Vincent Cassel, 20 yıllık kariyeri boyunca, Mathie Kassovitz, Jan Kounen ve Gaspar Noé’nin de dahil olduğu genç Fransız film dünyasının karizmatik bir üyesi olmanın ötesine geçerek Fransa ve Hollywood’da kendine çok daha geniş ve beklenmedik bir kariyer çizdi. Maïwenn’in Mon Roi’sında (Prensim) korkutucu ve çekici Georgio karakterine hayat veren oyuncuyla !f İstanbul’da Galalar bölümünde gösterilen Mon Roi filmine ve aşka dair konuştuk.
Mon Roi’yı sizin için çekici kılan neydi?
Ben rolü seçmedim, rol beni seçti. Daha doğrusu Maïwenn beni seçti. Maïwenn’in her zaman ilginç bir yönetmen olduğunu düşünmüşümdür. Ve bu farklı bir enteresanlık; yaptığı işlerde teknikten çok bir hassasiyet ön plana çıkıyor. Kendisi için gerçek gözüken ile gözükmeyen üzerine oldukça belirli fikirleri var. Bu kadar talepkar bir yönetmen ile çalışmak her zaman iyi bir şey. Ayrıca oldukça alışılmadık bir çalışma pratiği var. Her zaman aynı anda iki kamera kullanıyor ve 25 ile 40 dakika arasında değişen uzun çekimler yapıyor. Bu da bir aktör olarak size oldukça geniş bir alan tanıyor.
Yani filmde doğaçlamanın önemli bir yeri mi var?
Evet ama ben bu kelimeyi kullanmayı sevmiyorum. Maïwenn bizi ne istersek yapalım diye bırakmadı. Bir senaryo vardı ve durumlar oldukça belirli şekillerde yazılmıştı. Maïwenn tesadüfleri seviyor; karakterin ve sahnelerin sınırları içerisinde kendimizi yeni şekillerde ifade etmeye teşvik etti.
Georgio’da kendinizi ne kadar gördünüz?
Bence hepimiz romantik ilişkiler konusunda benzer tecrübeler yaşıyoruz. Çekim yapılırken sahneler arasında settekilerin ‘Ben de partnerimle aynen bunu yaşadım’ dediklerini duymuştum. Hepimiz özel hayatımızda benzer iletişimsizlikleri tecrübe ediyoruz.
Film aşkın alışkanlık yaptığını öneriyor gibi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tabi ki! Aşk, var olan en kuvvetli uyuşturucudur. Ve en çok zarar veren. Sorun şu ki kimi sevdiğinizi seçmezsiniz ve belki de aşık olduğunuz kişi size acı verecektir. Ama günün sonunda yine de aşık olup üzülmek aşık olmamaktan daha iyidir. Sevmediğiniz sürece hayat boştur.
Aşka inanıyorsunuz. Peki uzun dönemli aşk var mı?
Bence cinsimizin devamını getirmek için doğuyoruz. Seks yapıp ürememiz öngörülüyor ve bu süreçte de duygusal bağlar yaratıyoruz. Genetik olarak uzun süreli ilişkilere yatkın olmadığımızı düşünüyorum. Bir hayat boyu evli kalabilir miyim emin değilim ama aşka ihtiyaç duyduğumuza inanıyorum. Bu yüzden de Mon Roi’daki karakterimin kötü ya da mutsuz bir adam olduğunu düşünmüyorum. Birçok kişinin dediği gibi çıkarcı bir narsist de değil. Tony’yi gerçekten seviyor ama ideal aşk sadece romanlarda olan bir şey. Gerçeklik çok daha karmaşık.
