Fatih Akın’ın yeni filmi Tschick (Elveda Berlin) bugün itibarıyla sinemaseverlerle buluşuyor. Son zamanlarda farklı türler denemesiyle öne çıkan yönetmen, ilk edebiyattan uyarlaması olan Tschick’te sevimli, kendi deyimiyle “güneşli” bir hikayeyle karşılıyor bizi. Bu filmde alışık olmadığımız bir şey daha var ki o da ana karakterlerin çocuk olmaları. Yönetmenle son filmi Tschick, kitaptan uyarlama film çekmek, şu an üzerine çalıştığı yeni filmi ve geçmiş/bekleyen projeleri üzerine konuştuk.
Tschick, gençlik romanı olma düşüncesiyle yola çıkan ancak 30 farklı dile çevrilen ve dört milyondan fazla satarak bu tanımın çok ötesine geçen bir roman. Fatih Akın’ın okuduğunda kendi gençlik yıllarındaki film ve kitaplarla özdeşleştirip bir şeyler yakaladığı Tschick, Berlin’de yaşayan ancak bambaşka dünyalara sahip olan iki çocuğun tuhaf karşılaşması ve çılgın yol maceralarını konu alıyor. Filmin sıra dışı ve asi karakteri Tschick’in aklımızda kalan “geri dönmem” sözü ile şekillenen ve belirsizce devam eden yolculuğu dudaklara istemsizce bir özgürlük gülümsemesi konduruyor.
Wolfgang Herrndorf’ün romanından uyarladığınız aynı adlı filminiz Tschick (Elveda Berlin) 30 Eylül’de Türkiye’de vizyona giriyor. Film, Berlin’de yaşayan varlıklı ve mutsuz bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen 14 yaşındaki Maik ve göçmen bir ailenin çocuğu Tschick’in öyküsünü anlatıyor. Film fikri nasıl ortaya çıktı ve nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?
Tschick söylediğiniz gibi kitaptan uyarlama bir film. Ben kitabı ilk kez 2011 yılında okudum. Kitabı okuduktan sonra da filmini çekmek istediğimi düşündüm. Gençlik dönemlerimden Amerikan sinemasında benim için çok önemli olan filmler var. Mesela Stand by Me, o da Stephen King'in The Body isimli kısa romanının sinemaya uyarlaması. Bu filmler gençlik dönemlerimde benim için bir nevi arkadaş gibiydiler.
Tschick’i yarısına kadar okuduğumda gençliğimde izlediğim filmlere ve okuduğum kitaplara benzettim. Ve o an bu kitabın filmini çekmeye karar verdim. Ki o zamana kadar edebiyattan ilham alan, edebiyattan çıkan bir film yapmamıştım. Bu da ilginç bir deneyimdi benim için, bir çeviri bir dönüştürme şeklinde çalışmak…
Kitabı filme uyarlamaya karar verdikten sonra ne yaptınız?
Kararı verince Rowohlt Yayınevine başvurduk. Farkettim ki benim dışımda Almanya’daki çoğu yönetmen de bu kitabın filmini çekmek istiyordu. Çünkü kitap Almanya’da çok başarılı bir durumdaydı. Bugüne kadar dört milyondan fazla sattı. Yayınevine ulaştığımda teklifim için sevindiler, ancak yazar Wolfgang’in kanser olduğunu ve hastalığıyla ilgilendiğini, durumla ilgili bize haber vereceklerini söylediler. Tabii haber gelmedi.
O sıralar benim ilgilendiğim başka bir projem vardı: The Cut. Onun için uygun bütçeyi sağlamıştım. The Cut benim için daha önemli oldu ve filmi çekmeye başladım. Film hazırlıkları ve çekimi oldukça uzun sürdü. İki-üç yıl zamanımı aldı. Film bittikten sonra çekimlerden döndüğümde Wolfgang ölmüştü ve başka bir yapımcı da filmin telif haklarını almıştı. Artık vazgeçmiştim, demek ki bu film bana göre değildi. Fakat geçen yıl avukatım aradı, “Zamanında sen Tschick’i çekmek istemiştin, hâlâ istiyor musun?” diye sordu. Evet hâlâ istiyordum ama başka bir yönetmen bu filmi çekiyor diye biliyordum. O yönetmenle bir zamanlama sorunu olmuş, anlaşamayıp ayrılmışlar. Başka bir yönetmen gerekiyormuş. Benim de vaktim vardı. Hayat bana bu filmi geri verdi, ben de kabul ettim ve filmi çektim.
