“Bana bir küratör işlerimin çok acıklı, iç yaralayıcı olduğunu söyledi ve ekledi, ‘Hiç gülümseme, sürekli dertli bir yüz ifadesiyle dolaş ve acını dışarı yansıt’. Bense tam tersini yaptım; gülümsemenin gücünü hiç unutmadım, yapmacık olanla değil gerçeklerle ilgilendim” diyen Şükran Moral ile sokaklar, hayat ve performans hakkında konuştuk.
Size şu ana kadar milyon tane “abuk” soru sorulmuştur, lütfen bana en tuhafını söyler misiniz? Bu soruyu ve sizin cevabınızı çok merak ediyorum.
Aslında o kadar çok abuk sabuk, saçma sapan soru soruluyor ki benim için en kötüsü şudur: “Şükran Moral’ı nasıl tarif edersiniz?” Birdenbire kendimi tarif etmem gerekiyor. Bu benim canımı sıkan bir soru. Ben niye kendimi tarif edeyim? Veyahut da “Çağdaş sanat hakkında ne düşünüyorsunuz?” Böyle çok genel sorulardan nefret ederim. Bu sorular, kişinin senin hakkında hiç çalışılmadığını gösteriyor. Ya da şu da var: “Çıplaklık hakkında ne düşünüyorsunuz?” Yani sanki ben çıplaklık uzmanıyım. Sanat tarihini bilmeyen, gazeteciliği de bilmeyen, hiç araştırmayan insanların sorduğu sorular. Bu sorulara o anda nasıl cevap vereceğim genelde belli olmuyor. Parmağımdan yüzük filan çıkmış bir keresinde farkında bile değildim. Sonradan programı izlediğimde gördüm.
Bu soruların temeli sanatçıya bakış açımız ile ilişkilendirilebilir mi?
Etrafımız yüzeysel insanlarla dolu, şu andaki Türkiye’nin durumu da yüzeysellikten kaynaklanıyor. İçimizdeki feodel yapıyı öldürmediğimiz sürece şu anda geldiğimiz noktayı aşamayız. Bu Orta Çağ’a doğru geri gidişe şaşırmamak gerek. Çünkü biz hepimiz dahiliz buna. Sanat çevresi, sanatla uğraşanlar, gazeteciler, entelektüellerin çoğunda da bu feodel yanı atamamışlık var. Özellikle de kadın üzerindeki feodalite... Mesela böyle genelevde çalışan kadın, trans ya da buna benzer kişiler saldırıya, tecavüze uğrayınca bizim çevreden genellikle cılız bir ses çıkar. Her tecavüze uğrayan insanın arkasında da durmazlar, biz böylesine demokratik prensiplere sahip değiliz. Tecavüze uğrayan kadının çok masum olması lazım; bu masumiyet kriterleri de iktidarın erk diline çok uyar.
Hatta masum olması da artık yetmiyor. Töre cinayetlerine kurban giden genç kızların arkasında da kimse durmuyor. Durum normalleştiriliyor.
Önce biz içimizdeki feodel ve gerici yanları öldürelim. Ondan sonra her şeyi emperyalizme sürüklemek, dış güçler böyle, dış güçler şöyle demek kolay. Bunlar teorik kolay söylemler ama pratikte önce kendimize bakalım.
Geçtiğimiz günlerde sonlanan Contemporary İstanbul’u nasıl buldunuz? İşleriniz her zamanki gibi çok konuşuldu. Bir de şu “16 cm’lik” tartışmadan bahsedelim mi?
Benim için önemli olan duruşum. Benim zaten 90’lı yıllardan bu yana bir çizgim var. Ben 97 yılında İstanbul Bienal’ine bir jinekoloji masası üstünde katılırken, bu işimin yanına bir de yazı yazmıştım; manifesto olarak da dağıtılmıştı. İstanbul’u vajinamdan gösteriyorum, İstanbul’u konuşturuyorum. Ta o zamanlarda başlattığım, geneleve girdiğim, vajinayı konuşturduğum bir dilim var. Şu andaki sergilenen heykeli o zincirleme işin devamı olarak ele almak lazım. Artist’s Pussy’yi de geçmişteki tüm işlerimin bir parçası, hikayenin bir bölümü olarak değerlendirmek gerekir.
Artist’s Pussy’nin bu kadar olumsuz tepki almasına, hatta yer yer rahatsızlık verici denecek kadar yerilmesine ne diyorsunuz?
