Geçtiğimiz günlerde Moda Sahnesi’nde Torun İstiyorum isimli oyunun prömiyerini gerçekleştiren Nazan Kesal, oyunda çocuklarını kendi katı ve şaşmaz kurallarına hapsetmeye çalışan bir anneyi canlandırıyor. Kesal ile yeni oyunu hakkında konuştuk.
Torun İstiyorum adlı oyununuzun prömiyeri geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Geri bildirimler gelmeye başladı mı?
Evet geri bildirimler yavaş yavaş gelmeye başladı. Biz ekip olarak başından beri çok iyi bir iş içinde olduğumuzu zaten biliyorduk. Thomas Jonigk çok enteresan bir yazar. Sibel Arslan Yeşilay iyi ki Türkçeye kazandırmış bu olağanüstü metni. İyi ki Kemal Aydoğan’ın bu oyunu yıllardır yönetmenin hayalini kurmuş. Bu güzel ekibi bir araya getirmiş. Çok verimli, bol okumalı, çok kıymetli, zorluklarıyla beraber çok yaratıcı bir zaman geçirdik ve altı haftalık prova süreci sona erdi. Yorulduk ama değdi. Seyircilerden gelen izlenimler mutlu edici, akşamki kritiklerden bunu anlıyorum.
Siz kendinizi nasıl eleştiriyorsunuz bu bağlamda?
Faşist ideolojiyi temsil eden bir anneyi oynuyorum. Kolay değildi. Oğlunu kendi inandığı kalıplara sokmaya çalışan bir anne. Doğrusu bu süreçte oyun kendi anneliğimi de biraz sorgulattı bana. Annelik karşılıksız bir duygudur, bu yüzden dozu kaçırmamak lazım. Çocuğun birey olduğunu unuttuğumuz an tehlikeli bir ilişki başlıyor. “Faşizm” ise en özgürlükçü insanın bile içinde yer edebilecek bir hastalık hali. Bunu sadece ideolojik açıdan bir iktidar aracı olarak tarif etmemeli, faşizm önce iki insan arasında başlıyor. Tehlikeli bir biçimde büyüyor ve yaygınlaşıyor.
Türkiye’de ilk defa siz oynuyorsunuz bu oyunu değil mi?
Evet. Moda Sahnesi’nin bu sezon için hazırladığı ilk oyun. Kemal oyunu okumam için bana gönderdiğinde “Ben bu kadını oynamalıyım” duygusu yaratmıştı. Kışkırtıcı, aynı zamanda korkutucu ve zor bir roldü. Groteskin sınırlarında gezen farklı bir bakış açısıyla oynanması gereken bir oyun. Kemal’in yönetmenliği ufkumuzu açtı ve ilk bakışta anlaşılması zor gibi duran bu oyunda işimizi çokça kolaylaştırdı. Oyun cinsel rolleri ele alırken yazarın deyimiyle “Bir insanın sistemin dışına çıkması için neler olmalı?” sorusuna “cesaretle” cevap arayan bir metin aynı zamanda.
Provalarda da epey çalışmışsınız bu konuda sanırım...
Kuşkusuz. Yönetmenimiz Kemal Aydoğan’ın çalışma disiplini, oyun-oyuncu arasındaki bağı güçlendirme yöntemi çok değerli ve önemliydi. Her oyuncunun okuma listesi provalara başlamadan çok önce verilmişti. Nazizmi ve o düşünceyi oluşturan unsurları kavramadan bu oyunu oynamak imkânsız çünkü.
Bizi neler bekliyor bu oyunda? Biraz da sizden dinleyelim.
Niyetlerini apaçık ortaya döken, kendilerini sürekli ifşa eden karakterler var bu oyunda. Dünyanın hakimi erkekler, doğurganlıktan başka bir şey bilmeyen bir anne, güçlülerin yanında yer alan kilise, olup bitenleri kabullenen çocuk. Oyun toplum düzenini aileden yola çıkarak eleştiriyor. Seyirci oyunda devletin çekirdeği olan aileyi bütün çarpıklığıyla seyredecek. Hitler’in yarattığı dünyanın vahşi yüzünü kara komedi tadında izleyecek.
Konu açılmışken, oyunda Hitler’in çok ciddi izlerini görüyoruz.
Oyunun yazarı Alman. Mümkün mü Hitler’in iz bırakmaması. Yazar Alman toplumunun klişelerini kullanarak aileyi burjuva cehennemi olarak ele alıyor.
Sizin canlandırdığınız anne karakteri oğullarını saplantılı bir biçimde seviyor, değil mi?
O ilişkiye sevgi denir mi bilemedim. Aidiyet, güç, norma uygunluk, annenin büyük oğlana olan düşkünlük nedenleri olabilir. Eşcinsel oğlunu, anne-baba-çocuk üçlüsüne dâhil etmek için evlendirmek ve torun sahibi olabilmek için savaşan faşist bir anneyi oynuyorum. Anne karakteri norma uymayan oğulla çatışma halinde.
