15 yıldır kadın figürünü odak noktası alan Serkan Adın bu yeni sergisinde, yine kadın üzerinden ürün etiketleri üzerinde yer alan “e” harfine gönderme yapıyor. Erotizmin neredeyse bittiği, politik göndermelerle dolu bu sergide, kadınlar da ambalaj içine alınmış durumda. İzmir’de yaşayan sanatçıyla serginin açılışı sırasında iki günlüğüne geldiği İstanbul’da buluşup konuştuk...
İlk sergilerinde kullandığın figürler mekândan bağımsızdı. Daha sonra mekân görmeye başladık ve bu mekânlar anlam kazanmaya başladı. Bu süreçten, mekânın senin için öneminden bahseder misin?
İşlerim hep tek kadın figürü üzerinden yürüyor. Ama bu kadın figürü her seferinde misyonunu değiştiriyor. İlk sergide izlenildiğinin farkında olmayan bir kadın vardı. Orada izleyici bir suçluluk hissiyatına düşüyordu. Çünkü voyeur pozisyonundaydı. Sonraki sergide tam tersi bir sonuç çıktı ortaya. Buradaki kadınlar, direkt izleyicinin gözünün içerisine bakan kadınlardı. Eksibiyonist bir durum vardı. İzleyici yine bir suç ortaklığı içerisine düşürülüyordu. Diğer taraftan çıplaklık ve erotizm de ön plandaydı. Kadın figürleri şov yapıyormuş gibilerdi; izleyiciyle bilinçli bir temas içerisindeydiler. İzleyicinin kendisini o mekânın içine dahil edebilmesi için, mekân boşluk olarak kurgulanmıştı. Yoksa izleyici yabancılaşırdı. Sonraki sergilerde mekân işin içine girmeye başladı, o zaman da sergilerin anlamları değişmeye başladı. Örneğin bir önceki sergim “AnonymoX”ta yer alan Babysitter adlı işte, bir erkek çocuk yatak odasının ortasında bir bebek bakıcısı duruyordu ama her yeri dövmelerle-dağlamalarla dolu hardcore bir karakterdi bu, pek de minik yavrunuzu emanet etmeyeceğiniz bir karakter. Orada mekânı eril olarak kullanmaya başladım. Aynı seride yer alan Militarxist’te 2. Dünya Savaşı sırasında yapılmış bir duvar resminin üzerinde üç asker tasvir edilmiş ve yoldan geçen bir kadın bu muraldaki askerlere oral seks yapar pozisyonda izleyiciye sırtını dönmüş halde görüldü. Mekân ise gene erkek egemeni işaret ediyordu. Boşluk olarak kullandığım mekân, zamanla evrildi ve yine bu yeni sergide benzer amaçlara hizmet etti.
Ama bu yeni sergin öncekine göre biraz sakinleşmiş. Üzerinde mahalle baskısı mı hissettin?
Arap’ın baharını izlerken, karakışı geldi hepimizi kapattı. Genel olarak toplum muhafazakârlaştırıldı, ben de hepimiz kadar nasibimi aldım. Komşum, annem, askerim, basınım, mankenim, kontesim, izleyicim vs. Galericim bile işimi evinin salonuna değil mahremine asar oldu. Geçen sergideki Doğa Ana isimli işimi web’de haber yapmışlar ama göğüs uçlarını şeritle kapatmışlar!
Bu değişimler, sansürler, muhafazakârlaşma yönündeki talepler seni nasıl etkiliyor?
Benim talebe cevap vermek gibi bir misyonum yok, ama beslendiğimiz alanlardaki bu değişim ve tepkiler elbette beni de işlerimi de değiştiriyor. Bu doğal bir dönüşüm. Son zamanlarda ben de sıkıldım belki de o kadar çıplaklıktan, erotizimden. Bir de “AnonymoX”, Gezi sürecine denk gelmişti. Orada hepimiz bir anda politize olduk. Bu durum da işlerime yansıdı ve süreç içerisinde erotize edilmiş görüntüler azaldı. Bazen çıplaklık ilgiyi dağıtıyor ya da yüzeyselleştiriyor. Ambalajın albenisi ve ahengi içeriğin önüne geçebiliyor.
Ambalaj demişken bu noktada yeni sergine geçebiliriz. Yeni sergin “e”, adından da anlaşılacağı gibi ambalaj meselesi üzerine kurgulanmış... “e”yi anlatır mısın bize?
