Çok ödüllü bir ‘şair’im! Bununla övünecek değilim. Bilineni söylemek ya da durum tesbiti yapmak için yazıyorum bunu. 10 yıl kadar önce bir yakın Anadolu şehrindeki şiir toplantısında, şairleri sunan evsahibi eleştirmen arkadaşımız, benden önce sahneye çağırdığı şairleri ‘Türk şiirinin usta şairi’, ‘şiirimize yeni bir soluk getiren şair’, ‘Türk şiir tarihindeki yerini şimdiden almış bir şair’ diye tanıtıyordu. Sıra bana gelince de ‘bol ödüllü ve popüler bir şair’ deyince hayli bozuldum, ama hissettirmemeye çalışarak çıkıp konuşmamı yaptım. Tabii bu niteleme aklımdan çıkmadı çıkmasına da sonra da ödül almaya devam ettim, bilinen pek çok şiir ödülünün sahibi oldum, yetmedi hemen bütün şiir jürilerinde yer aldım. Artık şiir ödülü almayacağımı 3 yıl önce, Metin Altıok Şiir Ödülünü aldığımda söyledim, o kararım geçerlidir, fakat şiir jürilerinde yer almaya devam ediyorum. Selçuk Altun yıllar önce, doğal olarak dalga geçen eleştirel bir üslupla, aralarında benim de bulunduğum kimi adların kaç jüride birden yer aldıklarını araştırıp yazmıştı.
İdeolojiik olarak ödüllere karşı olup olmamak bir yana, galiba temayülden çok bir mizaç meselesi bu. Hem ödüllendirilmek hem de ödül vermek için sanırım gayet uygun bir tipim, yapım ve karakterim var. Nasıl mı, hemen söyleyeyim. Bir defa terazi burcuyum, hemen işi sulandırdığımı düşünmeyin, burcumun gereği olarak dengeci, uyumlu ve uzlaşmacı bir ruha sahibim. Kimseyi kırmak istemem, kimsenin de beni kırmasını istemem, ama kırmaktansa kırılmayı tercih ederim. Bana ödül verildiğinde bu çok tartışılmaz, çok sorgulanmaz, yani öyle aşırı, aykırı, ‘marjinal’ biri de değilim. Bildiğiniz üzere, Sosyalist olmakla birlikte İslami çevrelerle ve şairleriyle de aram iyidir, daha doğrusu, şiirde böyle bir ayrım yapmamaya çalışırım. O yüzden adımın çevresinde bir gürültü kopmaz, şaşırtıcı da olmaz, hatta tam tersine alışıldık, sıradan bir şey bile sayılabilir bu. ‘Konvansiyonel’ diyelim, sanırım böyle deniliyor bu tür durumlara. Diyeceğim benim ödül almam öyle çok önemli bir şey sayılmaz, Necatigil’in “Bazı şiirler bekler bazı yaşları” dizesi, bir başka söylenişiyle benim durumuma da tercüman olabilir: “Bazı ödüller bekler bazı yaşları”. Bazen
bazı yaşları, bazı isimleri bekler bazı ödüller. Olağanüstü bir şiir yazmak gerekmez, ortalamanın biraz üstünde bir şiir yazıyorsanız, bazen ortalama bir şiir bile yeter, eh adınız ortalardaysa, sebat edip şiir yazmayı sürdürüyorsanız, adınız ‘şair’e çıkmışsa yani, nasıl olsa sizin de ödül sıranız gelecektir. Benim yaşım da geldi, sıram da geldi, ve hayli ödül aldım, geçti. Gösteri Dergisi ikincilik ödülü, Halil Kocagöz, Behçet Necatigil, Cahit Külebi Özel, Akdeniz Altın Portakal, Cemal Süreya ve Metin Altıok şiir ödüllerini aldım. Bir de itiraf: Katılıp da alamadığım bir de ödül var ama, o şiir değil deneme ödülü. 2007’di sanırım, Memet Fuat Ödülleri kapsamında verilen Deneme Ödülüne Düzyazı:Yüzyazı kitabımla katılmıştım, o yıl ödülü Oğuz Demiralp’in kitabına verdiler, adını unuttum.Bir daha da katılmadım, daha da katılmam! Çünkü o jüriye hayli bozulduğumu söylemeliyim ödülü benim kitabıma vermedikleri için!
Ödül: yaman çelişki!
