Nermin Mollaoğlu, Türk edebiyatının nevi şahsına münhasır kahramanlarından. Yazar yahut roman kahramanı değil ama Kalem Ajans’ı kurduğu günden bu yana, Türkçeden 46 farklı dile, 1500’ün üzerinde çeviri hakkı vermiş, edebiyatımızın başka dillerde yeniden can bulması için çalışan bir telif hakları canavarı. Diğer bir deyişle edebiyat ajansı.
Kendisiyle mesleğini ve edebiyatımızın dünya dillerindeki yolculuğunu konu alan bir röportaj yapmak üzere kolları sıvadık. Ne var ki insanın arkadaşıyla röportaj yapmasının hiç de kolay olmadığını kısa sürede anladık. Açıkçası başlangıçta ciddiyetle konuşmayı denedik ama beceremeyince, şakacıktan ciddileşemeyecek kadar ciddi insanlar olduğumuzdan, kendi aramızda her zaman nasıl sohbet ediyorsak yine öyle yapmakta karar kıldık. Velhasıl ortaya röportajdan ziyade boks maçına benzeyen bu sohbet çıktı. Madonna konserine ambulansla giden hemşirelerden Türk edebiyatının dünya raflarındaki yerine, Çin’in edebiyat politikalarından Türkiyeli yazar dedikodularına kadar pek çok mühim mevzuyu ringe taşıdığımız maçımızın adını da sevgili Haydar Ergülen koydu: “Nermin Nermin’e Karşı”.
Doğumhanede ebeydin sen, bildiğin bebek doğurtuyordun. Hastane doğumhanesinden çıkıp Türkçe edebiyatın yabancı dillerde yeniden doğmasına yardım eden başka türlü bir ebeye dönüşmen nasıl oldu?
Ahh en sevdiğim sorudur bu... Bir davette tanıştığım modacı da, dünyanın en önemli üniversitelerinde akademisyen olan da, telif hakları ajansı sahibi olmadan önce, şimdi sürekli kitap tutan parmaklarımla bir zamanlar cılız ağlamalarıyla dünyaya ilk selamlarını veren bebekleri tuttuğumu öğrendiklerinde, heyecanlanır, şaşırır ve bunu hiç unutmazlar.
Çoğu işçi sınıfı ailenin çocuğu gibi, devlet parasız okul sınavına ve meslek lisesi sınavlarına girmiş; Şişli Etfal Hastanesi Ebe-Hemşirelik ve Beyazıt Meslek Lisesi Kütüphanecilik bölümlerini kazanmıştım. Benim gönlüm kütüphaneci olmaktan yanaydı ama bu olasılık evde hiç konuşulmadı bile. Bunu sadece geçmişte böyleydi demek için söylüyorum. Hiç pişman değilim. İyi ki de böyle olmuş. Sağlık eğitimi bana çok şey kattı. Ama hayatıma yeni girenler bir zamanlar hemşire, ebe olduğuma o kadar şaşırırlar ki daha sonra aldığım eğitimleri unutma eğilimi gösterirler hep. 1993 haziranında Şişli'den mezun olduktan sonra çalışmadığım bir hafta bile yok hayatımda. Dönemin en önemli özel hastanesi Vatan'da çalıştım. Geçenlerde hayatıma yeni giren, beni gerçekten tanımak isteyen çok özel birine anlatmıştım, şimdi aklıma geldi birden, Vatan Hastanesi'nden iki özel anım var. Müslüm Gürses bir hafta hastanede yatmıştı. Onun hemşiresi olmuştum. Şimdi Kalem Ajans'ta gururla temsil ettiğimiz Hakan Günday onun hayatının anlatıldığı senaryoyu yazdı ve gelecek yıl çekilecek. Yine Vatan Hastanesi'ndeyken efsanevi Ahmet San organizasyonlarına ambulans hizmeti veriyorduk. 1993'teki Madonna konserini ben Vatan Hastanesi ambulans hemşiresi olarak dinlemiştim
Madonna’ya nasıl geldik acaba? Daha ilk soruda her şeyin birbirine bağlandığı bir roman kurgusuna döndü hikâyen. Mesleki deformasyon! Ayrıca sorumu klişe buldun ama hastaneden nasıl çıktığını öğrenemedik daha.
