Şarkıları giderek daha fazla bilinen ama çok sık röportaj vermeyen Can Güngör’ü birkaç yıllık arkadaşlığımızdan medet umarak söyleşiye ikna ettim.
Şubat 2015’te Olmadı Kaçarız plakçılık tarafından yayınlanan Silik Düşler isimli albümü kısa zamanda kendi şahane dinleyici kitlesini yarattı. Albümdeki her enstrümanı kendisi çalan Can Güngör, aynı zamanda albümün prodüktörü olarak karşımıza çıkıyor ve müzikal dehasıyla şimdiden, Türkiye’de üretilen müziği daha iyi ve farklı bir yere taşıyacağına işaret ediyor.
Albümü elinize aldığınızda, 2010’ların önemli işlerine imza atmış olan isimleri görüyorsunuz. Aylin Güngör tarafından çekilen albüm fotoğraflarından, Baran Göksu ve Umut Çetin gibi iki çok zeki ve yetenekli müzisyenin sahibi olduğu stüdyo seçimine ve en önemlisi tek başına yarattığı ilk albümü sonrasında, konserler için kendisine seçtiği yol arkadaşlarına kadar her şey, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş.
Can Güngör, bence, yaptığı müzikle, en başta kimsenin dikkatini çekmeyen, sakin, hafif, gösterişsiz şeylerin üstüne eğilip onların pek de öyle olmadığını en güçlü anlatan sanatçılardan biri. İnsanın gündelik hayatta mühim saymayacağı şeylerden, kendi yazdığı şarkı sözleriyle dev hikâyeler çıkarıyor.
Son dönemde ön plana çıkan hiçbir grup ya da müzisyenden etkilenmeden kendi fırlattığı taşın arkasından gidiyor. Albümde en sevdiğim şarkı 9.00. Albümde olmayan en sevdiğim şarkı ise Yalnız Ölmek. Ama Orhan Veli sevenler Güneş Orhan’dan, ilk kez dinleyecek olanlar da Ben Oradaydım Zaten’den başlayabilir. Son olarak, Can Güngör’e “Tozunu süpürür mü başkasının rüzgârı?” sözünü yazdıran şeye, düşünceye, zamana ve mekâna kâinatın bütün yumruklarını ve ışıklarını tüm saygımla yolluyorum.
Davulla başlayan macerasını, aranjör/prodüktör kimliğiyle de genişletmesinin hemen ardından hem şarkı sözü yazarlığını hem de bütün enstrümanlarda kendi imzasını kullanmasıyla müzikal dehasını ortaya koyduğu albümü Silik Düşler için Can Güngör’le buluştuk ve bir şeyler, bir şeyler hakkında daha sohbet ettik.
Can, sana ilk soruyu sormakta zorlandım açıkçası. Ama sonunda karar verdim.
Şu bitmek bilmeyen EP süreciyle başla istersen. Çünkü bildiğim kadarıyla aslında çok çalışan ama kendine gelince daha “yavaş” hareket eden birisin bence. Yanlışsa söyle…
Çünkü bence gayet birkaç sene öncesinde de en azından internette paylaşabilirdin şarkılarını. Fakat bir şeyi bekledin sanki. O süreç seni nereye taşıdı?
Yavaş ve temkinli birisiyim. Bir de tek başına olunca karar vermek zorlaşıyor galiba. Hiç unutamadığım bir söz vardır: “Sanat eseri bitirilmez, terk edilir”. Kimin sözü bilmiyorum ama bunu söyleyen insan hayatıma yön veren insanlardan birisidir.
Bir şeyler üretip, o ürettiğiniz şeylere dair iyi hisler beslediğiniz bir anda onları terk ediyorsunuz. Terk etmediğiniz takdirde sonsuz bir süreç başlıyor ve kendi editörlüğünüzü yapmaktan yorgun düşüyorsunuz. Benim hem şansım, hem şansızlığım albüm sürecinde kendi albümümden başka birçok meşguliyetimin olmasıydı; prodüktörlüğünü yaptığım albümler, konserler vesaire. Albüm süresince unutacak kadar uzaklaştığım dönemler oldu. Sonra dinleyip ‘haaa bu fena değilmiş’ ya da ‘bunu kesin yeniden kaydetmeliyiz’ dediğim durumlar yaşadım.
