1983 doğumlu Özkanoğlu, kendi yaşamından ve çevresinden beslenen bir fotoğrafçı. Fotoğraflarına konu olarak kendine yakın olanı, yaşadığı yer(ler)i, ailesini, ailesinin yaşadığı yeri seçiyor. Etrafta dolanıp kendine konu aramaktansa en yakınında olana bakıyor. Uzun yıllardır Amerika’da yaşayan Özkanoğlu’nun fotoğraflarında, son üç senedir sık sık seyahat ettiğinden de olsa gerek, bir mekânsızlık hissi hâkim. Kültürel kodların bariz olduğu birkaç fotoğraf dışında, sergideki fotoğrafların nerede çekilmiş olabileceklerini tahmin etmek güç. Yaklaşımını ana yakalamaktan ziyade ‘bulunduğu alanlara işlemek’ olarak nitelendiriyor Özkanoğlu: “An fotoğraflarında geçiş var, karşılaşma var ama çektiğin fotoğrafın önünü arkasını çok fazla dolduramıyorsun bir şekilde. Amerika’ya gitmeden önce gözüm devamlı açık, bir şeyleri yakalayayım gibi bir motivasyonum vardı. Ama oraya gitmemle birlikte, çok bariz bir şekilde kültürel sebeplerden de dolayı, bu yaklaşımım çok değişti. Yavaşladım, orta formata yöneldim. Karşılaştıklarıma daha sakin yaklaşmaya, kendime bir düşünme payı bırakmaya, takıntılı bir şekilde kendi etrafımda olup bitenlere daha çok vakit ayırmaya başladım.”
Kimi zaman bir dişçi koltuğundaki ekranda akmakta olan şelale görüntüsü, kimi zaman boş bir arsada kurumaya bırakılmış gömlek ve pantolon, kimi zaman da bir deniz otobüsündeki boş koltuklar ve kirli camlardan görünen manzarayla ortaya çıkan bu ‘bulunduğu alanlara işleme’ hali, Özkanoğlu’nun fotoğraflarının en önemli karakteristiği. Bu yaklaşımdaki başarısının en büyük göstergesi de, neresi olduğunu bilmediğimiz bu yerlerin yine de bize çok tanıdık gelmesi, fotoğraflarının sanki kendi hayatlarımızdan bir kesite bakıyormuş hissi yaratması. Özkanoğlu, anı yakalama endişesinden uzaklaşıp sakinleştikçe hem kendine hem de genele dair daha fazla söz söylemeyi başarmış. Tülden sızan ışıkla aydınlanan bir oda ve o odadaki eşyalarla iletişim kurmamızı kolaylaştıran da işte bu ikilik hali.
Işık demişken... Özkanoğlu’nun fotoğraflarında ışık, fotoğrafı anlamlandıran en önemli unsurlardan biri: “Evet çok basit, bildiğimiz bir şey aslında: Fotoğraf ışıkla yapılıyor. Sergiye hazırlanırken fotoğrafları yan yana koyup onlara baktığımda, gerçekten anlatmak istediğimin var olan ışıkla sağlanabiliyor olduğunu fark ettim. Eminim birçok fotoğrafı, o ışıkla denk gelmeseydim çekmiyor da olabilirdim. O ışıkla o renkte... O anda orda aradığımın ne olduğunun farkında olmasam da, bir şekilde onu işleyebileceğimi hissedip, onu daha önce çektiğim bir fotoğrafla yan yana getirebileceğimi düşünüyorum.”
Serginin basın bülteninde de altı çizildiği gibi Özkanoğlu’nun çoğu fotoğrafında insan yok. Ama insanları bizzat göremesek de yaptıklarının izlerini görebiliyor kahramanı oldukları hikâyeleri okuyabiliyoruz. İnsanlar olmadığından dolayı aksiyondan da yoksun kalan bu fotoğraflar, ilk bakışta sakinlikle bezeliymiş gibi görünseler de, alttan alta bir tekinsizlik/rahatsızlık barındırıyorlar. Tıpkı üzerlerindeki bıçakla poşetlenmiş lavaşlar ya da uçurumun kenarındaki ağaç fotoğraflarında olduğu gibi. Durağanlıklarına rağmen az önce ne olduğu ya da az sonra ne olacağı konusunda insanı meraklandıran fotoğraflar bunlar.
Yazının girişinde de belirttiğim gibi ilk kişisel sergiler her zaman zor olur. Bunca zamandır eşe dosta, yakın çevrenize gösterdiğiniz fotoğrafları daha geniş bir izleyici kitlesi önüne çıkarmak konusunda tereddüt edersiniz. Tereddüt ettikçe zaman geçer, zaman geçtikçe cebinizdeki işler artar, işler arttıkça onların arasından seçim yapmanız daha da zorlaşır.