Ambalaj hem bir ürünü korur ve muhafaza eder hem de çekici hale getirir. Bu serinin genelinde kapanma, muhafaza etme, kılıf giydirme, örtünme aynı zamanda bezeme, süsleme, ışıltılı hale getirme gibi kavramlar ilk bakışta göze çarpıyor. İlk birkaç parça işten sonra serginin geneli bu ambalaj kavramı üzerinde buluştu. Daha sonra içeriği ambalajların üzerindeki etiketlerde kullanılan e harfi sembolüne indirgedim. Bu sembol, bir ürünün içindeki dolum eksikliğini veya fazlalığını, tüketicinin olduğu gibi kabul ettiğinin göstergesidir. Yani 100 mg’lık bir parfümde, makine dolum yaptığı için 1-2 miligramlık eksik veya fazla olabiliyor, “e” de bunun göstergesi. Hata payı ne kadar yüksekse etiketlerde e’nin puntosu o kadar büyüktür. Ben de e ile izleyiciye ortalama ve ihtiyat payımı sunuyorum. Net miktar belirtmeden izleyicinin çıkarımlarına bırakıyorum ürünü.
Ben “e”yi reklam çağına, tüketime bir eleştiri olarak da düşünmüştüm...
Olabilir... Lolita kadın figürünün kullanılması bile tek başına böyle bir şey. Bu güzel kadınların albenisi çok fazla. Doğal hallerinde bile çok çekiciler. Ürünü daha ilgi çekici hale getiriyorlar.
Ama insanlar genel olarak güzele bakmayı tercih ediyor... Bunu kimse inkar edemez.
Ben 10 yıl boyunca güzel kadın resmi yaptım. Artık arayışlarım değişti. Yüzleri kapatmaya başladım. Veya çok güzel bir kadını çikolata paketinin ambalajında kullandım ama deforme edilmiş, bir ay boyunca çantada dolaştırılmış bir çikolata paketinin üzerinde. Adını da Serin Yerde Muhafaza Ediniz koydum. Başarılı da olduğunu düşünüyorum. İstediğim tepkileri aldım, doğal, güzel, dingin uzanmış bir genç kızın, aksine hareketli, yıpranmış, erimiş, yırtılmış bir çerçeveye sarılmış hali izleyiciye o beklediğim ikilemi hissettirdi.
Mavi Bayrak işinde ise pis bir suyun içinde ağzından duman çıkan bir kadınla karşı karşıyayız bu sefer. Mavi Bayrak’ın da bir ambalaj olduğunu göstermek istiyorsun değil mi?
Evet öyle. Mavi Bayrak, ülkelerin turizm süslemesi. Bu kadının ağzından duman mı çıkıyor yoksa o mu pis dumanı içine çekiyor o belli değil. Hem ağzından hem de burnundan bir soluma durumu var. İsmini Mavi Bayrak koymaktaki amacım, gene benzer bir ikilemin içerisine düşürmek izleyiciyi, aslında bu kadın tam tersi idrar renginde bir suyun içinde. Ege’nin mavi bayraklı sahilleri FEE’nin verdiği bir titr. Ülke turizminin ambalajı ama o Mavi Bayraklı sularda son altı aydır Suriyeli bebekler karaya vuruyor. Akdeniz’dekilerde de bu sezon Rus turist yerine, bolca destroyer yüzdüreceğiz...
Üç Eksik Renk işinde de benzer bir şekilde politik vurgu göze çarpıyor. Kasım 2015’teki Paris olaylarına bir gönderme olduğu ortada. Peki burada neden kadının kafasında bir erkek külotu görüyoruz?
Kadın Paris şehrini, külot da onu kaplayan erkek hegemonyasını, terörü temsil ediyor. Üç Renk filmlerine de bir gönderme var. Her bir renk özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramları temsil ediyor. Avrupa’nın tüm bu kavramlarını yaratmış olan ülkesinin bir anda terörle yüzleşmesi söz konusu. O günden sonra onların da artık özgürlük eşitlik kavramları eksildi, sekteye uğradı. Olaydan hemen sonra herkesin profil fotoğrafını Fransız bayrağı renklerinde filtrelemesi, ama en güzel, en cici, bol like’lı fotoğraflarına bunları uygulamaları dikkatimi çekmişti. Bunu yapmayan eleştiri alıyordu adeta. Sosyal medyada da garip bir mahalle baskısı var. Milyonlarca insanın kendini bu şekilde paketlemesi, tepkinin değerinin yitirilmesine sebep oluyor. Orada yaşanan trajik olay, bizde eğlencelik bir hâl aldı neredeyse. Diğer taraftan profil fotoğrafını siyah yapma veya Atatürk yapma, bunların hepsi aynı noktada anlamını kaybediyor diye düşünüyorum.