Bu aralar nasıl peki? Lansmandan sonra neler olup bitiyor?
Lansmandan bu yana beş altı konser daha çalma fırsatımız oldu. Beraber çalmak ve sahnede olmakla alakalı bir şeyler günden güne daha iyi oturuyor.
Grupta herkesin hem kişisel hem müzikal olarak kendi içinde derinleştiği ayrı bir dünyası var. Daha çok beraber olup, bolca çalıp bütün zenginlikleri ortaya çıkarmak istiyoruz. Konserlerde çaldığımız parçaların bazılarının albüm versiyonlarından uzaklaştım zaman içerisinde. Dahil olan yeni ve farklı hisler birçok şarkıyı olduğundan daha güzel bir yere götürdü. Bir prova mekânımız olsa haftadaiki üç kez kesin bir araya geliriz ama şu an için konser öncesi provalarla işi götürmeye çalışıyoruz.
Bu aralar biraz duruldun sanki. Seni hep birilerinin albümünü kaydederken görmeye alıştığımdan belki de. İkinci albüm için çalışmalar var mı?
Evet çok yoğun bir yedi sekiz ayım oldu. Neredeyse bu zamana 3 albüm sığdırdım. Şimdi biraz daha sakin geçiyor. Mini emeklilik gibi görüyorum bu dönemi. Evvelden boş kaldığım zamanlarda acayip sıkılıp kendime sarardım. Şimdi vaktimi daha iyi değerlendirmeyi öğrendim galiba. Piyano çalıyorum bol bol. Sevdiğim şarkıları çıkartıyorum, caz standartları çalışıyorum küçük küçük. Satranç bulmacalarına sardırdım; her gün çıtır çerez iki üç tane çözüyorum.
Bu kendine kapanma süreçlerinde neler besliyor seni? Neler okuyorsun mesela? Neler izliyorsun?
Başucumda yedi sekiz tane kitap duruyor. Jung'un yeni yayımlanan Kırmızı Kitap'ı, Uğur Yücel’den Yağmur Kesiği, Kandinsky'nin Sanatta Ruhsallık Üzerine' si vs. Moduma göre değiştirip değiştirip okuyorum. Bazen bir hafta, iki hafta hiçbir şey okuyamadığım da oluyor. Rahat bıraktığım bir süreç...
Dizi filmlerden epey keyif alıyorum bu ara. Sopranos bilmem kaç yıla yayılmış bir şaheser bence. Breaking Bad de öyle. Sonra Lynch'in elinden çıkan Twin Peaks, absürdlüğüyle, tuhaf karakterleriyle, drama-korku dengesiyle aklımı alıyor. Hollywood filmlerinden de keyif alıyorum. Jurrasic World'de yüreğimin ağzıma gelmesini seviyorum, Werckmeister Harmoniak'daki gizemli fotoğraflara hayran hayran bakmayı da.
Evet, sen, Bela Tarr gibi, kendine gelince yavaş işlemeyi seviyorsun bence. O yüzden albümün de bu tarihlerin çok da gerisine dayanıyor aslında. Mesela 2012’de yayınladığın Sadece ve Silik Düşler, senin kendi çocukluğunla hesaplaşman gibi geliyor bana hep. Orada bir şeyi tamir ettin ve senin kaynağın olan bu iki şarkıdan çıkıp bambaşka bir tarafa açıldın bence. Birazdan daha detaylı bir şey soracağım bu konuda ama müziğin hem “iş” kısmındasın hem “ilham bekleyen tarafı”nda. Sendeki anlamını merak ediyorum. Bir tür kendini anlama durumu mu müzik için?