Hiç şaşırmıyorum. Biz üçüncü dünya ülkesiyiz. Aydınımız da bunun içine giriyor. Burada iğdiş edilen her zaman bir kadının vajinası. Bizim aydınlar da, sözde aydınlar da bu iğrenç erk diline hizmet ediyorlar. Eğer bu iğrenç erk dile, penise hayranlık konseptine hizmet etmeselerdi Türkiye bugünkü duruma düşmezdi. Çünkü bizim aydınlarımız politik doğruculuk peşindeler. Yani bir gerçeği, geçmiş, gelecek ve etrafında olup bitenle bağlanmasını bilmeyen, bilse de bunu yapmayan, şark kurnazlığı peşinde olan bir “aydın” yapısı ile karşı karşıyayız.
Bu işin tarihsel bağlamları var. Neden yaptım? Artist’s Pussy’de açıkça bir tavır var, isimde de var. Tabii benim gibi sanatçıların işi çok zor. Kadını görmeyen bir sanat tarihinin içindeyim ben. Kadını görmeyen kadını yok sayan bir tarihin içindeyim. Rönesans’a bakın, o dönemde zaten kaç kadın sanatçı, nasıl çıkabilirdi? Yaptığı her şeye hücum ediliyor. Sadece Türkiye’den bahsetmiyorum genel olarak dünyada böyle. Ama düzeyleri aynı değil, biz çok dipteyiz, çok varoşlardayız. Biz Orta Doğu’nun şark varoşundayız. Sanat tarihine bakarsan hep dikeylerden oluşmuş, tüm meleklerin penisleri ortada. Helenistik dönemde küçük, büyük fark etmez, penis var. Hindistan kültüründe de penis ortada. Dünya penis kültürü üzerine kurulu. Tabii bana bunu yedirirler mi? Ben onları anlıyorum, ben onlara bu gözle bakıyorum. Ama onlar bana öyle bakamaz. Aynı bilgi birikiminde, aynı donanımda değiliz ve de benimle aynı yüreğe sahip değiller. Sahip olsalardı Türkiye şu an IŞID’in beşiği olmazdı. Sadece iktidar suçlu değil, biz de suçluyuz. Ben yıllardır feodolizme karşı çıkan ve bunu eleştiren işler yaptım. “Türkiye’de öyle şeyler olmaz” dediler, benim söylediklerimin çok daha üstü şeyler oldu. Onlar boğulurken bile bunları düşünüyorlar. Ben şaşırmıyorum, benim için kenar mahalle dedikodusu değildir sanat. Sanat, daha evrensel üst bir kurum. Hem sanat tarihi penis üzerine kurulu hem de şimdiki tüm mimari yapılar, şehirleşmeler de penisi işaret eden gökdelenler üzerine kurulu; her şey vertical. Ötekini ezme üzerine kurulu bir iletişim yöntemi var. Penis eşittir iktidar.
Sokaklara çıkıp sıklıkla yürüyüş yapıp sesleri dinliyor musunuz? Ben sizinle hep sokakta karşılaştım –tabii siz Türkiye’de olduğunuz zamanlarda– ve sanki bir hikayenin peşinden gidiyor gibisiniz. Geçtiğimiz sokaklar görünürde aynı ama siz başka bir labirentin içinde yürüyor gibisiniz.
Farkındaysan benim en güzel işlerim sokaktaki işler. En son Diyarbakır’da yaptığım Balkon da şehrin içinde, hayatın içinde... Bordello genelevde insanların seksi satın alıp tükettikleri, aşk diye sevgi diye karşılaştığı duygular sokakta. Sokak, özgürlük ve beklenmedik şeyler demektir. Benim en sevdiğim şey de bu. Dejavu’yu sevmiyorum ben. Çok kurumsallaştım şu an evet, müzelerde sergi açabilirim ama benim hep ruhum da kafam da sokaklarda. Vur kaç performanslarda can buluyorum. Kesinlikle belli bir bilginin birikimi sonucunu bağlamak gerekmekte, çok rastgele şeylere de inanmam. Önüme çıkan rastgele şeyleri belirlediğim konseptime uyduğu için kullanırım. Arada çok önemli bir fark var. Tüm önemli performanslarımı sokakta yaptım. İnsanları seçtim...
Sokakları neye göre seçiyorsunuz?
