Sanatçı Ansen’in sekizinci kişisel sergisi “Tyrant’s Reign and Titan’s Slain”, 22 Mart tarihinden beri x-ist’te sergileniyor. İnsan ve güç ilişkilerinden yola çıkan sanatçı ile bu kavramları kullanımı, figüratif ve renksel zenginliği üzerine konuştuk.
Çağımızın iç karartıcı atmosferinden ilham alarak bugünün liderlerine ve tarihin tekerrür ettiği anlara referanslar veren Ansen, yeni sergisinde Putin’den Trump’a günümüzün tiranları ve yok olan titanlardan bahsediyor. İnsanı merkeze alan çalışmalarında güçlü bir figüratif alan açan sanatçı, çocukluğu ve evindeki oyuncaklardan, kostüm ve kıyafetlere kadar pek çok ögeyi yapıtlarında birleştiriyor.
Son serginizin adı “Tyrant’s Reign and Titan’s Slain”. Bu isim nereden geliyor?
Tyrant’s Reign and Titan’s Slain… Burada şiirsel bir durum var. Neden İngilizce olduğundan başlayayım. Biz bu işi sadece yurt içine değil yurt dışına da götürdüğümüz için, orada kataloglarda görünürken ya da izleyicilere bir şeyleri izah ederken daha kolay oluyor. Tabii bir de evrensel bir dil olması etkili.
Benim temelde malzemem insan. Peki bu insanın eline güç verirsek... Ya da insan bu güçle ne yapar? Güç insan ilişkisi, insan nedir ve ne yapar, insan tarih dediğimiz şeyi nasıl oluşturur, neden tarihi figürler var, bu figürler tarihin ucu bucağı olmayan alanlarında birbirlerine nasıl karışıyorlar, bu tür denemelerle yola çıkıyorum. Tarihin neresinden tutarsanız tutun hep şu an yaşadığımız durumun bir benzeri var. Bütün bu yaşanmışlıklar, yaşanacak olanlara sürekli, sanki inadına, aynı izden gidermişçesine, değişmeden mesaj veriyor gibi. Değişimler var ama etkiye tepki olarak… Ama nedense tepki hep yetersiz kalıyor. İyileştirme sürecine girmiş bir yüzyıl yaşamadık daha. Kıtaların hangisinde var toplu bir uyanış? Biz insanız, artık kendimizi tanıyoruz, biz bu dünyada, bu doğada varız… Amacımızın, hedefimizin ne olduğu daha net değil. Biz niçin varız sorusunu henüz yanıtlayamadığımız için tarih çizgisinde olup bitenlere ve şu an hâlâ içerisinde bulunduğumuz tekerrüre ve geleceğe de ütopik bakmak yerine daha distopik bakma tarafındayız. O yüzden “Tyrant’s Reign and Titan’s Slain” bir anlamda tiranların zamanı ve titanların azabı… İşin içine titanlar da giriyor. Titanlar Yunan mitolojisinde ne yapmışlar? Bizim tanrısal olan özelliklerimiz babamızdan geliyor ama annemiz insan. Yunan mitolojisinde bir titan olmak için genelde dişi bir insana, bir kadına ihtiyaç var çünkü Tanrı Zeus dişilerle birlikte oluyor. Burada da çok enteresan bir şey var, doğurganlık sebebiyle dişinin bir muhafaza etme, onun yüzünden olma durumu var. Tanrısal olan güç, bir insan özentisi yaratabilecek tek ilişki bir kadın figürü. Bunun muhafazası, buna bir özlem veya çözmeye yönelik bir hareket olduğu için Titanlar var. Mesela sergide bir yapıtım var, Bare Hands dediğim ve Putin figürünün yer aldığı eser. Oradaki ayı figürü bir dişi ayıdır. Ve o bir titandır. O coğrafyanın gücünü simgeler. Ve üç tane yavrusu var. Onları koruyup kolluyor, hem fiziksel olarak bir güç hem de yavrularını koruması için dişiliğinin verdiği bir güce sahip. Böyle bakıldığında o bir titan. Ama artık ulaşılabilecek olan, aracı olan güç; büyük, ulaşılmaz ve daha tehlikeli olanla birim arasında bir kadraj olacak güç, azapta. Bütün serginin teması da bunun üzerine zaten. O nedenle serginin ismi böyle.
Eserleriniz güç ve iktidar kavramları üzerine neler söylüyor?