Kesinlikle öyle. Bunun farkına varamadığım zamanlardan beri böyle. Dinlemek insana çok şey öğreten bir eylem. Sesleri, sözleri dinlemek, düzenlemeyi, enstrümanları, nüansları fark etmek. Her şarkı, her müzik hayatın seslerle sıkıştırılmış formlarından biri bence. Müziği böyle algılamak hoşuma gidiyor. Müziği keşfederken aslında milyonlarca başka şeyi de keşfediyor insan.
Muhakkak. Birçok başarılı müzisyenle çalıştın: Teoman, Yasemin Mori, Mabel Matiz, Göksel ve Ceylan Ertem... İşin matematiğine, tekniğine bu kadar hakimken, daha yaratıcı ve ilham gerektiren yanında da varoluşunu nasıl dengeliyorsun? Bu saydığım isimler için demiyorum elbette onlar senin de üretimlerine çok inandığın insanlar, fakat müziğin “iş” olmasına dair genel görüşünü merak ediyorum aslında. O hâl seni nasıl etkiliyor? Çünkü gayet Kadıköy’de evden hiç çıkmayan arada pencereden bakan bir müzisyen de olabilirdin. Saçın sakalın da bu durumu desteklerdi.
Evet. Evden çıkma konusunda ben de şaşkınım. Yeterli yetkinlikte bir davulcu olamasaydım sanırım evden hiç çıkmayan, kendi kendine sürekli demolar yapan bir tip olurdum. Davul, beni dış dünyayla buluşturan bir araç oldu aslında. Bir sürü güzel insanla, müzisyenle tanışmam da bu sayede oldu. Ceylan’ın ilk albümünde iki şarkıda davul çalmıştım mesela. Mabel’in konserlerinde yaklaşık üç yıl çaldım. Bu sayede birbirimizi, müziğimizi tanıdık ve beraber iki albüm yapmış olduk.
Müzik üretim sürecini parçalara ayırmak çok zor bir şey aslında ya da bir ilham/önem sıralaması yapmak… Bazen aranjman yaparken şarkıyı başlatacak ve taşıyacak müzikal fikri bulmak için de acayip içsel ve ruhani bir süreç geçirmek gerekebiliyor. Bir sürü yola giriliyor, çıkılıyor. Ama şarkı yazmaya kıyasla aranjman/prodüksiyon zanaate daha yakın duruyor galiba. Şarkı yazmak çok daha öznel ve tekil bir süreç. Sanırım iki dünyayı birbirinden ayırmaya çalışmıyorum. O sırada gündemimde ne varsa, oradaki fikirlerle yatıp kalkıyorum zaten. Mabel’in albümünü yaparken onun şarkıları, hikâyeleri, Ceylan’ınkini yaparken onunkiler. Sonuçta dinlenecek bir şey yaratıp insanların kulaklarından, his dünyalarına ulaşmaya çalışıyorsunuz. Hangi aşamasında olursam olayım en nihayetinde bir şarkının oluşmasına vesile oluyorum diye düşünmeye çalışıyorum.
Senle ilgili bir tespitim vardı benim. Müthiş sözlerin var. Sözlerinle ihtişamı olmayan, patlayıp saçılmayan, çok yükseklere fırlamayan duyguların üstüne eğiliyorsun bence sen müziğinde. Enkaz altından karınca kurtarma çabası gibi. İnsanların, normalde yanından geçip gidebileceği hisleri anlamaya, sonra idrak etmeye çabalıyorsun ve idrak edince kabullenmek için bu şarkıları yapmaya başlıyorsun gibi seziyorum. Aynı zamanda seni normalde de tanıdığım için “gerçek hayat”ta çok fazla hislerinin peşine takılıp sürüklenen, onun kanalına çekilen biri değilsin. O yüzden müzik senin asıl gerçeğin gibi ve hayatta hiç kullanmadığın o enerjiyi direkt olarak müziğe aktarıyorsun. Bu yüzden de sakinliğiyle pişuuuv, pişşuuuv diye vuran bir müzik ortaya çıkıyor. Hı?
Çok teşekkür ederim. Kendi müziğim için yapılmış en güzel ve en doğru tanımlardan biri oldu.