Sıradan sokakları seçmiyorum. Sokakların ortak özellikleri tabuları yıkmaya yönelik olmasını seviyorum. Yüksek Kaldırım, akıl hastanesi... Kadınların akıl hastenesi çok dramatiktir. Oraya girmek bir yerde benim kendime dönmemi sağladı. Çelişkiler, çocukluğumda, yaşadığım tüm deneyimlerde var. Mesela 97’de de üniversite hastanesinin morguna girdim. Orada ölüleri beklettikleri bir yer var. Çella diyorlar. Kasapların kullandığı gibi soğutucu dolapların içinde ölüler. Gittim o ölülerle konuştum. İzleyenler şöyle gördüler; evet ben bir morgdayım, ölülerle konuşuyorum ama ses yok. Orada bir protesto vardı. “Ben sizlerle konuşacağıma ölülerle konuşmayı tercih ederim” diyordum. Bu çok acılıydı.
Aynı performansı Çapa’daki hastanenin morgunda da yaptım. Temsili bir ölü yıkadım. O ölü belki kendimdim, belki cenazesine yetişemediğim annemdi, ona bir borcum vardı. Hayat hikayemdi biraz. Türkiye’de şu ana kadar insanlar benim performanslarımın nereden kaynaklandıklarını sormadıkları için bunların hiçbiri bilinmiyor. Kimsenin yüzeyseli düşünmekten ne bunları öğrenme isteği ne de beklentisi oldu. Sanatı magazinel olarak almak daha kolay. Demek istediğim hayatın sokalarında dans ediyorum. Benim sokaklarım, içsel sokalarım... Deneyimlerim yaşadıklarım, hesaplaşmalarım... Bir ara deliliğe takmıştım. Benim için çok önemli.
Samsun’da doğdunuz, işlerinizde hiç bu şehrin yansımalarını görüyor muyuz?
Samsun, Terme doğumluyum. Ben aslında o sokalarda büyüdüm. Benim için asiliğimi gösterdiğim ilk yıllar olması anlamıyla çok önemli. Ziyarete gittiğimde hep söylerler “sen burada asi ve öncüydün”. Bir de orada sevdiğim iki şey vardı: Biri dans etmek, diskoda filan değil; evde veya düğünlerde. Çok çok iyi dans ederdim ben. İkincisi de sinema. Yılmaz Güney ve Türkan Şoray’ın siyah-beyaz filmleriyle büyüdüm. Benim kahramanım Yılmaz Güney’di. Ona hayrandım, erkek modelim oydu.
Beyoğlu benim için “ev” demek, peki sizin için ne anlam ifade ediyor?
Benim yaşadığım yeri tam olarak belirtmeyelim. Benim ne olacağım belli değil. Başıma her şey gelebilir bu ülkede. Ölüm tehdidi almış insanım. Benim tavrım, duruşum iktidara karşı senelerdir aynı. Takır takır karşı duruyorum ve hâl böyle olunca ben kötü örnek oluyorum.
Valla en güzel işlerimi Beyoğlu’nda yaptım. 98’de Trans İstanbul adında bir iş yaptım. Henüz Türkiye’de görülmedi. Videosu var Bergen’de şu anda sergileniyor, onu Cihangir’de yapmıştım. Transların sıklıkla gittiği bir barda çekmiştim. O dönemde Hortum Süleyman* filan vardı. O nedenle yapmıştım. Transların en çok baskıya uğradığı, acılı dönemlerdi. Belgeseller, performanslar yaptım, fotoğraflar çektim. Translara gece yarısından sonra randevu veriyorlardı, gündüz yaşatmıyorlardı. İşlerimde kullandığım şarkılar da çok maço. Bu performansın umarım yayınlanma fırsatı olur. Contemporary İstanbul’da yapacaktım, neyse olmadı bu sefer. Benim için Beyoğlu, dilin, etnik kültürün birlikte yaşadığı heyecanlı bir yer. Bunun havası umarım bitmez.
Bütün erkekler nasıl kız kardeşimiz olacak?
“Bütün Erkekler Bizim Kız Kardeşimiz”, Polonya’da benim de işlerimin yer aldığı bir sergi. Orada şu an Bordello ve Hamam var. Yurt dışında dört beş etkinlikte yer alıyorum. Brezilya’da karma sergiye katıldım. En son geçtğimiz haftalarda Londra Frieze Sanat Fuarı’na Deutsche Bank koleksiyonuyla katıldım. Yaptığım sergileri unutuyorum. Bergen’de kişisel sergilerim var. Kode Art Museum of Bergen’deki sergim 30 Ekim’de açıldı, beş ay sürecek. Sanat hayatımın bu zamana kadar yaptğım en büyük sergisidir. Müzeye girince sizi bir duvar karşılıyor, maviye boyanmış bir duvar. Bu duvarda Edvard Munch / Jalousi işiyle benim Adultery** (Zina) desenim yan yana duruyor. Buna kuratöler karar vermişler. Bu benim için büyük başarı.