Dur, oraya da geliyorum. Kıbrıs'ta Lefke Avrupa Üniversitesi'nde bir yıl okudum. Edirne'de Trakya Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünden de 2000'de mezun oldum. Edirne'de yaşadığım beş yıl boyunca Trakya Üniversitesi Hastanesi'nde süpervizör hemşire olarak çalıştım. Hayatımın en yoğun dönemiydi. Yemek yemeği unuttuğum günleri tebessümle hatırlıyorum. Hâlâ yalnız olduğumda yemek yemeği unuturum, özellikle fuar dönemlerinde. Yemek benim için paylaşmak demek, paylaşmadığım zaman kapsülde de besinleri alabilirim.
Tebrikler, konuyu dağıtmakta üstüne yok.
Kızma kızma, dönüyorum konuya. İngiltere'de yüksek lisans yapmak istiyordum. Her zaman hayatıma yön veren soruları en güzel şekilde, en doğru zamanda soran babam, “Nermin kızım neden Amerika'ya gitmiyorsun?” dediği için Connecticut Eyalet Üniversitesi'nde yüksek lisans yaptım ama bir sürü alakasız ders de almıştım. O zamanki maymun iştahım sayesinde farklı disiplinlerde öğrendiklerim çok işime yarıyor.
O kadar çok şey sığdırmışsın ki hayatına, hastaneden çıktık ama matbaaya henüz giremedik. Peki birbiriyle ilgisiz görünen bu disiplinlerin bir araya gelip seni kitapların dünyasına yönlendirdiği nokta neresi?
Şimdi giriyoruz. İstanbul Üniversitesi çeviri yüksek lisansına gönüllü öğrenci olarak devam ettim. Oradaki hocalarım Elif Daldeniz ve Sakine Eruz referansı ile Yapı Kredi Yayınları'nda çalışmaya başladım. Türkiye'de sadece telif hakları koordinasyonu yapmak için işe alınan ilk kişi oldum. Enis Batur ve Serhat Baysan'ın pazarın gelişmesi yönündeki öngörülerini takdir etmek lazım burada.
YKY'de çalışırken Bilgi Üniversitesi'de Ekonomi Hukuku alanında yüksek lisans yaptım. Belki üşendiğim için, belki de eğitim sonlarında verilen belgeleri önemsemediğimden hâlâ gidip diplomamı almadım ama çok iyi bir programdı, bana çok şey kattı. Çalıştığım alanda teorik ve pratik arasındaki köprüyü sağlamlaştırdı içimde. Yaptığım işi çok önemsediğim, A'dan Z'ye içimde yaşattığım ve yaşadığım için bu yüksek lisansı yapmak istemiştim.
Bütün bunlardan sonra da Kalem Ajans’ı kurdun. O sırada Türkçe edebiyatın yurt dışındaki vaziyeti ne durumdaydı?
YKY'de üç yıl çalıştım ve o dönem içinde sadece bir kitabın telifi için yurt dışına satış sözleşmemiz olmuştu. Türkçeden o dönemler sadece Orhan Pamuk, Yaşar Kemal düzenli çevriliyordu. Nazım Hikmet ve Aziz Nesin'n eski çevirileri kitapçılarda nadir bulunuyordu. Elif Şafak'ın yıldızı henüz bu kadar parlak değildi. Ben Türk edebiyatının tanınmasının miladını 2005 yılı olarak almayı seviyorum.
Neden? Oysa âdettendir, genelde Nobel’le başlatılır bizde o milat.
Çünkü 2005’te dominonun taşları bir bir yıkılmaya, güzel bir resim ortaya çıkmaya başladı. Evet, bazıları 2006'da Orhan Pamuk'a verilen Nobel'i milat alıyorlar ama bunu tek neden-sonuç bağlantısı olarak gösterenlere katılmıyorum. Son 20, 30 yılın Nobel verilen ülke edebiyatlarını incelediğinizde, eğer o ülke yayıncılar birliği, edebiyat ajansları, kültür bakanlığı ve ona bağlı birimlerinin çeviriyi destekleme kurumları birlikte ve ayrı ayrı çalışmıyorsa, kısa vadede Nobel’in ihtişamı sönüyor ve o ülke dünya yayıncılarının düşünsel haritasından siliniyor. Mesela Çin'i örnek alalım. Senin dünya edebiyatı okumalarına hayranım. Fakat bana Mo Yan'dan sonra dünya çeviri piyasasına girmiş üç yazar ismi söyleyebiliyor musun?
