Guillermo Del Toro’nun yönettiği, 74. Venedik Film Festivali Büyük Ödülü’nü kazanan, 90. Oscar Ödülleri’nde 13 dalda adaylığı bulunan ve En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Prodüksiyon Tasarımı ve En İyi Film Müziği ödüllerini kazanan The Shape of Water (Suyun Şekli) sular altında geçen bir yetişkin masalına odaklanıyor.
Kapı açılır ve suların altında yaşayan bir masal perisinin hayatını izlemeye başlarız. Kamera suyun tüm o akışkanlığına bizi de dâhil ederek bu su altı masalını anlatmaya girişir. Anlatıcının girizgâhıyla birlikte merakla Eliza’nın başından geçenleri dinlemeye başlarız. Film, Soğuk Savaş yıllarında, 1960’larda geçen bir aşk masalı. Eliza (Sally Hawkins), kendi rutininde yaşayan, günleri birbirinin sanki kopyası gibi olan bir döngüde kısılıp kalmış, gizli bir uzay araştırma merkezi laboratuvarında çalışan bir temizlik görevlisi. Her gün aynı şeyleri aynı şekilde yapıyor, yumurta haşlamadan tutun da mastürbasyona kadar. Değişen tek şey her gün özenle kopardığı ve arkasındaki özlü sözleri okuduğu takviminin yaprakları.
Eliza’nın bu sıkıcı rutindeki, sıkıcı bir ruh olduğundan şüphe etmememiz gerek diye düşünürken; yönetmen Guillermo Del Toro filmdeki en derinlikli, en özenli karakteri olan, sıradan hayat döngüsünü kıran “öteki” Eliza’yı anlatmaya başladığı anda, o masalsı dünyanın çerçevesi de bir anlamda çizilmiş oluyor. Anlıyoruz ki Eliza dilsiz ama sağır değil ve bu dilsizlik hâli ile dünyadaki seslerle kurduğu bağ, onu hayatın içindeki oyun anlarını görmek konusunda belki de uzmanlaştırmış. Kapı komşusu ile Bill “Bojangles” Robinson’a eşlik ettikleri küçük tap dansı ya da işe giderken kendi ayak seslerinin onu götürdüğü “başka” bir dünya bunlara verilecek örnekler arasında. Bir sinemanın üst katında yaşıyor olması ise yine farklı bir dünyadan gelmiş olma hissini daha da kuvvetlendiren bir nokta.
Bu dünya, bir gün gizli laboratuvara getirilen çok özel, kendisine tanrı denilen bir yaratığın gelmesi ve Eliza’nın bu “öteki”yi merak etmesi, ona kendini bir şekilde yakın hissetmesi ile değişir. Eliza’nın “öteki” yaratığı, dostu, “öteki” eşcinsel komşusu, iş arkadaşı “öteki” siyahi Zelda ve yine aslında bir Rus ajanı olan ama ne kendi tarafındaki Ruslara ne de gizli görevle geldiği bu Amerikan laboratuvarındaki Amerikan meslektaşlarına uyum sağlayabilen “öteki” doktor Hoffstetler; dünyaya kendilerince direnmeye/dayanışmaya çalışan bir grup/tim haline geliyor kısa sürede. Kötülere karşı yaratığı laboratuvardan kurtarmak için yaptıkları sade ve naif plan bile tıkır tıkır olmasa da işliyor. İşliyor işlemesine ama filmin bahtını pek de döndüremiyor. Kulağınıza takılan ve gün boyu da takılacak olan o güzelim parçalar, sanki biz de ıslanıyormuşuz gibi neredeyse film boyu devam eden yağmur, o bitmeyen ıslaklık hissi, karakterler ve metin derinliği anlamında çok da ilerleyemiyor. Kötü kalpliler tarafının lideri Michael Shannon’ın canlandırdığı Strickland’ı izlerken bu eksik boyutlandırmanın farkı daha da belirginleşiyor. Faşist, aşırı milliyetçi, verilen görevi askeri bir disiplin içinde yapmaya çalışan bir supervisor aslında Strickland. Çocukları ve güzel bir eşi olan, güçlü, sağlıklı bir erkek. Sanki reklamdan fırlamış bir nevi Amerikan Rüyası. Nefreti de bütün “öteki”lere karşı. Kendisine benzemeyen, saçma gelen, anlayamadığı her şey onun için bir nefret etme potansiyeli taşıyor. Siyahiler, yaratıklar, farklı yöntemlerle yaratığa yaklaşmak isteyenler, dilsizler… Ötekilerle baş etmek için kullandığı yöntem de üç aşağı beş yukarı aynı: Şiddet. Yeri geldiğinde fiziksel, yeri geldiğinde sözel şiddet veya hakaret. Buraya kadar her şey tamam ama yaratıkla yani “öteki” ile kurulan bu nefret soslu bağ bizim kötü olarak adlandırdığımız Strickland’e kızmamıza yardımcı olamıyor. Kötü o kadar kötü ki, evindeki ketumluğu ya da o meşum Cadillac’ı almaya gittiğindeki hâli bile seyirciye değemiyor. Okunabilen pek de farklı bir karakter özelliği göze çarpmıyor. Evet Strickland her şeyden nefret ediyor ama bu nefretin sebebi boşlukta kalıyor. Kötülüğü o kadar boyutsuz ki, Eliza’nın yaratıkla iletişim kurmak için getirdiği yumurtalardan birini bulduğunda bile bunun üzerine kafa yormayacak kadar kötülükle meşgul. Diğer taraftan yaratığın kaçırılması sonrası Strickland ile ilgili belki de tek bağ kurabildiğimiz yer; her şeyi bildiğini, diğer çalışanları ile kafa kafaya verip bu kaçırılma işinin aslında büyük bir ekipçe yapıldığını düşündüğü sahneler.