...Yani ödül geçicidir! Geçer! Fakat bazılarının ödül karşıtlığı o hale geldi ki hemen her yazılarında başka konu yokmuş, hayatta başka dert yokmuş gibi bunu yazınca, insan ‘şuna esaslı bir ödül verseler ne iyi olur!’ diye aklından geçirmiyor değil. Ödülün de karşıtlığının da bu kadar abartılması iyi değil. Keşke şiir ödüllerinin çoğunda para da olsa ve kazanan şairin eline hatırı sayılır bir miktar geçse! Fakat adına ödül konan şair zengin değil ki ödül miktarı çok olsun! Başka bir mevzu da ödüle katılıp katılmamak bağlamında ceryan eden tartışmalardır. Bazen özellikle katılmadığı ödülün kendisine verildiğini vurgular şair, olabiilir, katılırsın ya da katılmazsın, mesele bununla övünmek ya da ‘katılmadım, verdiler’ mazeretinin arkasına sığınmak değil, utanıyorsan ya da ödüle karşıysan, verseler de almazsın olur biter! Olmak ya da olmamak gibi bir şey, üçüncü bir yolu yok bunun, almak ya da almamak!
Ödül hakkında ben de çok konuştum, hemen her söyleşide ‘hem ödüllere karşı hem de ödül alan bir şair’ olmanın ‘yaman çelişkisi’ soruldu, ben de o anda ne düşünüyorsam onu söyledim, her seferinde, her ödül alışımda bir bahanem ya da gerekçem vardı tabii, yoksa da insan buluyor! Ben de buldum ve hem söyleşilerde hem de ödül konuşmalarında bunu dile getirdim. Şimdi artık pek çok ödül aldığım, bundan sonra da almayacağım için, daha rahat konuşabiilirim. Aslında her zaman düşündüklerimi söyledim ödüller konusunda, buna rağmen bana hayli ödül verdiler! Yukarıda anlatmaya çalışıyordum, ödül alan şair mutlaka iyi şair değildir, ödül alan kitabı o yılın en iyi kitabı ya da kitaplarından biri değildir. Mizaç meselesinden, uygunluktan kastım biraz da böyle bir şey: Bana ve kitaplarıma verilen ödüller, adımın etrafında kolayca uzlaşılabileceği için verilmiş ödüllerdir çoğu kez. Şiiri seven, başkalarının şiirini de seven, onlar üzerine de yazan, çalışkan, şiirde ısrarlı ve sebatlı bir adam olarak doğrusu şiir ödüllerine benden uygun bir aday da bulunamazdı! Öyle de oldu. Yani bana pek çok şiir ödülü verilmesinin nedeni kanımca biraz da budur. Yoksa o yılın kitapları arasında ya da ödüle katılan kitaplar arasında benim kazanan kitabımdan kat kat iyilerinin olduğunu en azından iyi bir şiir okuru olarak ben biliyorum. Ama şu ‘işte bunlar 80 kuşağı, jüridekiler Haydar’ın arkadaşı, bunlar çete, o yüzden ödül veriyorlar!’ hıyarlığı da olacak şey değil. Benim yaşı 50’yi aşmış arkadaşlarım jürilere girmeden evvel, önceki kuşak şairleri ve eleştirmenlerinin olduğu jürilerden de ödüller aldım, onlarla aynı kuşaktan değildik ve çoğu da arkadaşım değildi. Neyse bunu söyleyenler de sözüm ona şiirin hakikatı peşinde koşan, kendini ve bazı sevdiklerini ‘organik’ sayan ve elbette böylece de kendilerini hem herkesten fazla hem de hakiki şair sayan birileri...
Eh artık bu itiraflarımdan sonra özür dilemelerini filan beklemiyorum, ama kendi kendilerine de olsa biraz utanırlar diye düşünüyorum doğrusu. Özür dilemek çünkü biliyorsunuz bizim kültürümüzde, aydınlarımız, entelektüellerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız arasında bile ölüm dilemek gibi bir şey, ha özür dilemek ha ölmeyi dilemek, galiba aynı şey anlamına geliyor bunların lügatinde! Dilemesinler!
Katılmayalım, kazanırız.
Kazanmayalım, kaybederiz!
Yazar için ‘olmak ya da olmamak’ derecesinde önemli bir sorun, ödül almak ya da almamak! Thomas Bernhard hem ödülleri hem kendini sigaya çekiyor! Çok sevdiğim Avusturyalı yazar Thomas Bernhard’ın şaşırtıcı, sürpriz kitabı Ödüllerim hakkında bir yazı yazmıştım, onu buraya alıyorum, sonra da benim kimi ödül konuşmalarımdan örneklere yer vereceğim.