Sana telaffuzu zor isimler sayıp artistlik yapacaktım ama... Sonradan rezil rüsva olmayayım diye çevrildikleri tarihlere şöyle bir bakıyorum da şimdi, evet çoğunun çevrilmesinin Nobel’le pek de bağı yok gibi. Tabii malum Çin devleti yazara bir sürü ekonomik destek veriyor ama karşılığında da ciddi bir denetim ve sansür var. Dolayısıyla yurt dışı ilişkileri pek kolay kurulamıyor. Onun da etkisi vardır herhalde ama sonuçta Mo Yan sanıldığı kadar büyük kapılar açmamış gibi görünüyor. Çinli yazarlardan çok çevrilip, çok satanlar genelde yurt dışında yaşayıp devletle arası iyi olmayan muhalifler. Peki bizde kimler? Dünya yayıncıları Türkiyeli yazarın nasıl olanını seviyor?
Şu dönem dünya yayıncıları Türkiyeli yazarın sadece politik olanını ve bunu bariz şekilde vurgulayanı seviyor. Bundan çok da mutlu değilim. Elbette "hayat politik" ve edebiyat hayattan daha büyük, daha güçlü olduğuna göre, politikadan uzakta düşünülemez. Fakat bağırmadan, siyahlara, matemlere bulanmadan bunu yapabilsek, öyle bir dünya kurabilsek ne güzel olurdu. Politikacılarımızın biyografilerinde "en son şu şu romanları okumuştur" yazması senin hoşuna gitmez miydi? Politikacının üç çocuk babası olması mı bize daha çok şey söyler, çocuklarına okuduğu favori kitaplarının isimlerini bilmemiz mi?
Politikacılar roman okusa fark ederdik herhalde. Politikacılar roman okumayınca romancılar politika yazmak durumunda kalıyor sanki. Daha doğrusu yayıncılar bunu mu bekliyor?
Şu an Türkiye'nin yabancı dilde kafalardaki ismi "Korku Cumhuriyeti". Bunu anlamak, öğrenmek isteyen yayıncılarla çevrili etrafımız.
Ama bu, dünyanın gözünde bizim edebiyatımızı çok sınırlayan, alanlara hapseden bir durum. Edebiyat festivaline gidiyorsun, iki edebiyat sorusuna karşı on politika sorusu geliyor. Bir yere kadar normal, bir yerden sonra normal değil. Acıklı bir durum.
Senin bu işlere başladığın yıllara dönersek, edebiyat ajanı oldum dediğinde, dedektif filan sanan oluyor muydu seni? Zira on sene evvel böyle bir meslek yoktu hayatımızda. Daha doğrusu bu kadar yaygın olarak bilinmiyordu.
Evet, yapığımız iş yayıncılık profesyonelleri arasında bile pek bilinmiyordu. İlk başta ben de çok çekindim. Hastaneleri olan beni çok iyi tanıyan doktor bir arkadaşıma bunu anlattığımda, “Tereddüt bile etme Nermin, tam senlik bir iş bu” demişti. Zevk için de iş için de kitap okuyorum, insanların hikayelerini dinleyip, hayatlarına dokunuyorum, onları mutlu etmek için uğraşıyorum, böylece kendimi de mutlu ediyorum...
Peki o zamandan bu zamana neler yaptın?
Türkçeden 46 farklı dile 1500’ün üstünde çeviri hakkı satmışız. Birçok çevirmene yayıncılık alanına girmesi ve daha çok çeviri yapması, telif geliri kazanması için yardım etmişiz. Dünya edebiyatını Türkiye'de tanıtmak için tüm ekibimle gönülden çalışmışız.
41 yaşındayım. Maslow teorisini biliyorsundur. Ben bugüne kadar olan hayatımı ondan feyiz alarak dörde ayırıyorum. İlk on yıl nefes aldım, ikinci on yıl vücudum için kavga ettim, okumayı öğrendim, üçüncü on yıl bir yerlere ait olmak için eğitim aldım, dördüncü on yıl ait olduğum ülke edebiyatını dünyaya tanıtmak, bir parçası olduğum, ekmeğini yediğim, maaş verdiğim sektörümün gelişmesi için mücadele ettim. Maslow'da 5 kategori vardır. Önümüzdeki on yıl için dileğim kırmızı aşkın mutluluğu. Kırmızı, çünkü hayatı kırmızı besler. Edebiyat kırmızı bir aşktır.
