"Harese nedir, bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz… Ortadoğu’nun âdeti budur, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur."
Zülfü Livaneli'nin sevda ile acının iç içe geçtiği bir Ortadoğu hikâyesini anlattığı Huzursuzluk romanı üzerine bir yazı.
Harese nedir, sorusunun cevabını vererek başlıyor kitabına Zülfü Livaneli. İnsanlığın doğuşundan beri bu dünyanın gördüğü en büyük savaşları çıkaran, toplumları bir kıtadan diğerine sürükleyen, içinin ateşini dizginleyemeyen insan ırkının en gözü dönüş düşmanı “hırs” kelimesinin anlamını sorgulayan bir hikâye var karşımızda. Tarım devriminin gerçekleştiği ilk çağlardan sonra bir türlü iflah olmayan biz insanlar, kendi küçük kurtuluş savaşımızın farklı cephelerinde de çoğu zaman bu hırs ve ihtiras sebebiyle yenik düşüyoruz. Her yenilgide daha da büyük bir hırsla ayağa kalkıp, sonra tekrar düşüp mücadeleye devam ediyoruz. Üstelik yaralarımıza ve akan kanın kirine, üstümüzün başımızın tozuna bakmadan devam ediyoruz. Çünkü sahip olduğumuz hırs, bazen bizi aynaya bakmaktan bile alıkoyabiliyor. Aynı kendi kanının tadından sarhoş olan çöl develeri gibi…
Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız, sarı-kızıl topraklarında doğmuş, Mardin’in abbaraları altında büyümüş ve sonradan eğitim almak için gittiği İstanbul’a yerleşip büyük şehir insanı olmuş İbrahim’in ağzından dinliyoruz bu hikâyeyi. İbrahim, çalıştığı gazetenin sıradan bir günkü yazı işleri toplantısında üçüncü sayfa haberleri arasında Mardin’deki çocukluk arkadaşının ölüm haberini görür. Aynı sıralarda oturduğu, aynı sokaklarda oturduğu Hüseyin, Amerika’da Müslüman ve Türk karşıtı faşizan bir grup tarafından öldürülmüştür. Hüseyin’in hikâyesini ve bu olayın perde arkasını çok merak eden İbrahim, yıllar sonra memleketi Mardin’e çocukluk arkadaşının izini sürmeye gider. Mardin’e vardıktan sonra sırasıyla ortak arkadaşlarını, Hüseyin’in ailesini ve eski nişanlısını, şehrin büyüklerini ve hocalarını ziyaret edip, kapı kapı gezen İbrahim sonunda kendini sınırdaki mülteci kamplarında bulur. Ancak onu orada çok daha karmaşık ve gizemli bir hikâye beklemektedir.
Çocukluğundan beri ilme, irfana, doğruya, ahlaka ve dine çok bağlı olan Hüseyin içindeki “mazluma, muhtaca yardım etme” isteğini dindirememiş ve sağlık görevlisi olarak kendini kamplardaki mültecilere yardım eden doktorların arasında bulmuştur. Yüzyılın en cefalı yolculuklarından birini yaşayıp sağ kalmış olanlara derman olmaya çalışırken, kendine dermansız bir dert edinen Hüseyin bu uğurda bütün hayatını feda etmiştir. O kamplarda gözünü bir yabancı sevda bürümüş ve sadece beşeri aşkla değil, küçüklüğünden beri inandığı ilahi aşka değecek kadar derin ve sancılı bir aşka düşmüştür. Bütün Mardin’i, ailesini ve dostlarını karşısında alan Hüseyin, Ezidi kızı Meleknaz için canını tehlikeye atmıştır.
Roman, Zülfü Livaneli’nin çok yönlü kalemiyle birden fazla konuya aynı anda değiniyor. Bir yanda hayatını bıçak sırtına almış Hüseyin, bir yanda Sincar Dağı’nı aşıp IŞİD’in elinden kurtulmayı başarmış; ancak yıllarca köle olarak satın alınmış ve ruhu, bedeni örselenmiş bir kadın olan Meleknaz, öte yanda ise büyük şehrin açgözlülüğünde sadece günlük hayatı değil ruhu ve kalbi de yozlaşmış, metalaşmış Hüseyin… Aslında temelde hepsinin içindeki acı ve harese aynı; “insan olabilme arzusu ve çabası”. Merhamet, zulmün merhemi olamaz, diyor Livaneli; merhamet derdin dermanı, yitirilenlerin telafisi olamaz. Belki de anlamakta en zorlandığımız ve hatasına düştüğümüz duygu bu; “merhamet”. Kendi penceremizden bakarak başkasına el uzatırken ve çoğu zaman kendi penceremizin kırıklarını görmeden bir başkasının hayatına müdahil olmayı marifet sanıyoruz. Dökülen cam kırıklarını ve açılan yaraları görmeyi ihmal edebiliyoruz… Tarih boyu süregelen bir takım yanlışlıkları aydınlatmayı da ihmal etmeyen Livaneli, Ezidi’lerin çektiği acıları aktarırken onların insanlığın kırık dalı oluşunu ve yorgun yüzlerini de anlatıyor. Şeytan addedilen bu insanların masumiyetini ve bilinmeyen inançlarını ortaya koyarken asıl şeytanın onları bu şekilde yaftalayan yobazlar olduğunun da altını çiziyor edebi bir üslupla. Gelenekleri, hikâyeleri ve kelamları yeryüzündeki tek kuru yaprak gibi kalmış olan tarihin en eski dinine mensup bu insanlar, bir dramın şahidi değil de o dramın kendisi gibi dikiliyor karşımıza.
Savaşın korkunç yüzünü görmüş tüm halklar gibi onlar da acıma ve merhamet duygusu yerine anlaşılmaya ve insani muameleye ihtiyaç duyarken, İbrahim gibi olan bizlerse bu kırık dalın insanları karşısında savaşın seyredenleri olarak insanlığımızı bir kez daha sorguluyoruz. “Huzursuzluk”, içimizdeki yetinmezliğin ve eksikliğin yarattığı huzursuzluğu da, bunu doldurma çabasının ve insan olmanın onurunun yarattığı huzuru da çok güzel anlatıyor. Son olarak Zülfü Livaneli’nin de hikâyesinde yer verdiği, Mevlana’nın bir deyişiyle bitirmek istiyorum yazımı; “Bir yer var, iyiliğin ve kötülüğün ötesinde, seninle orada buluşacağız.” Belki hepimiz bir gün, “o” yere varma lütfuna erişebiliriz.
Görsel: Sooraj Seshan