Özkanoğlu, on yıla yaklaşan yığının altından iyi kalkmışa benziyor ve bu rahatlamadan sonra sadece fotoğrafta değil, başka mecralarda da daha hızlı ve rahat ilerleyeceğini söylemek yanlış olmaz. “Aslında işlerimi bire bir şekilde göstermeyi daha çok seviyorum. Çünkü orada anında geri dönüş alabiliyorsun, daha verimli olabiliyor. Şimdi bu sergiyi açtım, büyük bir kalabalık geldi gördü ama bunun geri dönüşünü nasıl alacağım, sergi süresince mi bir ay sonra mı yoksa iki sene sonra mı bilemiyorum. Ama işte sergi açmak soyunmak gibi.
Bugüne dek, fotoğraf benim tek üretim alanım oldu. Kendimi sıkıştırdığım ama rahat da hissettiğim... Şu an artık ondan kopabilirim gibi hissediyorum. Sadece fotoğrafla üretimim azalıyor gibime geliyor. Ama şu ana kadarki on yıllık fotoğraf sürecini de sergi olmadan geçmek istemedim. Aslında zamanla ilgili çok da problemim yok. Olsaydı on senedir bu kadar biriktirmezdim. Sürekli öteledim ama artık üzerimde yük olmaya başlamıştı, kaçacak bir yer yoktu açıkçası. Daha rahatım şu anda, ilerleyebilirim.”
Galeri Elipsis’teki ‘Bizzat’ sadece fotoğraflardaki yaklaşımın tutarlılığıyla değil, fotoğrafların sunumuyla da dikkat çeken, mekânı iyi kullanan bir sergi. Klasik bir fotoğraf sergisinde görmeye alıştığımız aynı boyutlarda birbiri ardına sıralanmış fotoğrafların aksine yerinde ‘es’lerle mekâna yayılan, klasik beyaz duvarlı sunumu hafif de olsa sekteye uğratan, izleyiciyi sunumuyla da kendine çeken bir iş. “Buradaki bir önceki sergiyi (Seza Bali’nin ‘Manzaralar’ı) gördüğümde kafamda olan soru işaretleri daha da netleşti. Belki o sergiye o format daha iyi uyuyordu ama ben bu kadar aydınlık, tertemiz, bembeyaz, aynı boyutta, eşit aralıkla dizilmiş bir şey istemiyordum. Zaten kendime sorduğum bir şeydi bu ve emin oldum. Aslında boyut farklılıklarının çok derin sebepleri yok, çok basit bir sebepten dolayı farklı boyutlar kullandım. Şu an bastığım boyutlar benim bu fotoğrafları nasıl görmek istediğimle orantılı. Fotoğraflar, görmek istediğim boyuttalar. Onun için ikinci bir boyutta edisyonu yok mesela hiçbirinin. Duvar rengi konusu da... Bu mekân çok sade, temiz, düzgün; çok fazla bir şey yapmanıza imkân vermiyor. Ya da şu ana kadar çoğu sergide öyle gördüğümüz için bizde böyle bir algı oluşmuş durumda. Onu biraz kırmak istedim. Duvar rengi de onun bir parçası. Beş duvarı boyayacak cesaretim yok ama iki duvarı boyamayı deneyebiliyorum.”
Başladığımız yere dönersek... İlk kişisel sergisini açan her sanatçı genç, yeni ya da başka sıfatlarla yaftalanır hemen. Özkanoğlu da uzun zamandır üretim yapıyor olsa da ilk kişisel sergisini henüz açmış olması sebebiyle bir süre bu sıfatlarla anılacak. Peki bu sıfatlarla anılmak bir sanatçıda baskı yaratır mı ya da bir sanatçı bunlardan bağımsız olmak ister mi? “Doğrusu bir baskı yaratmıyor. Bunlardan bağımsız da olmak istemiyorum. Ancak şu baskı getirebilir: Artık bilgisayarımda dosyalarda duran şeyler ortaya çıktı, saklayacak bir şey yok. Artık ortadayım ve bu diğer fikirleri de harekete geçiriyor. Bu kendi kendine oluşan bir şey. Sanat üretimi her ne kadar bağımsız bir şey olsa da, ben burada kişisel sergimi açsam da sonuçta ortamdaki bu hareketlilik genel olarak başka bir döneme geçildiğini gösteriyor. Üretim arttı, daha fazla mekân sunulmaya başlandı insanlara ve insanlar da işlerini sunacak yerler buldular. Çok fazla yeni sanatçının olmasa daha iyi bir şey.”
‘Bizzat’, 26 Nisan’a dek Galeri Elipsis’te görülebilir.