Erkeklerin aşka yaklaşımının kadınlarınkinden farklı olduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Bir erkek kadın üzerindeki kontrolünü kaybettiğinde, goril gibi davranır ki bu zayıflık sembolüdür. Biz bu anlamda zayıfız. Bunun için bir açıklamam var. Kadınlar, hayat yaratabiliyorlar ve bu yüzden de Tanrı gibiler. Erkekler hayat yaratamıyor ve bu bağlamda varlık olarak kısırız. Kadınlar daha derin ve hayatı erkeklerden çok daha önce anlıyorlar. Erkekler aptal; feminen tarafımızla iletişim kurmalıyız. Çoğu zaman bunu başaramıyoruz.
Neden bunu yapamıyoruz?
Çünkü zayıf gözükmek istemiyoruz. Kendi imgemizin güçlü olması gerektiği gibi bir fikrimiz var. Erkeksi, sert gözükmek istiyoruz. Bu saçmalık. Belki de yüzyıllar boyunca güçlü olduğumuz için saygı gördüğümüzdendir bu, kim bilir. Şunu belirtmeliyim ki aktörlük, feminen bir unsura sahip. İşinizde her zaman çekicilik önemli bir rol oynuyor; başkalarının arzuları içinde yaşıyoruz, arzulanmamız gerekiyor. Richard Burton’un da dediği gibi, ‘Aktris bir kadından biraz fazlası, aktör de bir erkekten biraz azıdır’.
Film setleri baştan çıkarmak ve baştan çıkarılmak için iyi bir yer mi?
Tabii ki. Aktörlerin çoğu birlikte çalıştıkları insanlarla birlikte olur. Ben bunu yapmıyorum. Bir şeyleri karıştırmayı sağlıklı bulmuyorum. Mon Roi’da da görüldüğü gibi ilişkiler zaten zor. İlişkileri bir de film setinin ortasına koyarsanız cehenneme dönebilirler! Film setinde ilişkim sadece bir kere oldu. O da 20 sene önce Monica ileydi (Bellucci, Cassel ile Bellucci 14 sene evli kaldı). O durumda neden kendime hakim olamadığımı anlayabileceğinizi düşünüyorum.
Dürtüleriyle hareket eden biri misiniz?
Kendimi içgüdüleriyle hareket eden biri olarak tanımlardım. İçgüdünün düşünceden üstün olduğunu düşünüyorum. İçinizden geleni dinlemeye cesaret edebilirseniz, çevreniz ve tanıştığınız insanlar hakkında ne çok şey söylediğini fark edersiniz. Ben içimden gelen sese kulak veriyorum. Tabii ki geçmişte aptalca şeyler de yaptım ama insanlar ve durumlar hakkındaki algımda, iç sese kulak vermek analiz etmekten her zaman daha iyi sonuç veriyor.
Aktör olmak da içgüdüsel bir karar mı?
Pek değil. Babam da aktördü ve ben işin içinde büyüdüm. Aktör olma kararım daha çok bir reaksiyondu. Ben büyürken herkes Fransız Yeni Dalga tutkunuydu. Ve Yeni Dalga tabii ki harikaydı ama Polanski’nin de dediği gibi, birkaç kuşak Fransız yönetmene de zarar verdi. Yeni Dalga’nın minimal yaklaşımını, görsel olarak kötü filmler yapmak için kullandılar. Benim kuşağımda ise Mathieu Kassovitz, Jan Kounen, Gaspar Noé ile birlikte biz bunu biraz değiştirmek ve filmleri daha biçimsel ve gerçek hayata göre daha görkemli yapmak istedik.
Bir aktör olarak başladığınızdan beri ne kadar değiştiğimizi düşünüyorsunuz?
Artık kim olduğumu daha rahat kabul ediyorum. Ve yıllar geçtikçe daha az şey biliyormuş gibi hissediyorum. Bir sahneyi canlandırırken tutarlı olmaya çalışmıyorum çünkü gerçek hayatta tutarlı değiliz. Bir şey söyleyip 30 saniye sonra tam tersini yapabiliyoruz. Fakat en önemlisi, şimdi daha az mütevazıyım ve gülünç olmaktan korkmuyorum.