Tschick’i Türk sinemaseverler olarak merakla bekliyoruz. Siz filmin Türkiye gösteriminde ülkede olacak mısınız?
Çok istiyorum ama olamayacağım. Şu an başka bir film (Aus Dem Nichts / In The Fade) üzerine çalışıyorum. Tschick bana iyi geldi. Bir rüzgar, şans getirdi. Ekim ortası gibi yeni çekimlerim başlayacak, şu sıralar hazırlıklarla ilgileniyorum.
Yeni filminiz Aus Dem Nichts ne üzerine? Belki bize biraz ipucu verebilirsiniz?
Yeni filmin türü için thriller diyebilirim sanırım. Daha karanlık bir film olacak. İlk filmim Kısa ve Acısız ya da Duvara Karşı gibi. O dünyaya benzeyen ya da o dünyadan çıkan bir konu yine. Diane Kruger başrolde oynuyor. Denis Moschitto ve Numan Acar da filmde yer alacak diğer iki isim.
“7-8 yılda bir komedi filmi yapmak bedenime iyi geliyor” dediğinizi okumuştum. Hatta Soul Kitchen’dan bahsederken “Bazen içindeki güneşe bakan çiçekleri sulamak gerekiyor. Bu filmle ben onu yaptım” diyorsunuz. Bu bir film için yapılabilecek en güzel tanımlardan biri olsa gerek. Bir başka tanımı da yeni filminiz Tschick için yapmanızı istesek ne derdiniz?
Tschick daha güneşli ve aydınlık bir film. Benim karakterim de öyle. Gülmeyi seven bir insanım. Hayat bir tarafı ağlayıp bir tarafı gülen bir maske gibi. Mesela The Cut çok daha ağır bir filmdi. Şu an üzerine çalıştığım film de öyle. O yüzden arada bir güneşli film yapmak iyi geliyor. Böylece “bu adam çok iyi komedi de yapıyor” deniliyor ve tek bir köşeye sıkışmayıp, tek bir tür yönetmeni olarak anılmıyorsun. Söz konusu film türleri olunca zengin ve eli bol olmak istiyorum. Vermeyi ve paylaşmayı seviyorum. O yüzden de değişik alanlarda kendimi denemeye çalışıyorum.
Tschick “bir yol romanı” ifadesiyle karşımıza çıkıyor. Bu film sizin ilk yol hikayeniz olmayacak aslında. Im Juli’de de samimi bir yol hikayesi ile karşımıza çıkmıştınız. Tschick ile Im Juli arasında bir bağlantı kurabilir miyiz?
Bir yönetmen gözüyle bakarsam geçmişte yaptığım bazı şeylerden memnun olmadığımı söyleyebilirim. Geçmişte yaptığım hataları görüyorum arkama bakınca. Kamerayı koyduğum yer, işi ele alış şeklim gibi… Im Juli’ye bakınca böyle şeyler aklıma geliyor. İkinci kez aynı tür ve alanda çalışırken geçmişte yaptığın hataları düzeltebiliyorsun. Tabii şöyle bir şey de var. Tschick’i, çekime yedi hafta kala kabul ettim ve senaryo iyi değildi, üzerinde çalışmak gerekiyordu. Hiçbir şey hazır değildi. Yedi haftada hazırlanabilir miyim diye düşündüm ve sonra dedim ki ben daha önce bu tür film çektim. Yolda olmanın ne demek olduğunu biliyorum. Çocuklarla çalıştım Solino’da, onun ne demek olduğunu da biliyordum. Tecrübem vardı. Paradan daha önemli olan bir şey varsa o da tecrübe. Tschick’i tüm zorluğuna rağmen tecrübem sayesinde kabul ettim.
Bu kadar çok okunup, 30 farklı dile çevrilen ve dört milyondan fazla satarak gençlik romanının ötesine geçen bir kitabı sinemaya uyarlamak sizin için nasıl bir deneyimdi?
Senaryo yazarken boş sayfaların önünde oturuyorsun ve bu boş sayfaları doldurman lazım. Bu zor bir süreç. Ancak bir filmi kitaptan uyarlarken durum böyle değil. Ortaya çıkmış bir hikaye var. Bu benim için çeviri gibi bir şey. Ben bir zamanlar kendi filmlerimin altyazıları için Türkçe’den Almanca’ya çeviri yapıyordum. Örneğin Crossing the Bridge gibi filmlerde. O zaman ilk defa böyle bir çeviri süreciyle karşılaşmıştım. Aslında edebiyatı sinemaya uyarlamak da bu sürece benziyor. Bu deneyim benim hoşuma gitti.