Hah, kırmızıyla bir alıp veremediğin olduğuna emindim zaten. Yurt dışı fuarlarında verdiğin partilerdeki kırmızı giyme kuralının esbabı mucibesini hep merak etmişimdir. Bu sene Franfurt’ta büyük bir parti var gene, kırmızılı geçecek anlaşılan, ha?
Evet, Nermincim. Türkiye'nin Londra Kitap Fuarı'nda onur konuğu olduğu yıl 300 kişiden fazla yayıncılık profesyonelinin katıldığı bir parti organize etmiştik. Öyle bedava içki, yiyecek falan değil, yanlış anlaşılmasın; sadece güzel bir davetiye tasarlamıştık. Londra metrosu ile bizim Tünel'in tarihinin ortaklığını anlatmıştık davetiyede. Şimdilerde Türkiye'de daha çok Han Kang'ın Vejeteryan romanına ödül veren Man Booker'ın juri başkanlığı ile tanınan Indipendent Gazetesi’nin efsanevi kültür sanat editörü Boyd Tonkin, ilk İTEF'i düzenlediğimizde İstanbul'a gelmişti. Dönüşte gazetesinde bizim için "In some parts of the globe, agenting can be not just a dealing but a healing art" diye yazmıştı. (Dünyanın bazı yerlerinde ajanslık sadece ticaret yapma sanatı olamaz, şifa verme, iyileştirme sanatıdır.)
İşte bizde dünyanın bu "yalnız ve güzel" ve maalesef korkulu ülkesinde, yüzümüzde gülümsemeyle son hız çalışıp, bize hemen paracıklar kazandırmasa da, Türkiye'nin dünya yayıncılık haritasında rengini belirleyecek işlere zaman, emek ve para harcıyoruz. Boyd, Londra'daki partimize gelmişti ve çıkarken “6 yıl önce bir kez gittiğim Meksika'da tanıştığım yayıncıyla da, mesleğimin ilk yıllarından beri takip ettiğim Rus editörle de, İngiliz yayıncı dostlarımla da senin partinde karşılaştım Nermin” demişti. Bu sözü duymak onlarca kırmızı elbiseye bedel. Londra partimizde sadece ekip olarak biz kırmızı giymiştik. Bu yıl onuncu yılımızı Frankfurt'ta kutlayalım ve herkesten kırmızı giymesini rica edelim istedik. Tepkiler şahane! Bu arada eklemem lazım, Frankfurt fuarının partileri çok önemlidir, çok önemli bağlantılar kurulur. Büyük yayıncılık pazarlarının yayıncıları akşam onlarca parti düzenler. Türkiye'den ilk defa böyle bir parti olacağı için heyecanlandılar. Katılımcılara en sevdiğimiz Türkçe kelimenin telif satışı yaptığımız onlarca dildeki çevirilerinin bulunduğu rozetler tasarladık. Partimize gelenler dünyanın değişik köşelerindeki evlerine giderken Türkçeden bir kelime götürecekler göğüslerinde...
Neymiş o kelime?
Telif haklarını almasında aracı olduğumuz, Türkçeden çeviri haklarını sattığımız farklı dillerde, kırmızı harflerle yazılmış KALEM kelimesi.
Nermin sen de gel, partimize tüm yazarlarımız gelsin...
Dur bakalım, o gece ansızın gelebilirim. Bu arada bahsettiğin o Londra’daki partide vardım ben de, büyükelçilikteki davetten kaçıp gelmiştim hatta. Sizinki kesinlikle daha kalabalık ve daha kırmızıydı! Yalnız sen bu parti işini epey ciddiye alıyorsun Nermin, İTEF partileri de meşhur. Neden Türk edebiyatını dansa kaldırıp duruyorsun?
Aslında kırmızı elbisem üzerimde, sevdiğim tek bir kişi ile boğazdan guruba bakıp, sakin sakin viski içmeyi ve edebiyat konuşmayı tercih ederim ama toplanmanın, bir salonda aynı havayı solumanın, aynı işi yapan insanların birbirini tanımasının çok fark yarattığını gördüm.