İddialı birisi değilim. Çok talepkâr da değilim. Genelde hep kendi kendini ve potansiyelini zorlayan birisiyim. Müzik bunun için çok güzel bir alan açıyor bana. Bu zamana kadar yaptığım demolar hatta bu albüm de bunu belgeliyor. Etrafımda bir sürü müzisyen varken yalnız yapmayı seçtim. Çok da farkında değildim aslında ama doğrusu böyle gibi geldi. Kendim bir şey oluşturayım, sonra insanları toplarım etrafımda dedim. Müziği bu anlamda kendi kurduğum bir oyun gibi görüyorum. İsteyen gelir oyuna dahil olur. Konuşarak anlatmaktansa yaparak anlatmayı seviyorum galiba.
Birlikte çaldığın müzisyenlerin hepsinin ürettiği işleri de ayrı ayrı biliyorum. Çok güçlü isimler bu anlamda. Mesela sevgili okur, burada röportajı okumayı yarıda bırakıp önce sizin Studio Sessions’daki Belki de Sensin performansınızı izleyebilir. Senin şarkılarının, Türkiye’nin müzik tarihinde, çok gerekli bir sıçrama olduğunu düşünüyorum. Sözleri nasıl bir süreçteyken yazıyorsun? Yeni bir parçayı üretirken, kimin nasıl etkisi oluyor daha çok?
Çok teşekkür ederim ama estağfurullah demeden geçemeyeceğim. Berke’nin (Can Özcan) Full Moon Theory albümünü dinliyorum bir yandan yazarken, umarım onun albümü dünyaya ulaşabilir. Şahane bir albüm yapmış.
Bu zamana kadar bütün şarkıların sözlerini ben yazdım, müzik ve düzenlemelerini kendim yaptım. Lakin şu an sahnede beraber çaldığım beş kişilik şahane bir grubum var. Senin de bahsettiğin gibi her biri kendi üretimlerini yapan değerli müzisyenler. Konser için gereken düzenlemeleri beraber yapıyoruz. Bir sonraki albümü de onlarla beraber yapacak olmayı umuyorum ve belki, bir söz bir ses de onlardan gelir. Öyle ortak bir üretimimiz olmuş olur.
Şahane olur valla. Peki yıllardır sahnedesin. Ama artık kendi parçalarını söylüyorsun. İşte ayaktasın, bir iki adım daha öndesin filan. İlk konserden sonra ne hissettin?
Gerçekten bambaşka bir durum. Yıllardır aynı olan sahne şimdi yepyeni bir alan. İlk konserde acayip heyecanlanmıştım, henüz çok konser olmadı ama hâlâ çok heyecanlanıyorum. Orayı önemsiyorum. Dinleyicileri, grubumu. Dinlemeye değer bir şey oluşturmak ve küçük de olsa iz bırakmak istiyorum. Ama banjom hala sorun çıkarabiliyor.
Bence o banjonu hep saklamalısın. Anarşist banjo! Geçtiğimiz günlerde Gece Gezmesi konserinde de dinleyince o farkı görüyorum. Belli bir dinleyici kitlenin oluşması senin üretim sürecini etkiliyor mu? Ölçüp tartmaya başlıyor musun bir şeyleri, dinleyicinin tepkilerini?
Ölçüp tartmıyorum ama hitap edebildiğimi hissetmek iyi geliyor. Yavaştan bir iletişim başladı gibi. Evvelden monologdu, şimdi diyalog gibi oluyor. Dikkat eden, dinleyen ve hisseden insanlar olduğunu, şarkıların tesir ettiğini bilerek çalmak ve yazmak çok güzel.
İletişim sadece dinleyici-müzisyen arasında değil, müzisyenler arasında da çok önemli bence. Özellikle 2010’larda üreten müzisyenler diyeyim, onların farkı bence çok bir arada olmaları. İşte Pürtelaş olsun, Sofar, Bant vs. şahane oluşumlar ve birliktelikler. Bu bir arada olma hâlinden yola çıkarak soruyorum bunu, sizin meseleniz veya ortaya koyduğunuz ne daha çok?
