Solo albümünüzden önce Mai, Toz ve Toz, Seni Görmem İmkansız gruplarından tanıyorduk sizi. Kendine has tarzı olan müzisyenlerin genellikle grup deneyiminden sonra solo albüme geçmeleri bir tesadüf mü?
Bir eksper olarak cevaplayamam bunu ama kendimden de yola çıkarak bir tahminde bulunabilirim. Herhangi bir sanat türüyle ilgilenenler, kendisiyle benzeşenleri bulduğunda birlikte üretmekten keyif alıyor herhalde. Orta okuldan beri müzik üreten biri olarak ben de müziği seven arkadaşlarımla bir araya geldiğimde o yöne doğru ilerliyorum. Yapacak daha iyi bir işimiz olmuyor çünkü. İşte bu noktada müziğin kendisi başlıyor. Sektörel olarak baktığımızda tamamen insan içgüdüleriyle alakalı olduğunu düşünüyorum, yoksa önce grup sonra solo gibi bir durum söz konusu değil.
Ressam bir babanın kızı olarak resim ilginiz ister istemez babanızdan gelmiştir. Peki sizi müziğe götüren asıl neden neydi?
O da aileden… Annem çok iyi bir klasik Türk müziği dinleyicisidir, babam da sever üstelik. Haliyle doğduğumdan beri evde musikiler yankılanırdı. 80’lerde Türkiye’de doğan herkesin gerçeğinde olduğu gibi... Yaşım ilerledikçe farklı müzik türlerini dinlemeye başladım. Benden altı yaş büyük bir abim var, ilk açılımı o yaptı. İlkokul dördüncü sınıftayken önce Nirvana albümünü elime tutuşturdu, sonra Pearl Jam, REM geldi. Ardından Deep Purple, Rolling Stone ve aynı ekolden birçok müzisyen hayatıma girmeye başladı. Ortaokulda çok sevdiğim arkadaşım İlke ile Olimposlular diye bir grup kurduk. Sonraki grupları biliyorsunuz zaten, süreç bu şekilde kendi kendine gelişti.
Sizin yaşlarda bir müzisyenin güçlü sözlerle musikiden beslenen bir müzik yapması dikkat çekiyor. Dinleyicileri bu şekilde şaşırtmak hoşunuza gidiyor mu?
Gerçek olmayan hiçbir şeyin tutunması, ilerlemesi mümkün değil. Toprağın altını kazıyarak yeni bir tür müziğin peşinden koşuyorsanız, bunu insanların nasıl karşılayacağını hesap ederek yapamazsınız. Çünkü her şeyde olduğu gibi birileri bayılacak, birileri nefret edecek. Önemli olan, hayalini kurduğun şey senin bir parçan mı ve başkalarının bunu duyup görmesi gerektiğini düşünüyor musun? Eğer ortaya koyduğun ürün bundan öncekilerin bir devamıysa, biraz yapmak için yapmışsın gibi geliyor bana. Elbette sanat tarihi birikerek çoğalır, devrimlerle değişir ancak ben henüz olmayan bir müzik türünün peşindeyim. Nasıl ki Zeki Müren, Erkin Koray, Selda Bağcan ve adını sayamadığımız birçok değerli müzisyen bu ülkeye yeni tatlar getirdiyse, ben de orijinal olanı sunmak isterim. Aksi halde hem kendimin hem de dinleyicinin vaktini boşa harcamış olurum. Benim şarkılarımda Türk sanat müziği, Rock’n Roll, türkü, pop, Anadolu, uzay her şey var. Bende karşılığı olan, iç içe geçmiş bütün türlerin bir karması. Tarzımı soranlara Gaye Su Akyol müziği bu diyorum. Bana göre müziği yapan kişinin adı yeterli olmalı, illa bir türü işaret etmeye gerek yok. İşte o zaman dünyaya ve zamana bir miras bırakabiliyorsun.
Zeki Müren’in adı geçmişken, geçtiğimiz ayki sergisine gitmiş miydiniz? Ben beğenmek bir kenara, müze olması gerektiğini düşündüm. Siz ne dersiniz?
Bu müze fikrini o kadar çok kişiden duydum ki, demek herkes aynı şeyi hissetmiş. Ben de aynı temennideyim, umarım gerçekleşir. O kadar muazzam bir arşivciymiş ki Zeki Müren, 10 katlı bir müze anca altından kalkar. Şimdiye kadar yapılmaması zaten tuhaf değil mi? Onun gibi bir sanatçı Avrupa’da yaşamış olsa müzesi çoktan yapılırdı. Bizse sergisi olduğunda bile heyecanlanıyoruz.
Sizin sanatınıza geri dönersek… Müziğin ve resim alanında ürettiklerinizin birbiriyle etkileşiminde neler çıkıyor ortaya?
Psikolojide sinestezi adı verilen kavramdan bahsetmem lazım önce. Bu, duyduğun şeyi tatmak, tattığını hissetmek gibi duyuların beyinde karışması hali. Benim algım da böyle aslında. Resim yaparken onun müziğini duyabiliyorum ya da müzik dinlerken onun renklerini görebiliyorum. Bu ayrıcalıklı bir durum değil bence; sadece tecrübe. Hayatı algılamada renkleri ve sesleri kendine öncelik koymuş biri olarak ikisi arasında seçim yapmak zorundaymışım gibi hissetmiyorum. Zaten ikisi birbirini besleyen, motive eden ve ayırarak düşünmekten pek haz almadığım şeyler.