Partiler güzel de asıl festivali konuşalım. Şuncacık bebeydi, büyüdü, kocaman oldu değil mi? Kaç yaşına girecek bu sene sizin çocuk?
İTEF’i 2009 yılında yapmaya başladık. Şu an dünyanın önemli, yaygın şekilde bilinen uluslararası edebiyat festivallerinden biri olmuş durumda. Gelecek yıl yapıp yapmayacağımız konusunda endişeliyim ama.
Nasıl yani? Yapılmama ihtimali mi var?
Sponsorluk de, maddi destek de, el vermek de, yardım etmek de ama İTEF'in devam etmesi için bir yerlerden güneş ışığının gelmesi gerekiyor... İTEF, 2009 yılından bu yana İstanbul’da ve Anadolu’nun pek çok şehrinde, 48 ülkeden 467 yazarı ve 32 ülkeden 124 edebiyat profesyonelini Türk edebiyatıyla, ülkemiz edebiyatçıları ve yayıncılarıyla buluşturdu. Bugüne kadar İTEF'i birlikte başlattığımız Mehmet Demirtaş koordinasyonunda yapıyorduk ama onun artık müzik organizasyon çalışmalarına odaklanmasından dolayı bu işi Kalem ekip olarak yapacağız. İTEF'i yapmaya devam etmek istiyoruz. Bu yıl biraz formatımızı değiştireceğiz. Daha fazla desteğe, öneriye ihtiyacımız var. Sen İTEF'e yazar olarak da dinleyici olarak da katıldın. Senin dilinde İTEF ne demek?
Okur olarak çok merak ettiğim yazarlarla tanışma, söyleşilerini dinleme şansı buldum İTEF sayesinde. Yazar olarak cevaplamam gerekirse, yer aldığım uluslararası projelerin çoğu İTEF bağlantılıdır. Yayıncılar açısından da bambaşka anlamları var tabii festivalin. Türk edebiyatı yabancı yayıncılarla, yabancı yayınlar Türk yayıncılarla tanışıyor festival boyunca. Çeviriler biraz da orada kurulan profesyonel ilişkiler sayesinde gerçekleşiyor. Yani festivalin, kültürel, ekonomik pek çok boyutu var. Hele bu aşamaya gelip dünyada kendine yer edinmişken, yapılamaması büyük kayıp olur. Kültür sanat organizasyonlarının ardı ardına iptal edildiği, hızla çoraklaştığımız bir dönemden geçtiğimizi de düşününce...
Festivalin devam edebilmesi için ne yapmak lazım?
Milli piyango bileti almamız lazım... Desteğin milli, bizden, Türkiye'den olması gerekiyor. Türkiye Avrupa Birliği ile kültür sanat anlaşmasını son yıllarda imzalamadığı için AB fonlarından faydalanamıyoruz. Piyangosu da bir yerden gelmesi gerekiyor. İlk sponsorumuzu nasıl bulduğumuzu hatırladım. Hare likörlerinin başında o zamanlar Çiçekten Becel vardı. Kendisini tanımıyordum. Hare markasını tanıtmak adına "Hareketli Kitaplar" projesi başlatmış. Yazarlarımıza vermemiz için ofisimize örnekler göndermişlerdi. İçine de info@ ile başlayan genel bir şirket e-maili olan kartvizitini koymuşlar. Likör markası tanıtımı için böyle bir proje yapan yönetici ve onun reklam işlerini yapan şirkettekilerin mutlaka iyi edebiyat okuru olacağını düşündüm. O akşam geç bir saatte Çiçekten Hanım’a "Edebiyatın gücü adına desteğinizi rica ediyorum" diye biten bir e-mail gönderdim. Ertesi sabah sekreteri 9:15'te arayıp, görüşmeye çağırdı ve ne kadar harcama yapmanız gerekiyor diye sordu. 70 yabancı konuğumuz vardı. Onları İstanbul'a getirip, akşamları karınlarını doyurup, İstanbul'dan ayrılırken güzel anılarla gitmelerini sağlarsanız benim için yeterli olur demiştim. İTEF'i para kazanma adına yapmadığımı anladığı için elinden gelen tüm desteği verdi ve İTEF her zaman kendisini şükranla anacak. Çiçekten Hanım sonra yurt dışına taşındı, görevinden ayrıldı.