“İnsan bir ödüle katılırken gerekçesini, savunmasını da hazırlamalı. Bunu mutlaka önceden yapmalı, ne olur ne olmaz, bakarsın haberin olmadan seni de bir ‘ödülle onurlandırıvermişler!’ Bir de nereden bakarsanız bakın, sağdan, soldan, ortadan, edebiyattan, şiirden, Türkiye’den, dünyadan, ödül vermek ceza vermek, ödül almak da ceza almakla eşdeğer sayılıyor. Hele soldan geliyorsanız, reklam yazarlığı yapmanın yanında şiir ödülleri de kazanıyorsanız, kaybettiniz demektir. Hem de nasıl kaybetmek1 Öyle birkaç yıl cezayla kurtulma intimaliniz yok demektir, ağırlaştırılmış hücre cezası mı olur ömürboyu dışlanmak mı artık orası aldığınız ödüllerin sayısına ve biraz da kimin verdiğine bağlı olarak değişir.
Sağolsun Sezer Duru, 10 yıldır hemen her yıl bir Thomas Bernhard kitabıyla tanıştırıyor bizi, daha önceki çevirileri de katarsak, ben herhalde 15 kadar Bernhard kitabı okudum. Gençliğimden beri en çok
okuduğum yazar oldu bir bakıma, herhalde terekesinden yeni yapıtları çıktıkça, Sezer Duru’nun da Bernhard sevgisiyle, her yıl yeni bir kitabını okuyacağız demektir. Duru’nun sözleriyle, Thomas Bernhard 20. yüzyıl edebiyatına müthiş yenilik getirmiş bir yazar, bu yenilikse onun akıcı, müziksel üslubu. Strasbourg’da müzik tahsil etmiş ve kitaplarında da bu müziği uyguluyor. Bir de Avusturyalı bir yazar olarak, Avusturya başta olmak üzere tüm devletleri ve sistemleri eleştiriyor.
Pek ihtimal vermem ya, eğer hala bir Bernhard kitabı okumadıysanız, Sezer Duru’nun yetkin bir çeviriyle Almanca aslından Türkçeye kazandırdığı Ödüllerim (YKY, Ocak 2010) kitabıyla başlayabilirsiniz. Bernhard’ın terekesinden çıkan bu küçük ‘mücevher’ Almanya’da 2009’da basılmış ve hemen ardından da Türkçede okuyoruz. İnsan bir ‘ödül’ kazanmış gibi seviniyor buna. Yeni başlayanlar için Bernhard’tan bu kitabı önermemin nedeni, muhalif, sistem karşıtı bu büyük yazarın, sistemin kurumlarına, bunlara kültür-sanat kurumları da dahil, bunların başındakilere, bakanlara sivri diliyle eleştiri oklarını yöneltirken, aynı zamanda kendisine verilen çok sayıda ödülü de kabul etmesi ve bunu da güzel güzel hikaye etmesi. Bu ödülleri alırken de eleştiriyi dilden bırakmayan Bernhard bazen kültür bakanını sinirlendirir, onun kapıları çarpıp salonu terketmesine neden olur, bazen de bakanın onu görmek istememesi yüzünden ödül töreni iptal edilir. Böylece yazarın muhalefeti, eleştirisi dilde kalmaz, aynı zamanda ‘ironik’ biçimde de olsa eyleme dönüşür. Düşünsenize kurumlara karşısınız, ödül kurumuna da karşısınız, fakat her seferinde farklı gerekçelerle de olsa, elbette en mühim gerekçe para, ödülü alıyorsunuz, bunun sıkıntısını yaşıyorsunuz, durmadan kendinizle, ödülle hesaplaşıyorsunuz, hakikatli bir yazar olarak içtenlikle zaaflarınızı da paylaşıyorsunuz, törende yapmak üzere bir konuşma hazırlıyorsunuz, bu konuşmadaki felsefi devlet eleştirisi de yüce bakanı rahatsız ediyor. Eh bununla da bir bakıma kendinizi aklamış oluyorsunuz. Yani ‘müşteri velinimetimdir’ yaklaşımını kabul etmediğinizi de göstermiş oluyorsunuz. Ödül de gerçek değerini böylece bulmuş oluyor. Diyeceğim, Ödüllerim kitabından başlamakla bu ilginç yazarın ironisini, karamizahını, kendisi başta olmak üzere edebiyat dünyasından paranın dünyasına her şeyle nasıl dalga geçtiğini keşfedebilirsiniz.
