Burcu Perçin, x-ist galeride açılan son sergisi “Yeşili Doldurmak”ta insanoğlunun inşa ettiği yapay doğa manzaralarına odaklanıyor. Manzaralara ironik bir bakış açısıyla yaklaşan sanatçı, doğa tahribatı ardından gerçekleşen yapay müdahaleleri merkezine alıyor.
Burcu Perçin ile son sergisi “Yeşili Doldurmak”, sergileri öncesi gerçekleştirdiği hazırlık ve araştırma süreçleri, doğa tahribatı, yapay müdahaleler üzerine konuştuk.
x-ist’te açılan son sergin “Yeşili Doldurmak”ta insanoğlunun inşa ettiği yapay doğa manzaralarını ele aldın. Eleştirel bir dille yaklaştığın bu yapay doğa manzaralarını ele alma fikri nasıl gelişti, seni neler etkiledi?
Son yıllarda var olan günlük şehir hayatımız içinde giderek çoğaldığını fark ettiğim yapay doğa manzaraları üzerine düşünmeye ve gözlem yapmaya başladım. Genel olarak çalışmalarımda sosyal ve çevresel konuları ele alıyorum. Ve etkilenen çevreye odaklandığım için, bu yeni doğa anlayışı üzerine bir seri oluşturmak istedim. En çok dikkatimi çeken, toplu konutlardaki peyzaj düzenlemeleri ve otoban kenarlarına ya da binaların üzerine yerleştirilmiş dikey bahçeler oldu. Çünkü bu manzaraları görmek doğadan ne kadar uzaklaştığımızı ve onunla ilişkimizin aslında ne kadar sorunlu hale geldiğini hatırlatıyor bana. Doğaya ağır tahribatlar verip sonra tuhaf ama yapay doğalar inşa ediyoruz. Yeşili, özellikle büyük şehirlerde ait olduğu doğasından bağımsız görüyoruz.
Geçmiş sergilerinde gene doğa tahribatına odaklanırken bu defa ek olarak doğa tahribatı ardından gerçekleşen yapay müdahalelere yer verdin. “Yeşili Doldurmak” geçmiş sergilerinin devamı olarak değerlendirilebilir mi?
Evet böyle söyleyebiliriz. Benim genel olarak ele aldığım tüm temalar birbirini doğuruyor. İşlevini yitirmiş, terk edilmiş endüstriyel mekanlar, tahrip edilen doğa, kazılan dağlar, şehrin içindeki yapay doğa manzaraları gibi… Hepsi temelinde çevremizle olan ilişkimize odaklı ve onu suistimal etmemize dikkat çekiyor. Özellikle bu seriyi bir önceki taş ve mermer ocaklarıyla ilgili yaptığım seriyle doğrudan ilişkilendiriyorum. Dolayısıyla bu sergide, bu iki serinin iç içe geçtiği bazı işler oluştu. Örneğin birkaç işimde, hoş bir peyzajın ortasına yerleştirilmiş insan eliyle kesilmiş mermer küp imgeleri var. Bu imgeler bir taraftan önceki serimdeki, tahrip edilen doğaya atıfta bulunurken, bir taraftan kurduğumuz şehir hayatının ve yeni doğa anlayışının arka perdesini hatırlatıyor.
Sence yapay doğa inşaatlarını verdiğimiz zararı kapatmak, bir nevi özür dilemek amaçlı gerçekleştiriyor olabilir miyiz?
Evet bir tür özürle üstünü kapatma olarak görebiliriz. Daha çok yabani doğanın yok edildiği gerçeğini gizleme biçimi olarak görüyorum. Yeşilin bir makyaj unsuru, bir dolgu malzemesi gibi kullanıldığını düşünüyorum. Bir diğer sebep, var olan günlük şehir hayatı içinde huzur bulmak adına buna ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü bir noktada hepimiz doğadan izole yaşayamayacağımız gerçeğini biliyoruz. Kendimizi doğanın içinde huzurlu ve güvende hissediyoruz. Bu anlamda bireye en yakın kaçış noktaları olarak inşa edildiğini söyleyebiliriz. Bu bir pazarlama malzemesi olarak da karşımıza çıkıyor, özellikle toplu konut projelerinde… Suni de olsa ne kadar çok peyzaja yer verilirse, insanların etkileneceği biliniyor çünkü.
Bu suni doğa ortamı ile insan ilişkisi nasıl ilerliyor sence? Yapay doğa ortamına uyum sağlayabildiğimizi düşünüyor musun?
Özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların doğayla gerçek bir bağlantısının kalmadığını düşünüyorum. Zihnimizdeki doğa imgesi nedir? Bu suni doğayla biz ne kadar ve nasıl bir ilişki kuruyoruz? Kimimiz belki irkilerek bakıyor, kimimiz ise fark etmeden sahipleniyor bu manzaraları... Peki bu bizi ne kadar güvende tutuyor, onu ne kadar özümsüyoruz, yabani doğayla, bu peyzajlar arasında nasıl bir bağ kurabiliriz… Ben de bunları sormak, bu temel konular hakkında biraz daha düşünmeye sebep olmak istedim. Doğayı tahrip edip, doğadan kopup kendimize ayrı bir gerçeklik inşa ettiğimiz bu fütüristik ve dispotik manzaralar beni etkiliyor.
Sergiye nasıl bir hazırlık sürecin oldu merak ediyorum, araştırmalarından bahsedebilir misin?
Serginin fikir aşaması iki yıl öncesine dayanıyor, üretim süreci ise son bir yılda gerçekleşti. Bu aradaki süreçte, bir önceki seriye ait işlere devam ederken, bu yeni seriyle ilgili notlar almaya ve gözlem yapmaya başladım. Her ikisi de doğayla kurduğumuz ilişki üzerine olduğu için birlikte hareket ettim.
İlk olarak nerelerde fotoğraf çekebileceğimi araştırdım. Kendi çektiğim fotoğraflar, bir yandan konuyla ilgili araştırdıklarım ve okuduklarım devreye girerek eskizlerim oluştu.
Önceki serginde taş ve mermer ocaklarının doğaya verdiği zarara odaklanmıştın. Bunun için birçok araştırma ve gözlem yaptığını hatırlıyorum. Sahada araştırma yapmanın etkileri nasıl oluyor sence?
Sahada bulunmak, gözlem yapmak beni besliyor. İşlerimdeki hem görsel etkiyi hem de içeriği oluştururmama yardımcı oluyor. Resmini yapmak istediğim mekanları bizzat kendim görmek istiyorum. Seçtiğim mekanlarda vakit geçirmek, oradaki havayı solumak benim için önemli. Böylece o yerlerin ruhunu daha iyi aktarabileceğime inanıyorum. Yaratmak istediğim kompozisyonda ihtiyaç duyduğum her şeyi kolaj yaparak bir araya getiriyorum. Çekim aşamasında sahadayken imgelemeye başlıyorum, daha sonra atölyede kolajlar yaparak eskizlerimi belirliyorum.
Geçmiş sergilerinde fotoğraf üzerine boya müdahalelerinde bulunmuştun. Bu serginde de aynı tekniği kullandın mı?
Kullandım ve bu sefer izleyicinin daha çok dikkatini çekti çünkü ebatları biraz daha büyüdü ve fotoğraf üzerine boyadığım alanı genişlettim. Ortaya çıkan sonuç beni heyecanlandırdı, yakın bir projede bunun farklı örneklerini göstermek istiyorum. Sergilerime fotoğraf disiplini içinde yer alan işleri dahil etmekten keyif alıyorum çünkü çalışma sürecim çekim aşamasında başlıyor.
Yeşili bir dolgu malzemesi olarak görmeye başladık diyorsun. Bu durum özellikle İstanbul’da varlığını keskin bir şekilde gösteriyor bence.
Evet özellikle son dönemde şehir planlamalarındaki değişiklikleri hepimiz hayretle izliyoruz. Büyük şehirlerde en çok hissedilen, nefes alacak yerlerin kalmaması. İstanbul’da hızlı bir şekilde gerçekleşen inşaat sektöründeki dönüşümden şikayet ediyoruz ve hafızamızı zorlayarak geçmişle kıyaslıyoruz. Yeşil alanlar bir yana, tarihi veya belli bir dönemi temsil eden yapıların yıkımına da tanıklık ediyoruz. Kısacası çevremize, doğaya ve tarihi değerlerimize sahip çıkmıyoruz.
Sergide resim çalışmalarının haricinde Farklı Biten adında bir de mermer çalışman bulunuyor. Bu çalışmandan biraz bahsedelim mi?
Bir önceki “Dağların Sahibi Yoktur” sergisi için birçok mermer ocağının içinde bulunmak, maddeyi, malzemeyi özümsemek beni daha sonra heykelimsi formlara yönlendirdi. Biçim ve içerik benim işlerimde hep birbirini beslemiştir. Bu sergimde yer verdiğim mermerden rölyef işim de bunun bir örneği. Kendi resimsel üslubumdan yola çıkarak oluşturdum. Farklı Biten adlı bu çalışmam, terk edilmiş bir mermer ocağının soyutlanmış bir kesiti ve onun üzerinde oluşmuş bitki kümelerini temsil ediyor.