Çok güzel şeyler söylemediği kesin. Çok güzel şeyler söyleyebilseydi belki bunları bile yapmazdık. Gücü hep başkalarını yok etme üzerine kurulu bir düzenden görüyoruz. Bana dünya üzerinde bir adam gösterin ki çok zengin, örneğin Trump… Adam en büyük şirkete kondu, Amerika’dan büyük şirket mi var. Başkanlık duruşundan çok bir patron edasıyla duruyor zaten orada. Para var, güç var; fakat insanlık için bir şey yapmış mı? Hiçbir şey yapmadı, parasını katladı, kuleler yaptı, kapital içerisinde kendini güçlendirdi. Adamın somut olarak iyi yaptığı bir şey yok. Bununla ilgili bir sorun var. Gücü tarif etmekte. Güç nedir? Ama insan kendini iyileştirememiş bir canlı olduğu için biz de bunları distopya üzerinden konuşuyoruz. Serginin de genel fikrinde bir umut yok. Ama elimdekinin ters yönlerine odaklanan, böyle olsa ne olurdu, şu açıdan baksam nasıl olurdu sorularını soran bir öz yaklaşım var yapıtlarımda. Ayrıca biçimsel olarak da farklı açılarından bakmak gerekiyor. Hem görsel olarak hem de düşünsel anlamda farklı açılardan bakmaya çalışıp içerisindeki o “twist” diye tabir edebileceğimiz farklı ve biraz ironik ve distopik, rahatsız edici ve tekinsiz alanlarından bakarak yaklaşmaya çalıştım. Buralardan çıkıyor zaten ne çıkıyorsa. Sürekli memnuniyetten bir şey çıkmıyor.
Ben de böyle düşünüyorum. Şu an dünya da böyle bir yerde duruyor zaten, tarihsel olarak da hep böyle olmuş.
Hep böyle gerçekten. Mesela Hieronymus Bosch’a bakıldığında, tüm eserleri bütün o Ortaçağ ve onun baskısı üzerinden ortaya çıkıyor.
Sanatın da aynı zamanda muhalif bir konumda durması çok daha üretken olunmasına sebep oluyor. Bir direnme alanı açıyor.
Aynen öyle, bir ifade alanı açıyor. Çok tekin, memnun ve net alanlardan çok şey çıkmıyor.
Titanlardan yola çıkarak serginin tarihsel olduğu kadar mitolojik bir referansı da var diyebilir miyiz?
Ayı benzetmesini yaparken söylediğim nokta. Biz insanlar burada hep ne arıyoruz? Yukarısıyla, yüce olanla birim olan arasında azapta olan bir şey var. İşte bunun keşfi… Sergideki yapıtlar da hep bunun arasındaki sancıyla ilişkili. Putin’in yer aldığı işteki anne ayının vuruluşu, onun bir limuzinin üzerine bağlanarak götürülmesi… Onun bir şekilde diskalifiye edilmesi, kalan üç yavruya bakan bir Putin’den bahsediyoruz. Birisi ateşe yaklaşıyor, diğeri kendi başına avlanmaya çalışıyor. Putin parmağını ağzına sokarak bir şekilde yavruyu beslemeye çalışıyor. Dağılan coğrafya ve Akdeniz’e açılan yoldaki tüm ülkeleri sembolize ediyor bu ayılar ve yaptıkları hareketler. Orada denge taşları var, köprüler gibi… “Benim kurduğum köprüdür, ne kadar kar yağsa, benim elimle koyduğum kalır” anlamında. Bunlar hep gücün nereye kadar, nasıl götürülebileceği, kişinin eline geçtiğinde nasıl onu bu kadar bencilce bir noktaya taşıyacağıyla alakalı. Peki insana ne oluyor? Orada görüntüsü bile yok. Mesela François Rabelais’in Gargantua eserine ithafen yaptığım işte de öyle. Orada da insanlar bütün kuzuları, koyunları, yiyeceklerini Gargantua’ya götürüyorlar. Normalde bizi beslemesi gereken devletken biz onu besliyoruz aslında. Hep böyle bir sancı var. Orada titanların yeri kalmamış, insanlar da aynı şekilde. Kral Çıplak adlı işte de öyle... Orada sesini çıkarmayan bir tebaa var, kızıyla bir baba, anne ve bebeği gibi. Kral görünen bir topla bir oyun oynuyor. Birim olan insan neredeyse hükümsüz, sadece gücün altında kalmış, sesini bile çıkaramıyor. Tiran dediğimiz bu aracı, mitolojik bir aracı güç değersizleştirilip yok ediliyor. Çünkü salt güç artık o tek kişiye ait. Ve günümüzde insan artık tanrı. Artık bunun dönemi olarak yeni bir çağ başladı, zevkli bir çağ değil ama.
İnsanın güce ciddi bir zaafı var. Sizin sergide odaklandığınız güç, iktidar ilişkileri ve insan gibi kavramlara olan ilginiz nasıl başladı? Ve serginin oluşum süreci nasıl gerçekleşti?
Şu anki yaşadığımız koşullarla başlıyor aslında. Ben normalde bu şekilde bir başlık altında, eserlerin birbiriyle olan ilişkilerinden doğan bir sergi hiç yapmamıştım. Bu ilk olacak. Ama üzerine aylarca düşündüm ve hiçbir şey fikrimi değiştirmedi. Dünyada bütün bu olup bitenler üzerine bir sergi oluşturmak istedim. Sürekli bir çekirdeğe dönüş, toplumların milli değerlerine dönüşü ve kendilerine oradan bir lider bulma arayışı var. Lider de sürekli o referansları kullanıyor. Biz ve siz diye kategoriler üzerinden konuşuyor. Ama bizim artık her türlü düşüncenin ve akımın bağnazlığından kurtulmamız gerekiyor. Bu bağnazlık çağı çok hızlı başladı, ama bence çok hızlı da bitecek.
