1967 yılında bir açıkoturumda Sabri Berkel, Cemal Tollu, Nurullah Berk, Ercüment Kalmık, Özdemir Altan, Sezer Tansuğ, Nuri İyem, Zahir Güvemli, Mazhar Şevket İpşiroğlu ve Ömer Uluç bir masa başında toplanır…
Düşünün, 1960’lı yıllardayız… Türkiye’de 61 Anayasası’nın etkileri hazmedilmeye çalışılırken dünyada da bir şeyler hızla değişiyor ve artık bunu anlamak da başlı başına bir iş haline gelmiş durumda. Postmodernizm diye bir şeyden bahsediliyor. Türkiye’de ise köy nüfusu kente akarken, Marksist düşüncelerin etkisi artıyor, sosyal gerçekçilik lafı ediliyor. Toplumsal yaşamda Batılılaşma şeklinde başlayan sürecin o kaçınılmaz ve bitimsiz sorusu “Batılı mıyız yoksa Doğulu mu?” hâlâ soruluyor. Konu sanat olunca yerellik-evrensellik ekseninde dönülüp durulan mesele kapatılmış değil. Türk sanatının ulusal bir karakter taşıyıp taşımadığı, tartışmaların ana ekseninde yer alıyor. Akımlar-gruplaşmalar bitti deniyor. Sanat piyasasından söz etmek, özel sermayenin sanata girdiğini söylemek zor. Sergi açacak mekân sınırlı. Tek tük özel galeri girişimleri birkaç yıl içinde sona eriyor. Kendi yönünü tayin etmek, sanat yapmak çetin iş. Tatbiki Güzel Sanatlar kurulmuş ama kemikleşmiş Akademi geleneği buna epey mesafeli. Akademili olmak ya da olmamak adeta bir varlık meselesi şeklinde sunuluyor sanatçı adayı gençlere. Bugünün endüstrileşen sanatından çok farklı her şey… Belki de bu durum sanat üzerine 1967 yılında yapılan dönemin ağır toplarının katıldığı bir açık oturumu bu denli naif kılıyor.
Geçtiğimiz aylarda Sanatatak Yayınları tarafından yayınlanan Plastik Sanatlarımız 1967 adlı kitap, Varlık Dergisi’nin 67’de düzenlediği bir açık oturumun metni. Katılımcıları, dönemin sanat dünyasının önde gelen isimlerinden: Sabri Berkel, Cemal Tollu, Nurullah Berk, Ercüment Kalmık, Özdemir Altan, Sezer Tansuğ, Nuri İyem, Zahir Güvemli, Mazhar Şevket İpşiroğlu ve Ömer Uluç gibi sanatçılar, sanat tarihçileri ve hocalardan oluşuyor. Plastik Sanatlarımızın Bugünkü Sorunları başlıklı açıkoturumun üç konu başlığı dönemin belli başlı meselelerinden oluşuyor: Plastik sanatlar-devlet ilişkileri, Plastik sanatlar-halk ilişkileri, halkın resim ve heykel konusundaki ilgisizliği sorunu ile Plastik sanatlarda biçim ve davranış sorunu, soyut-somut meselesi. Dolayısıyla kitap 1967’de Sanat Hayatı alt başlığına uygun şekilde, Türk sanatının o yıllardaki izdüşümünü çıkarıyor.
Plastik Sanatlarımız 1967, açıkoturumun katılımcılarından Ömer Uluç’un vefatının altıncı yılı nedeniyle ona bir saygı amacıyla hazırlanmış. Kitabın sunuş yazısını kaleme alın Vivet Kanetti Uluç’un şu sözleri niyeti açıklıyor: “Ömer için bir sanatçıyı sevmek, eserine duyduğu coşkunun yanı sıra o sanatçıya ve eserine içkin entelektüel sorgulamalara da mümkün olduğunca vakıf olabilmek demekti… Sanırım kendisi de en çok öyle sevilmek istedi, isterdi.”
Yukarıda söylediğimiz gibi, konuşmaların çoğunda sözü alan kişinin tavrı kolaylıkla bugün bakıldığında “naif” olarak algılanabilir. Vivet Kanetti’nin kitap için yaptığı “güncel bir okumada heyecan verici bir tiyatro oyunu tadı kazanan…” tarifi çok uygun. Örneğin “Plastik sanatlar-devlet ilişkileri” olarak belirlenen ilk konu tartışılırken meselenin devletin sanatçıya yardımı olarak algılanması ve getirilen yorumlar epey samimi bir dile sahip. Mesela Sabri Berkel sanat-devlet ilişkisindeki düzensizlikten dert yanarken devletin tek güç olmaması gerektiği ancak desteğinin de şart olduğu minvalinde tamamlıyor sözlerini. Cemal Tollu ise devletin bu işe yeterli önemi göstermediği şeklinde şikâyette bulunuyor. Öte yandan örneğin Sezer Tansuğ devletin yardımı karşısında sanatçıdan beklentilerin olabileceğine işaret ediyor ancak ortaya bu soruyu atıp kenara çekiliyor. Nuri İyem konu hakkında fikri olmadığından duyduğu hicap ile sözlerine başlarken üstü kapalı, devlet memuru olmamakla övünüyor ve sanatçının memurluğunu halktan kopmak şeklinde tanımlıyor. Zahir Güvemli bir sanat şûrası öneriyor ki konu tam derinleşeceği anda oturumu yöneten Varlık Yayınları’nın da kurucusu şair-yazar Yaşar Nabi Nayır söze giriyor: “Efendim, mikrofonun ilk turu tamamlandı.” Ardından ikinci konuyu açıyor; tavrı katı, ancak söz tükenmemiş ve tartışma Nayır’a rağmen uzuyor.