Matemler, yaslar da ambalaj haline geldi. Ya herkes gibi yasını yaşayacaksın ya da susacaksın. Üzerlerinde RomansForSale yazan Ucuz Hüzünler işlerinde de benzer bir eleştiri var değil mi?
RomansForSale’lerde kadının hüzünlü olması durumu, aslında çok kitsch ve çok da fazla kullanılan bir şey. Onun tekrarını yaparak ona bir el sallıyorum. O görselleri stok fotoğraflarından aldım. 200 tane stok fotoğrafı satın aldıysam dördünü kullanabildim. Topladığım 10 milyonun üzerinde görsel var. Dijital bir imaj hurdalığının aşırıcısı gibi hissediyorum kendimi. “Killjoy” sergimin tamamını kendim çekmiştim daha sonraki seride ise yer yer ihtiyaç duydum kendi görselime, artık çöplük çok büyüdü çekme gereği bile duymadığım bir seri çıktı ortaya.
Benim çocukluğumda her evde bulunan Çiko ağlayan bebek gibi bakan kadınlar bunlar. O nedenle kitsch. İşin garip tarafı kadının bu melankolik hali çok seviliyor. Neden kadın hep melankolik ki? Kadının bu depresif hali neden görsel olarak hoşa gidiyor? Bu sorgulamalardan yola çıkarak üzerlerine bu yazıları yazdım ve adını da Ucuz Hüzünler koydum. Üzerindeki yazıları mıknatıslı demonte sökülebilir yaptım, bu yazının altında kalan desen ve renkleri bir ton açarak insülin iğnesiyle boyadık, iki hafta sürdü. Alıcı isterse sergiden sonra bunları çıkarabilir, hatta kırıp atabilir. Ki bence çıkaracaktır. Kadının üzerinde bıyık gibi duruyor, aykırı ve rahatsız edici. Ama kırıp imha edeceklerini hiç sanmıyorum.
İnsülin iğnesi demişken biraz da teknikten bahsedelim isterim.
İlk aşamada görsel seçiminin ardından photoshop üzerinde gerekli müdahaleleri yapıyorum. İş kabaca şekillendikten sonra benim için işin sanatsal üretim kısmı bitiyor. Gerisi işçiliğe kalıyor. Bu aşamada çok değişken birbirinden bağımsız malzemelere yer veriyorum. Diş hekiminin kullandığı kalıp malzemesinden, reklamcının kullandığı alüminyuma, cami çatısı kaplamada kullanılan bakıra, ambalajcının vakumladığı pet’e kadar çok çeşitli malzemeleri bir arada kullanıyorum. Tabii dene-yanıl aşamalarında epey ziyan ettiğim de oluyor. Her görseli Illustrator’a alıyorum ve parçalara ayırıyorum. 60-90 bin arasında küçük parçacıklara bölünüyor görsel. Bunu yaparken resmin içindeki renk kartelasını oluşturuyorum. O resimde kullanmam gereken 200-250 renk çıkıyor. Bu renklerin bir dizgisini yapıyor, numaralandırıyorum. Her bir renk ve tonu bulup kavanozladıktan sonra tek tek insülin iğnesiyle doğru parçacığın üzerine enjekte ediyoruz. İşin bu aşamasını bu yıl dört kişiyle yaptık. Parçacıkların tamamı boyandığı zaman haliyle fotoğrafik sonuç elde etmiş oluyoruz. İşine göre bir buçuk iki ay sürüyor. İş küçüldükçe süre uzuyor. Bu kadar çok aşamadan geçerken hatalar da olabiliyor. Örneğin 250 renk içerisinde bir tanesi olması gerektiğinden bir tık soğuk veya sıcak olursa, o renk kontur şeklinde patlayıveriyor. Bu gibi hataları ancak resmin bitmesine yakın anlayabiliyoruz. O zaman tüm resmi kazımak yada imha etmek gerekiyor.
Bu tekniğin bir adı yok, adı olmadığı gibi Mars’ta patates yetiştirmek gibi bir şey de değil bu. Nihayetinde tekniktir, önemli olan resmettiğindir.
Serkan Adın’ın sergisi “e”, 7 Mayıs 2016’ya kadar x-ist’te ziyaret edilebilir.