Ödüllerim, Thomas Bernhard’ın yaşamından kesitler de içeriyor. Tanışmamış olanlar için söyleyelim, o da, yakınlarda, 91 yaşında kaybettiğimiz ‘görünmeyen’ dev yazar Salinger gibi, ‘görünmeyen’lerden ya da ‘az görünen’lerden biri. Kurt Hofmann’ın Thomas Bernhard’la Konuşmalar (Çev:Sezer Duru, YKY, Aralık 2000) kitabında da okuyacağınız üzre, kendisiyle söyleşi yapılmasına hemen hiç izin vermemiş bir yazar: “Kendisini ve işini, yaşamını ve yaşam koşullarını medyanın baskısından, kamuoyunun ele geçirmesinden” korumak için yapıyor bunu da. Sezer Duru’nun ‘Önnot’unda vurguladığı gibi, Bernhard düzyazılarında Montaigne’in bir cümlesini sık sık yineler: “Kendimi tanıtmaya çok istekliyim, hangi ölçüde olduğu umurumda değil, yeter ki gerçekten olabilsin.” Ne var ki bu medya düzeninde böyle olmadığını hepimiz biliyoruz, o yüzden yalnızca kendisi hakkında yazdıklarıyla yetiniriz. Bir de ORF muhabiri Kurt Hofmann’a anlattıklarıyla. Bunların dışında yaşamının ilginç kesitlerini bulabileceğimiz kitap yeni çıkan Ödüllerim. Kuşkusuz otobiyografik bir yapıt değil. Ama insan kurmacayla gerçek arasında gidip geliyor okurken, sanki biraz da ‘alacakaranlık’tan bir dizi öykü gibi: 80 yaşında, hala güzel, şık ve koruyucu meleği olan teyze, ki Bernhard tüm ödül törenlerine, başka şehirlere onunla gidiyor, böyle bir yan figür var, aslında kitabın ‘esas kız’ı da sayılır, güçlü bir karakter. Öteyandan 25 yıldır artık alamet-i farikası mı demek gerekir yoksa mütemmim cüzü mü, yazarın muhteşem ikili olarak giydiği kazak ve pantolon. Tabii en önemlisi de, okuru da merak ettirecek ölçüde bir ödül parası mevzuu var ki, zaten ödüllere katılmasının ya da kabul etmesinin temel amacı da o. Fena sayılmayacak miktarda ödüller, en az 5 bin mark, 10 bin mark aldığı da oluyor. Bu parayla da bazen ‘dört duvar’ın avansını veriyor, bazen de koltukları kırmızı kendisi beyaz bir İngiliz ‘dört teker’ satın alıyor. Boğazına kadar battığı borçlardan kurtuluyor.
Saydım 9 ödül almış, bunlar bir-ikisi dışında bizim bildiğimiz ödüller değil. Ödül kurumuna ideolojik, politik, poetik nedenlerle karşı olanlar bile, bu hem hüzünlü hem komik, aslında tuhaf demek gerekir, belki de ironik öyküleri okuduklarında, kuşkusuz ödüle daha çok karşı olacaklardır. Kitabın böyle keskinleştirici bir yanı var. O törenlerde, davetlerde yaşadıklarını anlattığı zaman, ödüle karşı olma gerekçeleri de artacak, sebebleri de iyice güçlenecektir. Ne var ki öte yandan da böyle usta bir yazarın, üstelik ödülü sevmeyen bir yazarın, ödülü kabul etme gerekçelerini dile getirişi öyle samimi ki, ister istemez hak vereceklerdir.
Ödüllerim aslında ‘hüzünlü’ bir şey. Evet, ironisi, karamizahı, gerçekliği, şaşırtıcılığı, kurmaca boyutu, yazarın dilinin sivriliği, itirazları, zaaflarını açıkyüreklilikle sergilemesi ve insani olan hiçbir şeyin hiçbir insana yabancı gelmemesi biçiminde dile getirilebilecek ahlaki bir temeli de var elbette. İşte bütün bunlarla ve bazen bunlardan bazılarına rağmen, ‘hüzünlü’ bir öykü.
Kitabın ilk bölümü ödüllere, ikinci bölümüyse ödül konuşmalarına ayrılmış, ki bu bölüm de konuşmaların niteliği ve temaları açısından çok ilgi çekici. Genellikle son anda hazırlanan, ama her seferinde yine ‘ironik’ bir biçimde ödülle hiç ilgisi olmayan, hangi toplumsal, felsefi ve insani soruna değineceği hususunda yazarı epey düşündüren konuşmalar. Bernhard’ın bir de jüri öyküsü var ki ödüllerin bazen nasıl verilmediğini çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Elias Canetti’nin Körleşme’sine verilmiyor ödül, birinin o anda aklına gelen tanınmamış bir yazara veriliyor.