Ömer Uluç o yıllarda otuzlu yaşlarında. Yakın zaman önce bulunduğu Londra ve Paris’in etkisiyle olsa gerek, Uluç’un zihni taze, Batı’da gerçekleşenleri henüz görmüş. Kendi sanatında Bizans’ın, Osmanlı’nın İstanbul’la özdeş tarihinden simgeleri alarak, özgün renk darbeleriyle elde ettiği masalımsı soyutlamalar ile dikkat çekiyor. Uluç daha ilk söz alışında Batılılaşma’dan söz ediyor; oysa onun dışında neredeyse herkes meseleyi gündelik bir problem gibi ele alarak çözüp rafa kaldırmak derdinde sanki. Uluç, Batılılaşma sürecine kontrollü yaklaşılması gerektiğini, ancak diğer yanda devlete dayanan resim sanatı olduğunu belirtiyor. Böylece aslında realiteyi ele geçirmek meselesi olan sanatın Batılılaşma ile baştan itibaren realiteyle ilgisini kopardığını söylüyor. Bu tespit o kadar önemli ki… Uzun zamandır yönünü Batı’ya çevirmiş Türk sanatında farklı farklı meselelere dair yapılan pek çok tartışmanın gözden kaçırılan asıl sebebi… Uluç, karşısında Akademi’nin ağır isimleri dururken tabiri caizse cesurca devam ediyor: “Hâlbuki Türkiye’de gerçekliği ele geçirmek için, sanatçının gerçekliğin hem geçmişe dayanan, hem bugün yaşayan bir duyarlık olduğunu baştan kavraması gerekirdi. Dolayısıyla … Akademi sanatçıları baştan beri Türkiye’nin realitesine oturmama gibi bir alanda kalıyorlar.”[1]
Plastik sanatlar-halk ilişkileri olan ikinci oturum Yaşar Nabi’nin “geleneği olmayan, halkın rağbeti olmayan bir memleketiz” sözleriyle yönünü belli ediyor. Ardından ekliyor Nayır: “Acaba bu ilgiyi artırmak için sanatçıların “bir şeyler” yapması gerekmez mi? Tabiî “bir şeyler” yapmak derken halka yaklaşmak, hatta halka inmek gibi tedbirleri kastediyoruz.”[2] Anlaşılan o ki, tüm iyi niyetiyle de olsa, büyük misyonların sahibi Cumhuriyet aydını prototipi yine iş başında. Sanat halka “inmeli” ve inmiyorsa bu sanatçının sorumluluğu… Çünkü sanatçı artık estetik duygusuyla hareket ederek soyuta meylediyor ve halk soyuttan anlamıyor!
Keza üçüncü konu başlığı zaten “Plastik sanatlarda biçim ve davranış sorunu, soyut-somut meselesi”. Soyut ile figür karşıtlık olarak ele alınırken mesele özünde Doğu-Batı estetiğini-anlayışını tartışma noktasında düğümleniyor. Nurullah Berk’in İslam toplumlarının plastik sanatla ilişkisinin bizimkinden gevşek olduğunu tespit etmesi ve bunu “bir din meselesi” olarak ele alması, ortalığı adeta biraz karıştırıyor. Uluç söz alınca ilk cümlesi bu yönde oluyor: “Ben Doğu sanatlarının geri olduğu fikrine katılmıyorum…” Meseleyi modernist ilericilik refleksiyle ele alan görüşün aksine, Doğu-Batı arasındaki karşılıklı ilişkiyi açıklıyor Uluç. Doğu sanatındaki düaliteden bahsediyor; yani bir şey hem soyut hem realist olabilir. İçinde yetiştiği kültürle hemhâl olma durumunu içselleştiren ve sanatında da var eden bir ileri görüşlülük Uluç’ta genç yaşından itibaren hissediliyor. Onun ölçeği hem çok küçük hem çok büyük. Yerelin en minik parçasından kuantum fiziğine ulaşabilen bir evrensellik çıkarsaması yapabiliyor. Sanatçının söyleşilerinin yer aldığı, 2013 tarihli Umut Burnundan Dolaşarak kitabında kendisi hakkında söylenen: “Kendi tanımını kendi yaratır. Bildik tanımları aralar, yıkar, kurular… Asmasını bilirdi gerekirse” sözleri de bunu işaret ediyor.[3] Keza açık oturumda Nurullah Berk ile girdiği tartışmada yaptığı bir resim tanımı, Ömer Uluç’un hayatı kavrayışını, onun içinde kopmaz bir parçası olan sanat üzerine kavramsal hâkimiyetini işaret ediyor: “… resim vizüel bir tecrübedir, daha doğrusu vizüel tecrübelerin toplamıdır. Yani insan elinden çıkmış binlerce eşyanın ölçüleri ve renkleri meselesidir.”[4]