Tavşan deliğinden içeri geçip zaman kavramını yitirmeye hazır mısınız? Öyleyse Tramvay’a binin ve sıkı sıkı tutunun. Çağdaş Fransız edebiyatının önemli yazarlarından Claude Simon’un bilinen son romanı Tramvay üzerine bir değerlendirme.
“Gidip içerideki sıralara oturmak yerine kabinde ayakta durmak (tramvayın içine girmek için de oradan geçmek gerekliydi) bir ayrıcalıktı sanki, yalnızca benim çocuk ruhum için olmasa gerek, çünkü sıraları küçümseyen iki üç yolcu daha, hep orada dururlardı; kuşkusuz benim gibi bu yerin önemini duyumsadıkları için değil, yalnızca burada sigara içilebildiği için, tıpkı o sessiz görünüşlü vatmanın yaptığı gibi ......”
Tramvay, 1985 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Claude Simon’un (1913-2005) son romanı.
Romanda son derece detaylı tasvirler yer alıyor, adeta bir girdap gibi okuyucuyu içine çekiyor. Tasvirler uzun olmakla birlikte bir o kadar da canlı. Öyle ki, eskimiş giysilerdeki iplik iplik yıpranmayı, sonuna kadar içilen sarma sigaranın izmaritinin zehir gibi acı tadı, bir zamanlar parlak ve canlı olan renklerin solmuşluğunu neredeyse görebiliyor, dokunabiliyor, tadabiliyorsunuz. Çevirisi Samih Rifat tarafından yapılan romanda, cümleler bir paragraf uzunluğunda ve matruşka bebekleri gibi cümle içinden cümle, parantez içinden parantez çıkıyor. Her cümleden bir başka hikaye konusu doğuyor.
Romana ismini veren tramvay yazlık bir yerleşim bölgesinde kumsalla kenti birbirine bağlıyor. Aynı zamanda, hikâyeyi anlatanın zihninde anılara da yolculuk yapmasını sağlayan bir simge. Anlatıcının zaman içinde ve duygu durumları arasında gidip gelmesine yardımcı oluyor sanki. Çocukluk hali yazlıkta ve tramvayda geçen hareketli bir anlatım yaparken, yetişkinlik hali bir hastane odasında – sanki tramvayın son durağında – yatağa bağlanmış kalmış olarak aktarıyor gözlemlerini.
Hikâyede geçmiş ve şimdi yok. Hepsi aynı anda yaşanıyor ve akıyor, ta ki zaman kavramı yitene kadar. Tahsin Yücel’in Tramvay için yazdığı önsözde bahsedildiği üzere, Claude Simon ilk eserinden itibaren geleneksel roman yazma kalıplarının dışında bir zaman kullanımını benimsemiş. “Claude Simon’a göre hep çizgisel ya da süredizimsel (kronolojik) bir biçimde gelişen bir anlatı gerçekçi bir anlatı değildir, çünkü, böylece ulaşılan sonuçların her zaman tartışılabilir olması bir yana, biz de yaşadığımız, tanık olduğumuz, öğrendiğimiz olayları bir süreklilik olarak algılamayız; olaylar hep parçasal ve süreksiz olarak çıkarlar karşımıza. Bu nedenle, Claude Simon’un romanlarında süredizim durmamacasına alt üst edilerek tarihin tutarsızlığı yazı aracılığıyla aşılmak istenir. ...... Ne olursa olsun, amaç hep alışılmış tarihin yerine, ‘geçmiş’le ‘şimdi’nin üst üste geldiği bir başka zaman kurmaktır.”
Tramvay bir hattın iki ucu arasında gidip gelirken, hayat da iki uç arasında yaşanıyor. Bir tarafta gösterişçi, görgüsüz yeni zenginlik, diğer tarafta ise lime lime olmuş bir yoksulluk var. Yazlık evlerin mimari tasvirleri ise sahiplerinin toplumsal statülerinin göstergeleri aynı zamanda. Örneğin, yeni fakat görgüsüz bir gösterişliliğe sahip olan villa aynı zamanda toplum içinde kabul görmeyen sonradan görme yeni zengin sahiplerini de simgeliyor.
Romanda ağırlığı olan öğelerden biri “anne”. Varlığında da yokluğunda da anlatıcının hayatı üzerinde belirgin bir hakimiyet kurmuş bir rol. “...... anne sevgisi onda yavaş yavaş (yakında yok olacağı ve geride on bir yaşında bir yetim bırakacağı anın önü alınmaz biçimde yaklaştığını gördükçe) umarsız bir şiddetin belirtilerine bürünüyor, bu da onu, büyük olasılıkla, gelecekte yolumu beklediğinden emin olduğu tehlikeleri (tembellik ya da kötü eğitim) engellemek (ya da geçiştirmek) amacıyla bir kat daha katı olmaya itiyordu ......”
Yazlık geceleri eğlenceleri arasına sıkışmış bir çocukluk aşkı da var hikâyede, saf ve masum haliyle ilk aşk. “Ancak bu manzaranın kendine özgü büyüsünden çok, kumsalda geçirilen bu akşamları benim için değerli kılan şey, grubumuzda küçük bir kızın varlığıydı aslında (yaklaşık on üç yaşında olmalıydı), söz dinletirliğiyle grubun yönetimini hemen ele almıştı ...... küçük grubumuz üstünde belirgin bir egemenlik kurmuştu hemen ve ben, sessiz bir coşkuyla, sessiz bir hayranlıkla, bir o kadar da tutkuyla kabul ediyordum bu egemenliği ......”
‘Şimdi’den ayrıldığımız her defasında ve en nihayetinde hikâyenin sonunda tramvayla yazlıkların olduğu yere dönüyoruz. Hikâye boyunca yaşanan bütün gidiş-gelişler geçmişteki bir yazın boğucu sıcaklığının içinde toplanıyor ve “belleğin elle tutulmaz ve koruyucu sisi” ile örtülüyor.
“...... bense, herhangi bir nedenle kente indiğimde, gidişte ya da dönüşte tramvayı yakalamak için koşmak zorunda değildim artık, sakin bir biçimde dut ağaçlı yolun ucunda bekliyordum onu ve vatmanın kulübesinde durmuyordum, yalnızca geçiyordum oradan, gidip içerideki sıralardan birine oturuyordum ......”
Gerçek hayatta da böyle midir? Çocukluğumuzda tramvayın kabininde vatmanın yanında ayakta durmayı bir ayrıcalık sayıp heyecan duyarken, yetişkinliğimizde bu heyecanları unuttuğumuzda, kabinden sadece geçip vagondaki yerimizi mi alıyoruz? Claude Simon’un bu kısa fakat bir o kadar da yoğun romanı kendi cevabınızı bulmanız için Tramvay’a binmeye davet ediyor sizi.
Claude Simon
Tramvay (Le Tramway)
Sel Yayıncılık