Pelin Esmer’in İstanbul ve Adana film festivallerinde toplam üç ödül aldığı, senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazdığı İşe Yarar Bir Şey filmi üzerine bir yazı.
Oyun, 11’e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi filmleriyle ödüller alan yönetmen Pelin Esmer’in 5 yıllık bir aradan sonra çektiği filmi İşe Yarar Bir Şey, Türkiye’de ilk kez 36. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş ve FIPRESCI ödülünü kazanmıştı. 24.Uluslararası Adana Film Festivali Ulusal Yarışması’nda Pelin Esmer ve Barış Bıçakçı’ya “En İyi Senaryo”, Başak Köklükaya’ya “En İyi Kadın Oyuncu” ve Gökhan Tiryaki’ye “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini kazandıran film, 27 Kasım’da Tallinn’de düzenlenen 21. Black Nights Film Festival’inin resmi seçkisinde uluslararası prömiyerini yapacak. Türkiye, Fransa, Hollanda ve Almanya ortak yapımı olan ve oyuncu kadrosunda Başak Köklükaya, Yiğit Özşener, Öykü Karayel ve Ayşenil Şamlıoğlu’nun bulunduğu filmin senaryosunu Pelin Esmer ile birlikte Bizim Büyük Çaresizliğimiz ve Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra romanlarının yazarı Barış Bıçakçı üstleniyor.
İşe Yarar Bir Şey seyirciyi çok katmanlı bir yolculuğa çıkaran bir film. Film, bizi ana kahramanı olan 42 yaşındaki avukat ve şair olan Leyla (Başak Köklükaya) ile özdeşleştirerek, tren yolculuğu boyunca onun perspektifinden, duraklardaki hayatlara bakabilmemize olanak veriyor. Leyla’nın 25 yıl sonra ilk kez lise arkadaşlarıyla buluşması için İzmir’e trenle yolculuğa çıkması ve yolunun aynı trende hemşire Canan (Öykü Karayel) ile kesişmesi ikilinin öyküsünün ilk adımı oluyor. Yolculuk boyunca birçok ana şahit olan ikilinin hayatlarından anlık insanlar da geçiyor. Bir iş görüşmesi için yola çıkan Canan’ın sessiz ve durgun halleri, erkek arkadaşı ile olan tartışmalı telefon konuşmaları ve bir başına takındığı endişeler Leyla’nın bir şekilde ilgisini çekiyor. Canan’ın endişeleri ile Leyla’nınkiler aynı olmasa da ikisi de yolculuğun sonunda kendilerini oldukça zor karşılaşmaların beklediğini biliyor. Leyla yol boyunca Gülten Akın’ın Kırmızı Karanfil kitabını okuyor, notlar alıp eskizler çıkarıyor ve yemekli vagona geçip arada yemeğini yiyor. Canan da genç bir kız olarak bu sıkkın ortamı olağanca sıkkın ve endişeli geçiriyor. Trenin uğradığı ara ve genel duraklarla yönetmen bize oraya ait çok kısa yaşam fotoğrafları da sunuyor. Trenden bu yerleşim noktalarındaki hayatların sakinliğine, tutuculuğuna, bazen ıssızlığına veya karanlığına bakıyoruz. Yolculuk boyunca birbirini tanıyan ikili öyle bir anda sıkı fıkı arkadaş olmuyor. Modern zamanın temkinli tavırlarında, oldukça yavaş bir ritimde ilişkileri sürüyor. Tam da filmin şiirsel dili gibi yol pencerelerden akarken; bir yandan da ilişkiler, düşünceler, kendi kendine kalmalar tren içinde sürüp gidiyor.
Yemekli vagonda bira içen Leyla’nın durakta mahalle baskısına uğramaması ve pencereye taş gelmemesi için, garsonun gelip perdeyi kapaması hiç de kör göze parmak yapmadan toplum eleştirisini yapıyor. Daha sonra küçük bir yerleşim yerinde sahne almak üzere trene binen Berfu (Ayşenil Şamlıoğlu) ve dansçı arkadaşı yemekli vagonda yer bulamayınca, yemek yiyen Leyla ve Canan’ın masasına oturuyor. Bu sahne filmin en keyifli anlarından biri oluyor. Olabildiğince organik kurulmuş diyaloglar ve gerçekçi karakterler uzun bir sohbete başlıyor. Ancak bu sohbet derin bir sohbet olmaktan çok hayatın boşluğunda amaçsız, tamamlanmamış ve meraka dayalı gelir geçer bir sohbet olarak veriliyor. Elbette bu dörtlünün yaptığı sohbette hayatla ilgili fazlaca bilgi, insana dairlik ve iç çekişmeler hissediliyor. Komik anların da yaşandığı bu sahne, oradaymış veya daha önce bu tür anlara çok fazla şahit olmuşuz gibi hissettiriyor. Bir süre sonra Berfu ineceği durağa geliyor ve tıpkı hayatlarımızdan silinen insanlar gibi kendi karanlığına doğru usulca kayboluyor. Aynı şekilde yine o küçük yerleşim yerinin kendine has karanlığı, boğuculuğu ve akmayan zamanı şehrin içine girmeden istasyonda hissettiriliyor.