Kitabı ayıklıyorsun, hangi bölümlerini film olarak görmek istiyorum diye düşünüyorsun. Hangi bölüm daha önemli, hangisi değil diye odaklanıyorsun. Buna aslında fazla düşünmeden, hislerinle karar veriyorsun. Ayıkladığın filmleri birleştirip kurguluyorsun, yeni sahneler ve geçişler yazıyorsun. Bu filmin edebiyattan uyarladığım son film olacağını düşünmüyorum, bu çalışma biçimini çok sevdim.
Bir de artık eskisi gibi oturup da senaryo yazamıyorum. O zamanlar geride kaldı. Tecrübe kazandığın zaman her şeyi kolay kolay beğenmemeye başlıyorsun. Memnun olmak daha zorlaşıyor. Bu yüzden kendi senaryolarımı yazmak gitgide daha uzun zaman alıyor. Beş yıl gibi bir süreye ihtiyacım oluyor ve ben beş yılda bir film çekmek istemiyorum. O yüzden de edebiyattan çıkan bir projeyi ya da yabancı bir senaryoyu çekmek fikrine daha sıcak bakıyorum.
İlk kez bir filminizde merkezdeki karakterler, çocuklar. Hatta birinin ilk oyunculuk deneyimi sanırım. Bu durum hem çekimler hem de çalışma sürecinizi nasıl etkiledi?
Evet... Ben bunu geçmişte hep yaptım. Tecrübesiz veya az tecrübeli oyuncuları, tecrübeli oyuncularla bir araya getirdim. Kısa ve Acısız’daki Adam Bousdoukos ya da Duvara Karşı’daki Sibel Kekilli’nin de film tecrübesi yoktu. Bazen bu durum filme bir gerçekçilik ve heyecan havası da verebiliyor. Bu asla oyunculuk eğitimine ya da oyuncu olmaya gerek yok demek değil. Ama mesela 14 yaşında bir çocuk arıyorum ve o yaşlarda çok fazla oyuncu yok. O yüzden tecrübesiz ama karaktere yakışan birini seçtim.
Bir röportajınızda Soul Kitchen’ın ardından Hrant Dink hakkında bir film yapmayı plandığınızı okumuştum. Bu projenizi durdurdunuz sanırım? Ya da ortaya çıkmak için bir yerlerde bekliyor olabilir mi?
Aslında benim bir sürü senaryom var, bu da onlardan biri. Yazdığım ve henüz zamanı gelmeyen çok fazla projem var. Mesela rafında duran ve senaryosu yazılmış bir Yılmaz Güney projem var. Belki altı tane senaryom vardır bu şekilde bekleyen. Bazılarından memnun değilim, bazılarının da zamanı gelmedi. Yarın ne olacağını bilemiyorum. Zaman gösterecek. Hrant Dink filminden vazgeçip The Cut’ı yaptım. Onun tecrübesi pek iyi değildi. Hem maddi açıdan hem de filmin reaksiyonları beklediğim gibi olmadı. Film sanatsal ve ticari anlamda pek tutulmadı. Ancak benim için çok önemli bir filmdi. İyi ki yaptım diyorum. Kazandığım tecrübe çok önemliydi. The Cut ile bir göçmen çocuk olarak, Almanya’da yaşayan bir Türk olarak kendi sorunlarımla yüzleştim. Şimdi zaman gösterecek bir daha bu tarz film çekip bu yola devam edip etmeyeceğimi.
The Cut, her Ermeni Tehciri’ne değinen film gibi hem birçok eleştiri aldı hem de çok beğenildi. Filmin belki de en ayırt edici özelliği western janrında işlemenizdi, bu sizin tarzınızda çok karşılaştığımız bir karakter hali değil. Filmden aldığımız bu western tat hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Sizi buna yönlendiren ne oldu?
Soykırımla ilgili okuduğum hikayelerden etkilendim. Çöl, tren ve at simgelerini hatırlıyorum. Bu simgeler bana western dilini çağrıştırmış olmalı. 1920’lerde Amerika’ya göç etmek olgusu ve western’in son nefesleri veriyor oluşu beni etkiledi. Ama tabii her şeyden önce ben bir sinemacıyım ve bir western çekmek istiyordum.
İleride karanlık veya neşeli bir filmin dışında bambaşka bir kategoride bir filmle görebilir miyiz sizi? Mesela romantik komedi ya da bir korku filmi?
Her şey olabilir. Senaryoyu beğenmem ve bir köprü kurmam lazım. Benim için önemli olan bu.
Bize son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Hepinizi çok özledim, herkese çok sarılıyorum.