Thomas Bernhard’ı okuyunca hayli şiir ödülü almış biri olarak teselli buldum, aslında bizdeki ödüllerde de biraz para verilseydi ya da ödül tutarı daha yüksek olsaydı daha çok teselli bulurdum, ama yine de çoğu ödülün sevdiğimiz şairler adına verilmesi de bu ödüllerin ceza niteliğini kaldırıyor ortadan.Yine de Bernhard’ın dediği gibi “tek yanıt artık onurlandırılmayı reddetmektir.” Ben de sekizinci şiir ödülümden sonra bunu diyebildim çok şükür. Tabii Thomas Bernhard’ın hesaplaşması daha acımasız: “Yirmi beş bin şilini reddetmeye niyetim yok diyordum, para düşkünüyüm, karaktersizim, ben bir domuzum.” Bunların ardından da “ödüllerin onurlandırma olmadığını, onurlandırmanın sapıklık olduğunu” söylüyor. Galiba ikinci ödülümü aldığımda pek fiyakalı bir aforizma uydurmuş, “Katılmayalım, kazanırız. Kazanmayalım, kaybederiz.” demiştim. Öyleyse o günden bugüne hayli kaybetmişim demektir!” (Thomas Bernhard, Ödüllerim, Çev:Sezer Duru, YKY, Ocak 2010, 92 sf.)
Bu kitaptaki müthiş ironiyi gördükten sonra, azılı bir ödül muhalifi bile olsanız yazara kızamıyorsunuz. Tabii oradaki ironinin yanında benim konuşmalarım meclis zabıtları ya da belediye encümeni karar defterindeki yazılar gibi kalacak ama, en azından o kitabı okumadan benimkileri okutmayı baaşarabilirsem kendimi ödül almış gibi mutlu hissedeceğim. Benim konuşmaları okursunuz okumazsınız ama son yıllarda hem ödül kurumuna hem kendine bu kadar keskin ve ironik bir eleştiri yönelten bir yazarın kitabıyla karşılaşmamııştım. Üstelik Thomas Bernhard’ın kitabında bildiğiniz gibi ‘ödüller, kişiler, olaylar, yerler tümüyle gerçektir’.
Ödül konuşmalarım
Gelelim benim ödül konuşmalarıma...1981 Ekim’inde Gösteri dergisinin düzenlediği şiir ödülünde birinci olduğumda, birinci Murathan Mungan olmuştu, ödül töreninde bir konuşma yapmadım, ama derginin Aralık 1981 tarihli 13. sayısında bir söyleşim yayımlandı. İlk soru ödüller üstüneydi ve benim yanıtım da bir tür ödül konuşması yerine geçebilir:
“Kazandığım ilk ödül bu. Öte yandan katıldığım ilk ödül olması da anlamını artırıyor benim için. İyi ki yarışma sözcüğü kullanılmamış, çünkü o sözcükte kapitalist ‘rekabet’i anıştıran bir yan var. Bu yüzden insanları yarıştırmak yerine ödüllendirmek daha güzel. Ödüllendirilen ürünlerin çoğu kez ortalama olduğu, anlayışları değişik olan seçici kurul üyelerinin uzlaşmasının kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Gösteri’nin ödülleri ise son yıllarda sayıları gittikçe artan ve anlamını yitiren ödüllerin ‘iyileştirilmesi’ yolunda, en azından yaş sınırlaması koyulduğu için, belki bir çıkıştır. Çünkü öteki türlü, Necatigil’in deyimiyle ‘hikmet, hasret ve gurbet burçları’nın birlikte sınanması söz konusudur. Bunun sonucu ise çoğu kez belli adların ödüllendirilmesidir. Oysa ödüller kabaca ikiye ayrılabilir. Birincisi, bir yaşamboyu verilen emeğe ve yapıtlar toplamına verilen ‘saygı ödülü’, ikincisi de yeni başlayanları özendirmeye yönelik ‘değerlendirme ödülü’ adıyla anılabilir. Ödül kurumu üstüne yapılan tartışmalara girmek yerine, en iyisi Murathan Mungan’ın dediği gibi “Birkaç ödül kazandıktan sonra, ödüllere karşı olmak”.
Eh ödülle yarışmayı ayırma cinliğini de göstermişim, sanki ikisi farklı şeylermiş, biri kapitalist diğeri sosyalist sistemin başarı ölçütüymüş gibi! Gerçi arada doğru şeyler de söylemişim 30 yıl önce, eh ne de olsa bozuk bir saat bile günde iki kere doğruyu gösterir! Bir başka cinlikse Murathan Mungan’ın ünlü sözünü tekrarlayarak, Gösteri dergisinin ödülü vesilesiyle söylemişti o da, bir kaç ödüle açık kapı bırakma cinliğim!