Bu serginin daha önceki sergilerinizle nasıl bir ilişkisi var?
Figür kullanımım bütün sergilerde var olan ortak bir özellik. Hep insan var. Yaptığım çalışmalarda hep hayvan ve insan figürleri, tanımladığımız doğa içerisindeki canlıları konu alıyorum. Biz onlarız, onlarla bir şeyler üretiyoruz. Hayat onlarla oluşuyor, biz de bu hayatta daha farklı açılardan sorular sorup farklı açılardan yanıtlamaya çalışıyoruz. Ortaya çıkan şey de bu cevaplara göre şekilleniyor. Bundan önceki sergilerle olan net yakınlığı her zaman sahnede tarih ve insan olması. Elbette ki güç de var. Ama bir insan benim yanıma geldiği anda bir konu başlıyor.
Aslında insan da kendini biraz doğaya göre tanımlıyor.
İnsan çok acayip bir varlık. Aslında ne çok güçlü ne çok güçsüz. Ellerimizi ve parmaklarımızı kullanmaya başladığımız zaman, kavrama başlıyor. Bizi ayıran şey belki de baş parmaklarımızdaki kabiliyet.
Bir önceki seriniz “Noirland”de daha siyah-beyaz ağrılıklı çalışmıştınız.
Evet, epey sadeydi. Orada da böyle çıkmazların peşindeydim, zaten adı da Noirland: kara diyar. Ama orada çocukluğumdan çok referans vardı. Kağıt olmasının sebebi de oydu zaten. Ansiklopedileri karıştırıp, figürleri ve tarihi referansları oradan toplamıştım. Daha emprovize, buruşuk kağıtlar, kasten katlamalarla bir biçim ve ifade alanı rahatlığı hissetmiştim. İçine yine dijital bir takım çalışmalar girmişti ama nedense planimetrik, tek planda, daha böyle sade, kaba ve net planlı bir sergi kurgusu gözümde canlanmıştı. Bu sergi ona göre hem renk armonisi açısından hem de biçimsel anlamda çok renkli. Bu sergide plastik parçalar, oyuncaklar ve oyuncakları kasti biçimde değiştirme var. Hamur yerleştirme, yüzlere yapılan müdahaleler… Geçen serginin disiplininden epey farklı. Ama yine de hedeflenen yaklaşım aynı.
Serginin bu kadar renkli olmasının kavramsal çerçevesiyle bir bağlantısı var mı?
Var tabii ki. Örneğin kırmızının hakim olması sanat tarihinde de kırmızının dini liderlere referans vermesiyle ilgili. Kıyafet ve kostümler aslında çok tarihi referans verir. Bir yakanın bile bir serüveni vardır.
Kostümle de çok ilgileniyorsunuz sanırım…
Çok. Mesela 17. yüzyılda Fransa’da ve İngiltere’de o zamanki mimari yapıların çatılarından akan yağmur ve pis su, henüz alt yapı mantığının oluşmaması, pencerelerden dışkıların atılması, parfümün gelişimi, Katolik inancından gelen yıkanmama geleneği, o şapkaların oluklu oluşu ve yağmur suyunu omuzların da dışına doğru akışını sağlaması bir serüven aslında. Bu serüven bize hem zamanı hem de zamanın inanışı ve coğrafi koşulları hakkında bilgi veriyor. Tarihin her süreci kıyafet ve kostümlerimizde mevcut. O döneme ait giyiniyoruz ve dönemin gereksinimleri de bir canlının evrim geçirmesi gibi evriliyor. Bu da özellikle benim gibi sanatında form ve biçim arayışını devam ettiren, bunu bir tarafından yakalayan ve sürdüren bir insan için de çok cezbedici bir alan.
Son olarak yakın gelecekte göreceğimiz, üzerinde çalıştığınız bir projeniz var mı?
Yeni küçük bir seri var, arada sürpriz dalgalar ortaya çıkıyor. Geçen sene kırmızı kanal gözlük takıp farklı paralar yapmıştım. Gözlükle bakıldığı zaman mavileri koyulaştırıp kırmızıları nötrleştiriyordu. Bu şekilde bir hikaye anlatıyordu. Gözlüğü çıkardığınızda kırmızı mavinin önüne çıkıyordu ve başka bir hikâye anlatıyordu. Görünebilen ve görünmeyen olmak üzere iki katmanlı paralardı. Paranın diğer tarafında duran liderin tarihine küçük bir gönderme yapan veya kendi sıfırlarını atan paralar vardı. Bu şekilde farklı hikâyeler ortaya çıkabiliyor. Şu an aklımda buna benzer bir şey yok ama yeni bir seri bitirdim şimdi. Yeni bir malzemeyi işin içine soktum. Onunla ilgili belki eylül ayı gibi yeni bir şeyler olabilir.
*“Tyrant’s Reign and Titan’s Slain” 15 Nisan’a dek x-ist’de ziyaret edilebilecek.