Bu zamana kadar Gezi’ye dair yüz bin tane yorum/analiz yapıldı, artık içimiz şişti ama değinmeden edemeyeceğim; yalnız olmadığını bilmek çok güzel. Şu an olan şey bu bence. ‘2010’ diye tanımladığın dönem içinde müzik yapan insanların -dolayısıyla benim- önleri, arkaları, sağları, solları Türkçe güzel müzik yapan iyi niyetli insanlarla dolu. Bu cesaret veriyor. Hem de söz anlamında da güzel bir dağarcık oluşuyor. Gündelik ve sıradan meseleleri motif olarak kullanabilmek büyük bir özgürlük bence. On yıl önce içinde ‘çay’ geçen bu kadar şarkı yoktu. Ben bunu ifade zenginliği olarak yorumluyorum.
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da diyor ya… “Hayat fena hâlde futbola benzer. İyi bir takımın yoksa kaybedersin.” Kesinlikle öyle. Birlikte üretmeyi, yaratmayı ve durmayı öğreniyoruz. Bu arada, evin Kadıköy’de. Burası, seni ve müziğini nasıl etkiliyor? Mesela Berlin’de yazdım filan deme de Hiçbir Sebep Yok tam öyle bence; Kadıköy şarkısı. Kaygısız…
Hiçbir Sebep Yok’ta yalan bir kaygısızlık var aslında. Daha yukardan bakmaya teşvik ediyor, meseleyi daha geniş bir yerden almaya çağırıyor ama aslında mevcut haliyle çok da matah bir yerde değil.
Kadıköy’ü epey seviyorum. Yaşadığım yerle barışık olma hissini biraz Bakırköy’de yaşamıştım. Hayatımın en uzun dönemini de orada geçirdim aslında; ama Kadıköy’ün anlamı, benim tercih ettiğim bir yer olması ve kendimce kişisel bir devrim başlattığım bir yer olması sebebiyle çok farklı. Ama yer değiştirme fikri hep iyi geliyor bana. Şimdi daha uzak daha ücra yerlere kaçma, daha sessiz daha yeşil bir yerlere göç etmeyi hayal etmiyor değilim.
Kadıköy’ün müzik kaynağı, bence adı ileride bazı kitaplarda ve müzik belgesellerinde muhakkak geçer. Studio Bee’de neler yapmaktasınız bu aralar?
Evi güzel yapan sahibidir ya, bu da öyle bir şey benim için. Acayip pahalı ekipmanlarla donanmış, deri koltuklu stüdyolar zerre ilgimi çekmiyor. Müzik tamamen enerjilerle alakalı. Çok sevdiğim dostlarım, yoldaşlarım Baran Göksu, Umut Çetin orayı yıllar içerisinde huzurlu ve ilham dolu bir yere dönüştürdüler. En son Mabel'in Gök Nerede albümünü 3 ay beraber yatıp kalkıp tamamladık. Bu süreçte ne birbirimizden, ne de çalışma ortamımızdan sıkılmanın yanından geçtik. Şu sıralar güçlerimizi birleştirip daha büyük grupları canlı kaydedebileceğimiz, birkaç stüdyonun bir arada olduğu bir mekânın hayalini paylaşıyoruz. Bakalım zaman neler gösterecek.
Son zamanlardaki ilham kaynaklarına da selam edelim mi? Ölmüşler de olabilir…
Çok kahramanım yok. ‘Kahramanlarımızı öldürelim’ciyim aslında. Sayısız etkiler var, izler var. O izlere, bizdeki tezahürlerine bakalım derdindeyim. Miles Davis çok güçlü bir karakter. O epey bir şeyi değiştirdi müzikte ve bunu yaparken de farkındaydı. Bu beni epey etkiliyor mesela son sıra. Efsanevi otobiyografisi sonunda yeniden basıldı da elime geçti. Onu kazmaya çalışıyorum bu ara biraz. Hadi bu selam ona gitsin madem.
Oradan ve hepinizden ne çıksa, iyi olur şüphesiz. Teşekkürler...