Halil Kocagöz Şiir Ödülü aldığım ikinci ödüldür. Şimdi uzaklarda olan canım abim Mehmet H. Doğan, bu ödülün, şairler, eleştirmenler, dergi editörlerinden oluşan 40 kişi civarında bir kurul tarafından yılın öndegelen şir kitaplarının saptanarak oylanması sonucunda verildiğini söyledi telefonda, o zamanlar tanışıklığımız çok yeniydi, henüz fazla yakın değildik. Bunun üzerine kabul ettim, hesapta ödüllere karşıyım ya! Sonra da 11 Mayıs 1996 Cumartesi günü İzmir Konak’taki Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen törende şu konuşmayı yaptım:
“Bundan 15 yıl önce, henüz kitapsız bir şairken, “Gösteri” dergisinin şiir yarışmasında ikinci seçilmiştim. Yarışmanın konusu ‘yaz’, benim şiirimin adı ise ‘Unutulmuş Bir Yaz İçin’di. O günden sonra da ödüllere karşı oldum. Bazıları bunu ikinci olmama yordularsa da biri beni anladı. Ekim 1981’de yapılan ödül törenine şairler şairi Turgut Uyar ile birlikte gelen sevgili Tomris Uyar “İkinciler de birinci sayılır” dedi. Ben de inandım. İyi ki inandım, o günden bugüne hiçbir yarışmaya, hiçbir ödüle katılmadım, kimi ödül önerilerini ise kabul etmedim. Bundan sonra da ödüllere katılmayacağımı belirtmek istiyorm. Bu nedenle de Halil Kocagöz Şiir Ödülünü büyük bir gönül rahatlığıyla kabul ediyor, ve teşekkür ediyorum. Böylece ödül defterini de burada kapatmış oluyorum. Benim gibi, ödüllere karşı olduğunu sözlü ve yazılı olarak beyan etmiş bir şair için, bu gönül rahatlığının önemli bir sebebi daha var: Halil Kocagöz anısına düzenlenen bu ödülü, bir ‘şiir oylaması’ olarak görüyorum, ve cümleyi şöyle kuruyorum: “1996 Halil Kocagöz Şiir Oylamasına katılanların büyük çoğunluğu Haydar Ergülen’in Eskiden Terzi adlı kitabını seçti.” Seçime katılan herkese teşekkür ediyorum.
Ödüller, ödül kurumu ve ödül mekanizmaları üstüne yeni bir şey söylemek istemiyorum. Hepimizin az-çok bildiği, tahmin ettiği bir işleyiş üstüne konuşmak gereksiz. Yıllar önce bir vesileyle şunu söylemiştim ödüller üstüne, bir kez daha tekrarlamak istiyorum:
Katılmayalım kazanırız. Kazanmayalım kaybederiz.
Halil Kocagöz Şiir Oylaması pek çok bakımdan diğer ödüllerden farklı olduğu gibi, sonuçları açısından da oldukça önemli ve anlamlı: Benden önce, çok değerli ve sevdiğim şairler seçildi, özellikle de biri var ki, o şimdi her zamankinden daha çok aramızda: Sevgili şairim Metin Altıok’tan söz ediyorum. İki akşam önce İstanbul’da kızı Zeynep’i gördüm, beni iki kez kutladı, bir beni, bir de Metin’i: Çok sevdim, çok sevindim, çok yandım.
Bense bir Metin’i düşündüm, bir de Behçet’i. Ağabeyim olan Metin Altıok, arkadaşım olan Behçet Aysan. Türkiye’nin iki has evladı, iki has şairi. Ve şimdi Metin Altıok’un daha önce seçilmiş olduğu bu oylamanın sonucunu, canım arkadaşım Behçet Aysan’la paylaşmak istiyorum. Şu anda kendimi Metin abi gibi sakin, Behçet kadar heyecanlı hissediyorum.
Bundan 30 yıl önce, “Şimdi avın sonu gelmiştir, çember gittikçe daralır: Herkes birbirinin bakışını yakından görür!” diyen şair Halil Kocagöz’ü saygıyla anıyorum.”
Böyle demesine dedim, ödül defterini kapattığımı, bir daha hiçbir yarışmaya katılmayacağımı söyledim ama, galiba ödül almak zengin olma isteği gibi bir şey. Paran var ama yetinmiyorsun daha çok olmasını istiyorsun, daha beteri de zenginler eğer para kazanmazlarsa, yatırım yapmazlarsa mevcudu da yitirecekleri inancıyla sürekli yeni paralar kazanmaya çalışırlar ya, ödül almak da öyle. Bir, iki derken devamı geliyor, sanki yeni ödül almazsan eskisini de elinden alacaklarmış gibi yeni ödüle hayır demiyorsun. Ne kadar dervişmeşrep olursan ol! 1997’de Kırk Şiir ve Bir kitabım okur tarafından ödüllendirilmesine ödüllendirildi, hayli okundu, birkaç baskı yaptı, aynı zamanda da üç ödül birden kazandı aynı yıl. Öncelikle çok önemsediğim Behçet Necatigil Şiir Ödülüyle ödüllendirildi. Eh elbette onun da gerekçesi hazırdı, çünkü adına ödül konan şair Türk şiirinin büyüklerinden Necatigil’di. Törende şunları söyledim:
“Meğer sevgili Behçet Hocanın “Bazı şiirler bekler bazı yaşları” dediği gibi, bazı ödüller de bazı yaşları beklermiş! Bu ödülü 40 yaşımdan sonra kazandığım göz önüne alanırsa, benim de hayli beklediğim anlaşılacaktır. Fakat şimdi Necatigil ödülünü kazanmaktan da zor olan bir şey var, Necatigil üstüne konuşmak. Konuşmayı deneyeceğim: Bazı şairler vardır, şiirlerinden çok, şair duruşlarıyla, jestleriyle etkilerler bizi, bazı şairler vardır, şiirlerini çok severiz, fakat şair olarak varlıklarının faarkına varmayız pek. Behçet Necatigil ise hem şair duruşuyla, yani hiç bildiğimiz şairler gibi durmayışıyla, hem şiirsel tutumu ve şiirleriyle, bu ikisini birleştiren nadiir adamlardandır. Ne
zaman ve hangi şiirini okusam, şiirinin arkasında duran o adamı görürüm. Bir kalender, bir derviş, bir rind olarak durur. Mütemmim cüzü gibi dudağında yarıladığı sigarasıyla, bir şiirden diğerine usulca ateş taşır gibidir, içinin ateşini. Geçmiş ve şimdi arasında bir ‘mahrem macera’nın şairidir Necatigil, şiirinin abdalıdır.