Çocuklar konusunda bile erkek çocuk takıntısı var.
Tabii çünkü soyu devam ettiren kadın değildir, erkektir ya! O yüzden bir tapınma hali var. Faşist ideolojide zaten erkek üstün insan olarak tanımlanır. O düşüncede kadın ikinci sınıf vatandaştır. Kadın kendini erkeğine adamakta bir sakınca görmez. Çünkü kendi varlığının farkında değildir. Varoluşun gizemi kadının varlığında saklı ama erkeğe vehmediliyor ne yazık ki.
Fakat anne oyunda yalnız kaldığı zaman fikrini hemen değiştiriyor.
Tabii, çünkü aslında çok güvensiz ve güçsüz. Birey değil. Bir insanın kalabalıklar arasında kendini var edebilmesinden bahsediyoruz. Kalabalığın içinde kendini var ettiğini zannediyor anne. Yalnız kalmaktan, öldürülmekten korktuğu için çaresizce oğluna sığınıyor. Sevgisinden değil, korkusundan.
Aynı şey rahip için de geçerli...
Kilisenin burjuva aile kurumu ile ilişkisini oyunda bir rahip temsil ediyor. Geçmişi karışık bir rahip. Kilisesi paraya köle olmuş. Burjuvaziyle dirsek teması bu yüzden. Din, ideolojik aygıtın kullanışlı bir parçası haline gelmemeli; insanların, bu hayatla kurdukları ruhsal ilişkideki masumiyetini kaybetmemelidir.
Kadına dair de çok sert eleştiriler var, üstelik hepsi kadın karakterler üzerinden yapılmış.
Oyundaki anne karakteri şöyle bir cümle kuruyor: “Bir kadın, bir erkeğin kadını nasıl inşa ettiğini çözebilirse kendi içindeki kadın ile huzur ile içinde yaşar.” Bu büyük yanlışı günümüzde ne çok kadın yol haritası yaptı. Kadını bundan daha iyi tarif eden bir cümle olur mu? Hayat için kullanıma açılan kadınlar... Biz kendimizi, erkeğin bizi algılama biçimi üzerinden işe yarar hale getiriyoruz. Bunu bizzat biz yapıyoruz, yani kadınlar. Bu yanlışın farkına varmadığımız sürece hiç şansımız yok.
Bu oyunda da en çok rahatsız eden şey o zaten.
Rahatsız edici olması seyircinin ezberini bozması açısından önemli. Oyunun özgün bir dil ve biçimi var. Seyircinin tepki vermesine olanak sağlıyor bu yapı. Yazar yapay bir dil kurmuş ve her karakter bu yapay dil aracılığıyla uçlarda geziyor. Bu yapaylığın altına gizlenmiş sırları keşfetmek çok heyecan verici oldu bizim için. Keşfettikçe biz de rahatsız olduk. Bu oyunda kadının durumu yakıcı. Şiddetiyle, aptallığıyla, hedonizmiyle... Kadının varoluşuna –var olamamasına- dair düşündürücü çok tablo var oyunda.
Anne ile gelin adayının bir ortak noktasını görüyoruz. Aslında birbirinden çok farklı görünen karakterler doğurganlık konusunda hemfikirler.
Anne, gelin adayını doğurmaya istekli olduğu için kendisine çok benzetiyor. Kuşak çatışmasının bile gelini hizaya getirebileceğini düşünüyor. Kadın-erkek eşitliğine inanmayan bir anne. Kadının yaşamda sadece doğurgan olması, sisteme erkek evlat yetiştirmesi -soyu devam ettiren erkektir onlara göre- erkeğin ayaklarına kapanması... Kadını aşağıda gören, ikinci sınıf insan yapan erkek-iktidar algısı ve onun yarattığı düzendir. Düşündürücü ve ürkütücü olansa, kadının erkekler tarafından kendine biçilmiş bu rolü kabullenmiş olmasıdır.
Oyunda bir de suflöz karakteri var. Bir kontrol mekanizması olarak mı karşımıza çıkıyor suflöz?
İktidar her yerde aslında. Sadece bizi yönetenlerin dayattığı bir algı değil. Günlük ilişkilerimizde de var. Oyunda aslında iktidarın her yerde olduğunun da altı çiziliyor. Hepimizi kontrol eden bir mekanizma yok mu zaten? Bu bir tiyatro oyunu bile olsa yoldan çıkarsan; uyarıyı, cezayı alırsın. Oyuncular tiyatronun normunun dışına çıkmamalı diyor suflöz. Bu bağlamda bir tür kontrol memuru, denetçi.
Peki bu aile için bir umut var mı ileride?
Annenin hiçbir şansı yok. Belki oğul daha dik ve omurgalı durursa, alıştığı yaşam konforundan vazgeçerse, isyan ederse, öteki olmayı inatla isterse, daha onurlu bir hayat sürebilir.