeriğe sahip olan ilk romanı Dışa Yolculuk’u yazmaya 1908’de başlamıştı. Bu roman, ancak 1915’te yayımlanabildi. Dışa Yolculuk’ta, sonraki yapıtlarında işlediği konuların izleri görülür, kadın-erkek eşitsizliği, toplum eleştirisi, kadının toplumdaki kısıtlı ve eve dönük rolü, daha bu ilk kitapta açıkça vurgulanır. Bu romanda aynı zamanda cinsellik, insan ruhunun irdelenmesi, İngiliz toplumunun ve hiyerarşisinin eleştirisi gibi sonradan hep işleyeceği konuların tohumları da atılmıştır. İkinci romanı Gece ve Gündüz, ilkinden de gelenekseldi. Yine Edward dönemi toplumunu, toplumsal sınıfları, aşkı, evliliği, duygu ve arzuların kararsızlığını işleyen temalar bu uzun romanda yer aldı. Oysa Woolf sonraları, ‘kadınların kitapları erkeklerinkinden daha kısa, daha yoğun olmalıdır’ da diyecekti.
Virginia Woolf, hem günün kalıplaşmış roman anlayışına hem de el atılmamış, tabu sayılan konulara yer vermesiyle de döneminin yazarları ve düşünürleri arasında farklı bir yere oturmaktadır. Yaşadığı dönemde, akıl ve ruh sağlığı açıkça konuşulmaz, anlayışla yaklaşılmaz, edebiyata girmezdi. Woolf, bu tür hastalara toplumun anlayış göstermemesine çok öfkeliydi. Özellikle Mrs. Dalloway’de Virginia Woolf akıl hastalığını ve hasta-doktor ilişkisi hakkındaki düşüncelerine yer vermiştir. Yazarın yeğeni Quentin Bell’in hazırladığı biyografide, Virginia Woolf’ ruhsal çöküntüsü bütün ayrıntılarıyla anlatılır. Woolf’taki bütün bu belirtilerin Mrs. Dalloway’deki Septimus karakterine yansıtıldığını görürüz. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra, evinde vereceği bir partiye hazırlanan Clarissa Dalloway’in bir gününü anlatan ve zamanda geriye ve ileriye gidişlerle işlenen romandaki Septimus gibi Woolf da hayaller görür, sesler duyardı; Mrs. Dalloway’i kullanan yazar, romanın sonunda Septimus’un intihar etmesini anlayışla, neredeyse sempatiyle karşılar.
İkinci ruhsal çöküntüsünün sonunda ilk intihar girişimini görüyoruz. Kliniğe yatırılır. Sevdiği ağabeyi Thoby tifodan ölünce Virginia yine depresyona girer; Thoby’ye daha sonra Jacob’ın Odası’ndaki Jacob’da ve Dalgalar’daki Percival’de hayat vermiştir. Aslında Woolf, hastalığı olan sağlıklı bir kadındı. Onun deliliğini körükleyen insanın yaşamında değişiklik yapan olaylardı, örneğin aile bireylerinin ölümü, evliliği ya da bir romanının yayımlanması.
Mrs Dalloway’in ardından, kadınların edebiyat dünyasındaki mücadelelerini işleyen ve değişim isteyen bir konferansının yer aldığı kitabı Kendine Ait Bir Oda geldi. Woolf kadın yazarlara edebiyat dünyasında bir ses ve yer sağlamak istiyordu. Bugün bile feminist manifesto özelliğini koruyan bu çalışma Woolf’un kurmaca dışı en tanınmış yapıtıdır.
1928’de yayımladığı Orlando, Virginia Woolf’un hayatında önemli yeri olan Vita Sackville-West’in portresini sunarken gülünçlü bir biyografi olarak çıkar karşımıza. Ve Woolf’un en eğlenceli romanıdır. Çevirirken zaman zaman güldüğüm, bu kadarı da olmaz dediğim oldu. Romanın bir kısmının Osmanlı topraklarında geçmesi de okuru bekleyen sürprizlerden biri.
Bütün bunları yaratan nasıl bir yazardır dediğimizde, manik depresif, diğer adıyla bipolar bozukluğun etkisinde bir insan diyebiliyoruz; bu hastalık zaman zaman Woolf’un uzun süreli krizlere girmesine yol açıyordu, toplum hayatından çekiliyor, ne okurken ne de yazarken dikkatini toplayamadığı için üzülüyordu. Tedavi için kliniğe yatıyordu; ‘deli’yim diyor, sesler duyuyor, hayaller görüyordu. Yapıtlarında zaman zaman yer alan intiharı ise korkaklık ve günah saymıyordu. Depresyonda olmadığı zamanlarda saatlerce çalışıyordu. Bütün bunların yanında Woolf çok da neşeli, esprili biriydi. Mutlu bir doğası vardı, neşesi bulaşıcıydı, herkes onunla olmak isterdi, o geliyor diye sevinirdi. Hem eğlendirir hem eğlenirdi. Ama Kendine Ait bir Oda’da dediği gibi ‘dünyanın az sonra kaybolacak güzelliğinin iki ucu olduğu zamandı, biri kahkaha, biri ıstırap, insanın yüreğini ikiye bölen.’