Bugün anısının böyle güzel yaşatılıyor olmasında, Necatigil şiirinin Türk şiirindeki derin etkisinin gün günden daha çok açığa çıkıyor olmasında, şiirimizin kaynağına baktığımızda, akla ilk onun geliyor olmasında, elbette Behçet Necatigil’in ‘cesur’ bir şair olmasının payı büyük.
Bir şairin ‘cesur’ olması, cesaretinden dem vurulması ve bunun Necatigil gibi ‘sakin’ bir şair ırmağı için söylenmesi ya da benim böyle söylememin bir sebebi var elbett: Ben bu ‘mahrem macera’da, çoğu şairi çileden çıkaracak bir çile ve sabır gördüm her zaman. Şiirlerinde, yazılarında, söyleşilerinde, yazdığıyla yetiinen bir şair olduğu izlenimini verir Necatigil. Oysa Türk şiirinde, Necatigil kadar deneylere, yeniliklere açık bir başka şair daha bulmak zordur. Necatigil kazandığı haklı şöhreti bile umursamadan, deneyi, yenilikleri göze alan cesur bir şairdir. Bu yönü de beni her zaman etkiledi.
Türkçenin en kıymetli şairlerinden ve bütün şairlerin ‘hoca’sı Behçet Necatigil’le şiir anlayışlarımız arasında kolayca kurulabilecek özel bir yakınlık var mıdır, bilmiyorum, ama şiirlerimizin ruhu ve şair tabiatlarımız arasında bir yakınlık bulmak beni çok sevindirir. Tıpkı anısına verilen bu kıymetli ödülü kazanmaktan duyduğum sevinç gibi.”
Kitap aynı yıl Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülünü de kazandı, orada yapılan sempozyumda ben de uzun bir konuşma yaptım, sabah otel odasında hazırladığım bu konuşmayı 25 Nisan 1998 akşamı törende okudum. ‘Şiir benim neyim oluyor?’ başlıklı uzun bir konuşmaydı, bir başka vesileyle yayımlarım onu, şimdi çok uzun olacak, hem ne doğrudan ne dolaylı olarak şiire değindiği için, buraya almaya gerek görmedim. Kitabın üçüncü ödülü ise Orhon Murat Arıburnu ödülleri kapsamında verilen Cahit Külebi Özel Ödülüydü. Arıburnu ödülleri farklı kategorilerde pek çok kişiye verildiği için orada bir konuşma yapma olanağım yoktu. Ödüllerin kurucusu ve sürdürücüsü, şair Hüseyin Alemdar benimle “Yaşasın Edebiyat” dergisi için bir söyleşi yapmıştı, orada da tabii ödül konusu gündeme geldi. Oradan bir kaç bölümü alıyorum buraya. Hüseyin, Necatigil ve Külebi adlarından ve ödüllerinden dem vurarak, önce onlarla ilgili düşüncelerimi soruyor. Yanıtım şöyle:
“Her iki ödül de çok anlamlı, çok değerli. Şiirimizin bu iki has adamı için verilen ödüllerin 40 Şiir ve Bir’de buluşmasının mutluluğunu tarif edemem. Şiirleri, şiir anlayışları birbirlerine hiç benzemese de, Türk şiirinin iki büyük ırmağı olarak hepimizi etkilediler, etkileri bundan sonra da daha derinden hissedilecektir. Çünkü ikisi de iki büyük gelenekten geliyor. Necatigil kaynağında Divan şiirimizden beslenerek, üzerine ölü toprağı serpilmiş bu geleneği yeniden canlandırırken, Külebi de halk şiirimizin, Karacoğlan’ın sesini bugünden yarına zenginleştirerek sürdürme başarısını gösterdi. Benim şiirlerimde de, özellikle 40 Şiir ve Bir kitabımda bu iki geleneğin, yani Divan ve halk şiirinin buluştuğu görülebilir. Farklı olanların buluşmasından ortaya çıkan sonuç çok değerli. Türk şiiri bu farklılığı ve buluşmayı iyi değerlendirebilirse, ortaya müthiş bir sentezin çıkacağına inanıyorum. Asıl olan reddetmek değil çünkü, farklılığıyla kabul etmek ve bundan iyi bir şeylerin çıkabileceğini göstermek.”