Leyla bir süre sonra Canan’ın İzmir’de, boynundan aşağısı felç olan Yavuz’un (Yiğit Özşener) ölme isteğini gerçekleştirmek üzere yola çıktığını, çalıştığı hastanedeki doktor olan Hüseyin Abi’sinin bu işi ona teklif ettiğini öğreniyor. Canan’ın kararsızlıklarını daha da anlamlandıran Leyla, bu işi yavaşça sorgulamaya başlıyor. Bu çözümleme ile ikilinin varacakları noktada gerçekleşecek deneyimleri daha katmanlı bir şekilde sorgulamaya başlıyoruz. Yaşam ve ölüm arasındaki sorgunun üstüne yaşamdaki varoluş hikâyelerimiz ekleniyor. Bu hikâyelere ilave olarak tren camına yansıyan şehir ve insan manzaraları daha da güçlü bir anlatı oluşturuyor. Filmin görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin gerçekten muazzam bir çalışma yaptığından bu sahnelerde özellikle bahsetmek gerekli. Tiryaki, sadece iki mekân (vagon) kullanılan filmde, bizi hiç boğmadan, mekâna çok çeşitli açılardan bakmamızı sağlayarak, sıkılmamızı ve filmin boğucu olma ihtimalini önlemiş. Leyla’nın pencereden baktığı zaman dışarıyı görmesi, bizim onun gözünden dışarıyı görmemiz ve yansımasından hem Leyla’nın kendini görmesini hem de bizim Leyla’yı görmemiz onun hissettiği ile kendi hissettiklerimizi sentezlememiz açısından zengin bir görsel anlatı oluşturmuş. Böylece klostrofobik bir ortam da hissedilmiyor. Kamera geçişleri, derinlik hissi ve her bir istasyona başka bir açıdan bakması bizi bir sonraki istasyonda nasıl bir fotoğraflama yapacağı konusunda meraklandırıyor. Böylece filmin, 24. Uluslararası Adana Film Festivali Ulusal Yarışması’nda aldığı “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülü hiç de şaşırtmıyor.
Film, sonunda ne oldu, nasıl bitti gibi sorulardan öte izlendikçe şiirsel tadıyla, karakterlerin ruh haliyle ve onların hissettiklerini dışavurmalarıyla öne çıkıyor. Edebi kısmı ağır basıyor, birçok yazar ve şaire göndermeler de yapıyor. Böylece çok yönlü bir pekiştirmeyle kendi ifadesini güçlendiriyor. Simgesel anlatıya da başvuran filmde, müzik kullanımı efekt olarak değil yaşamın içinden, olması gerektiği gibi gerçekleştiriliyor. Bu da herhangi bir illüzyona başvurmadan karakterlere ve anlara odaklanmamızı sağlıyor.
Leyla’nın gittiği lise buluşma yemeğinde kameranın U şeklindeki masayı kesmeden tüm karakterlerin önünden geçerek seyirciye tanıtması ne çok uzun ne çok kısa aktarılıyor. Kısa kısa, Leyla’nın tüm lise arkadaşlarıyla ilgili karakter bilgilerini kayan bir bant gibi izleyebiliyoruz. Böylece geçmişine ait izlere bakarak onun şu anki ruh halini ve neden 25 yıldır bu buluşmalara gelmediğini de anlayabiliyoruz. Arkadaşlarından birinin “hadi bize bir şiirini oku” demesi her yetenek sahibi insanın başına gelen o boş anları seyirciye hissettiriyor ve yaşam pratiklerindeki o boş anın işgüzarlığını bize belgeliyor. Bir başka açıdan hemşire Canan’ın oyuncu olmak istemesi de iyi bir ayrıntı olmuş. Hemşirelikten oyunculuğa yönelen birçok oyuncu olduğunu düşündüğümüzde bu kişisel yönelimin sebeplerini düşünmemiz veya klişe bir gerçekliği farketmemiz açısından fırsat sunuyor. Canan’ın tamamen pragmatik istekleri ve toplum kurallarına uygun, çok sorgulamayan saflığı, Yavuz ve Leyla arasındaki edebi ve entelektüel sohbetin içinde hem bir çatışma hem de denge görevi görüyor. Akıp giden bir edebi sohbetin içine eğitim, kadın ve farkındalık gibi toplumsal gerçeklikler komik bir biçimde yerleşiveriyor bir anda.
Her şekilde film öyküsüyle bir yol hikâyesi ve yolda olanlar üzerinden kesişmelere odaklanıyor. Hem fiziksel hem de ruhsal bir yolculuk yaparak, bizi hayatın karmaşası ve boşluğu içinde varoluş çabalarımızı, dayatılmış veya güdümlü isteklerimizin anlamlarını sorgulamaya itiyor. Bu öykü dahilinde filmdeki tüm oyuncuların oldukça tutarlı bir performans sergilediğini, anlatılmak istenilen insanların oyunculuk açısından doğru bir temsili olduğunu belirtmek gerek. Her karakterle özdeşlik kurmamıza yarayan bu yol öyküsünü görmekte kesinlikle yarar var.
Başka Sinema iş birliği ile vizyona giren İşe Yarar Bir Şey filminin fragmanına aşağıdan göz atabilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=E8dtTiD33FI