Babanızla estetik algılarınızın farklı olduğunu söylemiştiniz başka bir röportajda. Kendi estetik algınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
Yaşadıkça, duydukça, gördükçe değişen bir şey bu. Genel olarak sevdiğim ressamları, filmleri, müzikleri düşündüğümde, naif ve mükemmelden uzak olanları sevdiğimi görüyorum. Hayatın içinde de bu böyle. Kusurlarıyla savaşan, zaman zaman barışan ama gerçekten onları kabullenmeye müsait kişilerle muhabbet etmeyi tercih diyorum. Hayatın ve doğanın kusurlu tarafı ilgimi çekiyor. Tabii bu söylediklerim bugün buradaki ‘ben’in yaptığı bir tanım. Bir yıl sonra konuştuğumuzda bambaşka bir tanım yapabilirim.
Edebiyatla kurduğunuz ilişki nasıl başladı?
İçgüdüsel olabilir. Beni arayıp buldu ya da ben onu buldum.
İlk okuduğunuz kitap neydi?
“Bu kitap benim” deyip ilk okuduklarım Küçük Prens ve Şeker Portakalı’ydı. Boş vakti olan her çocuk gibi evdekilerle ilgileniyordum ve bizim evde kitap çoktu. Merakım da vardı üstelik. Şiiri, edebiyatı hayatım boyunca çok sevmişimdir. Melih Cevdet Anday, Can Yücel, Cemal Süreya, William S. Burroughs gibi isimler beni hep etkilemiştir. İlkokuldayken kahverengi kaplı bir defter almıştım kendime, hâlâ duruyor. Şiirlerimi yazardım ona. Çocukluğundan beri şiir yazan romantik bir tiptim yani.
İlk şiirinizin konusu neydi?
İlk şiir miydi hatırlamıyorum ama ilk aklıma geleni okuyayım: “Deli gönül artık çok geç elveda / Kıyamete kadar yaşanmaz bu dünya / Yanlış yaşamak hayat gibi / Bu gözler de yanlış senin gibi.” Bunu yazdığımda altı yaşlarındayım. Bazen kendime yabancılaşıp psikanaliz yaptığımda, “İntihardan, ayrılıktan bahseden bu çocuğun hayatta kalması mucize!” diyorum.
Böyle söyleyince insan merak ediyor. Nasıl bir çocuktunuz?
İnanılmaz meraklı, ekspresyonist, sürekli kendini ifade edecek alanlar yaratan bir tiptim. Sürekli “Bak anne yeni bir şarkı yaptım, şiir yazdım, resim yaptım” diyen bir çocuk. Sıkıcılık derecesinde olgundum. Annem hep anlatır; beş yaşında oturup benimle dertleşirmiş, ben de ona öğütler verirmişim. Çocukken de boş muhabbet sıkardı beni anlayacağınız. Bir noktadan sonra konuyu daha fantastik bir yerlere taşımaya çalışırdım.
Sanata bu kadar ilginiz varken niye konservatuvar değil de antropoloji okudunuz?
Resim, müzik yapmak istiyordum ama okumam gerekli mi bilmiyordum. Babam akademi mezunu biri olarak bana bunları yapmak için okulunu okumama gerek olmadığını söyledi ve tercihi bana bıraktı. Ben de sanatın öğrenilen değil, duyumsanan bir şey olduğuna inandığım için konservatuvara gitmek istemedim. Antropoloji bölümünü dayım önermişti. “Senin bundan sonra yapacağın her şeyde çok etkili olacak bir bölüm” dedi. Araştırdım, hoşuma da gitti.
Katkısı oldu mu peki?
Kesinlikle oldu, iyi ki o bölümü okumuşum. Antropolojinin en çok insanların birbirinden üstün olmadığı fikrini seviyorum. Her kültür kendi içinde bağımsızdır, diyor. Bu bilgi bile insanın varoluşuna müthiş bir saygı ve gerçek bir kabullenme yaratıyor.
Çağdaş sanat alanında özellikle takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
Beğendiğim birçok isim var elbette ama birini takip etmek gibi değil benimki. Paylaşımcı ve bireysel algılıyorum hepsini. Kimleri beğeniyorum derseniz, Misaki Kawai ilk aklıma gelen isim. Onun dışında Türkiye’den çok sevdiğim Ahmet Doğu İpek, Ali Elmacı, Elif Boyner...
Kişisel ya da karma çok sayıda sergi açtınız. Bunların içinde en özel olanı hangisiydi?
Açılışlar tüm büyünün bozulduğu yerlerdir, o yüzden pek sevmem ama babamla sergi açmak çok farklı bir tecrübeydi. Çünkü çocukluğundan beri idol olarak gördüğün biriyle -ki o baban senin- aynı şartlar altında işlerini sunuyorsun ve bu tuhaf bir duygu. Kendimi hem büyümüş hem de bir taraftan çocuk hissettim.