Tamamdır ajan, mesaj alındı. Öyleyse acilen yeni Çiçekten Hanımlar bekleniyor. Beyler de başvurabilir sanırım. Enseyi karartmayalım, bence önümüzdeki Mayıs İTEF’te olacağız. Buraya yazıyorum, baharda gösteririm sana, bak demiştim diye. Bak demiştim deyince aklıma geldi, senin böyle tuhaf öngörülerin vardır ve hep tutar. Ama kibar kadınsındır, ben demiştim demezsin. Açıkçası ben bu öngörülerin altıncı histen ziyade sektörün bütün sırlarını bilmenden kaynaklandığını düşünüyorum. Yani Türk edebiyatının bütün dedikoduları sende. Ama ketumsundur, sorsam söylemezsin şimdi. Şansımı genellemelere sığınarak deneyeceğim. Dünyanın her yerinden yazarla çalışıyorsun. Kıyasladığında, Türkiyeli yazarların en fena, en katlanılmaz özelliği ne?
Ben yazarın her dikenine batırırım ellerimi, yeter ki onlar gül vermeye devam etsinler. Ama katlanamadığım, içimden onlara karşı gri, kahverengi cümleler kurduğum yazarlar, hiç kitap okumayanlar.
Hiç kitap okumayan yazar, absürd roman adı gibi oldu biraz.
Şaşırdın değil mi, nasıl olur da bir yazar kitap okumaz... Okumayanlar var ve bunu övünerek anlatanlar da var. Hemen bakıver bir gazete kitap ekinden yazarların öneri listelerine. Oğuz Atay'dan, Vladimir Nabokov'dan, Kafka'dan yıkılıyor ortalık. Ama sor Oğuz Atay'ı en son ne zaman eline aldın, kahramanın ismi nedir, söyleyemeyenler çok çıkacaktır. Bayılıyorum Nabokov sendromuna da. Lolita'dan başka bir kitap ismini söyleyemez ama en sevdiği yazar Nabokov'dur nedense. Elif Şafak, Orhan Pamuk en gıcık oldukları yazarlardır bazısının. Bunu gerçekten samimiyetle anlıyorum. Peki bu dünyanın en çok ismini bildiği iki yazarımızın okumadığın yeni romanları için neden atıp tutuyorsun, işte bunu anlamıyorum. Aynı çağda, aynı topraklarda yıldızlardan kelimeler çalıp, güneşte kuruttuğun yazarların kitaplarını nasıl insan merak etmez gerçekten anlamakta zorlanıyorum. En sevdiğim başka bir iki yüzlülük de ben Türkleri okuyamıyorum, yabancı edebiyatı takip ediyorum. Ah canım ne yabancısın dünyama. Bunu bana söyleyenle hemen yabancılaşma hissi doğuyor içimde. Devam etmemi istersen genelde yazar olsun olmasın, teşekkür etmeyi bilmeyen insanlardan hiç hoşlanmıyorum. Ekibime kötü davranan, sadece patron sevenler de yine gri, kahverengiler benim için.
Bu tam "bir sor bin ah işit" oldu. Muhtemelen okuyan herkesin katılacağı ve hiç kimsenin üstüne alınmayacağı bu samimi cevap için teşekkür ederim. Bu arada yıldızlardan kelimeler çalmak, güneşte kurutmak filan... Söyleşinin başından beri her şeyi hikâyelendirdin durdun zaten. Yoksa sen de mi roman yazacaksın Nermin? Ya da ileride anılarını yazıp hepimizin ipliğini pazara çıkarmazsın değil mi?
İçimde portakal çiçeği kokulu bir bahar hissediyorum. Sanırım bu yüzden gevezeliğim. Önümüz sonbahar, Frankfurt kitap fuarı var. Yazarlarımızın romanlarını dünya pazarına çıkaracağım. Benim içimdeki kelimeler anca bana böyle tatlı tatlı sorular soranlarla konuşurken çıkıyor. Uzun e-mailler yazmam, günlük not bile tutmam. Sen yaz, sizler yazın ben okuyayım hep...
Peki madem, esrik, kekremsi gibi kelimeleri cümle içinde kullanmaya başlamadan bitirelim öyleyse söyleşimizi. Seninle söyleşmek bir keyifti. Frankfurt için şimdiden başarılar. Ayrıca Mayıs’ta İTEF’te görüşürüz. Bak, buraya yazıyorum...