“Bildiğini bilmemek iki anlama geliyor: Birincisi, bilinmeyen herhangi bir biçimde simgesel düzende, yani dilde de yer almadığında ortaya çıkan, yani kelimenin Lacancı anlamıyla ‘gerçek’i işaret eden bir bilmediğini bilmemek hâli. Diğeri ise bu ‘gerçek’in yarattığı tekinsizlik duygusuna tepki olarak ortaya çıkan bildiğini sanma fantazisi anlamında bir bildiğini bilmemek. Gerçekten fantaziye geçiş, yani bildiğini sanma kibri, her şeyden önce bizi gerçek karşısında savunmasız bıraktığı için tehlikelidir.” * Dolayısıyla Strickland’in tek gerçek “an”ı tekinsiz öteki karşısında savunmasız hissettiği ve bunu gizlemek adına geliştirdiği kibridir diyebiliriz. Kötüleri şöyle kısaca bir düşününce neden Ajan Smith’in kalbimizde bambaşka bir yeri olduğu da anlaşılıyor sanırım ya da Fletcher’ın ya da sayabileceğimiz onlarcasının. Filmin anlatı örgüsündeki temel karışıklığı da bu doğrultuda daha da açık okunur hâle geliyor. Ötekileri sığ bir anlatı çerçevesinde sunmak, ister siyahi ister eşcinsel olsun, her bir ötekileştirilen gruba selam olsun demeye çalışmak bu girişimi sıkıcı bir örnek yapmanın ötesine gidemiyor. Filmin dünyasındaki bütün iyilikleri “diğerlerinin” görmesi üzerinden bir okuma yapmak elbette imkânsız. Ama “ötekilerin aşkı” ve kurtulup kurtulamayacakları en merak ettiğimiz şey olarak filmin sonuna kadar bizi anlatı çizgisinde tutan şeylerden biri oluyor: Eliza ve yaratığın aşkı… Ötekilerin birbirlerine aşık oldukları ve birleştikleri an. “Cinsel ilişki hepimizde, her zaman ve en başından beri varolan o doldurulamaz eksiğin, o doyurulamaz kuraklığın, o aşkın yalnızlığın, yani doğmuş olma felaketinin ilacıymış gibi olur.” ** Bu ilaç ikisine de iyi gelir, ta ki yaratığın artık suyla dolu küvette yaşayamayacağını anladıkları zamana kadar.
Filmin sonuna gelmeden ufak bir ara verip, en güzel yere, Sally Hawkins’in performansına değinmemek olmaz. Temelde baktığınızda dilsiz bir karakter zaten canlandırılması en zor, en tehlikeli rollerden biriyken Sally Hawkins, bize filmin daha başında o zarafetli, tevazu dolu oyunculuğuyla göz kırpıyor. Tekdüze hayatının içerisindeki Eliza’yı, bedenini, işaret dilini kullanışı, isteklerinin belirginliği, ötekiliği ile kurduğu bağı, “öteki”ye duyduğu merakı, inatçılığını o kadar naif, o kadar sade, o kadar göstermecilikten uzak bir ihtişamla oyunuyor ki bizi kendine esir ediyor. Tek bir abartı, tek bir “ben” çıkışı göstermekten uzak, sanki öteki bir “leading lady” profili çiziyor diğer tüm “leading lady”lere atıfta bulunmaya çalışmaksızın. Gözlerindeki çocuk Eliza ile bedenindeki aşık olan, yetişkin Eliza’yı izlemeye doyamıyoruz. You’ll Never Know Just How Much I Care’i mırıldandığı an ise bu masalın en güzel sahnesi oluyor. Filmin tüm acabalarını beyaz elbisesiyle dans ederek bir bir ortadan kaldırıyor sanki. Şiirsel bir finalle de noktalanıyor bu masal. Ne demişler develer tellal, pireler berber iken...
*Bülent Somay - Çok Bilmiş Özne - Metis - 2008 - syf 20 - İstanbul
**Bülent Somay - Bir Şeyler Eksik - Metis - 2007 - syf 83 / 29 - İstanbu
https://www.youtube.com/watch?v=XFYWazblaUA