Hüseyin Alemdar’ın ödüllerle ilgili sorusu da şuydu ve söylediklerinde, tesbitlerinde haklıydı: “Haydar sen bildiğim kadarıyla, son birkaç yıla kadar ödüllere karşı olan bir şairdin. 1981’de ‘Gösteri’nin ikincilik ödülünü kazandın, ve 1996’ya kadar, yani 15 yıl ödüllere katılmadın, hatta çok sert yazılar yazdın ödüller hakkında. Sonra Eskiden Terzi kitabınla Halil Kocagöz, şimdi de 40 Şiir ve Bir kitabınla Necatigil ve Külebi ödüllerini aldın. Ne oldu, ne değişti?”
Yanıtım şöyle oldu:”Doğru. Son iki yıla kadar ödüllere katılmıyordum. 1996 Halil Kocagöz ödülünü kazandığımı ben de sonradan öğrendim. O ödüle katılmak gerekmiyormuş, şair, eleştirmen ve dergi editörlerinden oluşan nerdeyse 40 kişilik bir jüri tarafından o yılın kitapları arasından seçiliyormuş. Çok büyük bir katılımla ve o güne kadar görülmemiş yüksek bir oy oranıyla seçildi Eskiden Terzi. 40 Şiir ve Bir de Necatigil ödülünü oybirliğiyle kazanan ilk kitap oldu. Sanıyorum Külebi ödülü için de aynı şey söz konusu.
Doğrusunu istersen insani zaaflar da girdi işin içine. Elbette Necatigil’den Külebi’ye, Halil Kocagöz’den Orhon Murat Arıburnu’na kadar, anısına ödül verilen tüm şairlere saygım sonsuz, seçici kurullarına da. Fakat benim ödüllere bu kadar karşı olmamın altında başka şeyler arandı, sanki ödüllere katılıyormuşum da kazanamıyormuşum gibi yorumlandı, biraz bunun böyle olmadığını göstermek isteği de var insani zaaf dediğim şeyde. Ayrıca bunlar benim beşinci ve altıncı kitaplarım, artık ödüller şiirime zarar vermez diye düşündüm. Fakat şunun bilinmesi önemli: Ödül kurumuna hala karşıyım, bundan sonra başka ödüller de alabilirim, ama bu benim itirazımı engellemez. Yani itirazım ödül kurumunadır, çeşitli vesileler, bahaneler, insani zaaflarla ödül almak itirazı ortadan kaldırmaz. Bir de tıpkı benim örneğimde olduğu gibi, popüler bir isim değilseniz, ödülünüz de yoksa, kitabınızın raflara girmesi, dağıtılması çok zor, galiiba biraz da bunu aşmak istedim, öyle de oldu. Bir yapıt üreten herkes görülmek ister, yapıtının görünmesini ister. Ben de şiirimin görünmesini istedim ve bunun için, karşı olduğum halde, ödül yolunu seçtim. Bu bahanelerin tümü de görüldügü gibi insani zaaflar, kaygılar ve ‘şairane’ bahanelerden oluşuyor!”
Nefs terbiyesi, galiba insan yaşamının en hayati noktası. Sözde mütevazı olabilirsin, alçakgönüllü, iyi huylu, sakin filan ama, işte olmadık yerlerde ve zamanlarda bir övünme olarak ortaya çıkabiliyor megalomani. Eskiden Terzi kitabımın ‘çok büyük bir katılımla ve o güne kadar görülmemiş yüksek bir oy oranıyla’ seçildiğini, 40 Şiir ve Bir kitabımın Necatigil Şiir Ödülünde ‘oybirliğiyle seçilen ilk kitap’ olduğunu söylemem megalomani değilse nedir? Ödül işte böyle insanın ruhuhun kimyasını da bozabiliyor!
...Ödül mevzuu uzun, burda bitmiyor, daha seçici kurullarında yer aldığım ödüllere ilişkin yazacaklarım var, fakat onları da gelecek aya bırakalım.