Bu yalnızca sizin için değil, Türkiye için de büyük bir başarı. Tebrik geliyor mu?
Tebrik geliyor elbette. Türkiye’den her gün aranıyorum; beni linç etmeye kalkıyorlar. Sakın bana Nobel vermeyin, adamlar beni öldürürler. Hatta küçükken saçını çektiğim bir kızı televizyona getirip konuştururlar: “Bu aslında Nobel aldı ama kötü biri.”
Ben sizin hayat hikayenizin belli bir kısmını Leyla Gencer’e benzetiyorum. Onun da bir değer olduğunu devlet anlamakta zorlanıyor ve Türkiye’den İtalya’ya giden Gencer’den devlet sanatçısı ünvanını alıyorlar. Bu onu çok üzüyor, çünkü bir Türk sanatçı olarak anılmak istiyor.
Ben öyle kolay kolay pes etmem. Yani “beni gerizekalılar anlamadı” diye üzülecek değilim. Hiç olan ve hiç olmakta ısrarcı insanlar. Ben hayatımdan memnunum şu anda. Ben Roma’ya bir hiç olarak gitim. Merakım kendimi yetiştirmek, eğitmekti. Çünkü eğitim benim için çok önemli. Orada güzel sanatları bitirdim. Sanat hayatıma Roma’da başladım. Ben “sıfırdan başlanarak bir yere gelinebilecek mi?” ona cevap arıyordum. O cevabın peşindeydim. Hayatımı bir performans, sevdiğim bir mücadele projesi olarak tanımlıyorum. Zaten o şekilde yaşıyorum ben. Sanatına hayran olduğum bir ülkede başladım bu işe.
Bir gün alkol yasağı geldi ve artık reklam yazarları, bu tip markalar için gizli kapaklı, dolambaçlı reklamlar yapmaya başladılar. Kendilerini de “yasaklar bazen yaratıcılığı olumlu yönde etkiler” düşüncesine inandırdılar. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben yasakların yaratıcılığı arttırdığı kafasına gidemem. Çünkü o zaman yaratıcılığa aşık oluruz. Hayır, öyle bir şey yok. Yasaklar olmasın, eksik kalalım, ben öyle bir yaratıcılık istemiyorum. Bu yasaklar olmasaydı daha önemli, daha güzel, daha rahat işler yapardım. Çünkü bu yasaklar canıma okudu. Sansür... İran sineması yasaklar olmasaydı bu kadar gelişmezdi düşüncesi filan çok saçma. Artık yasaklara, sansüre neredeyse aşık olmuşlar.
Bana Şükran Moral’ın Yüksek Kaldırım’ından bahsedin lütfen.
Yüksek Kaldırım... İşte şu an Türkiye Yüksek Kaldırım’da. Hepimiz sıramızı bekliyoruz. Yakın geleceğe karşı kötü bir öngörüm var. Hepimizin “Yükek Kaldırım”da olduğunu söylüyorum. Çok kötü şeyler hissediyorum. İnşallah tersi olur ama benimkiler öyle.
“1997 İstanbul Bienali’nde bacaklarının arasına bir monitör yerleştirerek jinekoloji masasına yatan sanatçı Şükran Moral, kadına üç çocuk doğurma görevi veren zihniyete yıllar öncesinden işaret etmişti.” Bu bir sanatçının süper gücü mü? Önceden hissetmek...
Böyle bir özelliğim var, birçok şeyi önceden görebildim. Altıncı hissim müthiş kuvvetli. Sadece sanat ile ilgili değil genel hayatın içinde de öyleyim. Öyle bir yanım var. Birçok şeyi önceden görebildim, ama önceyi görenler taşlanırlar canım. O taşları da göğüsledim merak etmeyin.
Türkiye’deki şiddeti, özellikle kadına karşı olan şiddeti işlerinize nasıl yansıtıyorsunuz? Hangi tip “kadını” ele alıyorsunuz?
Genel olarak kadına uygulanan şiddet ve bunu haklı gören erk düşünceye karşıyım tabii ki. Bunu kadına yapılan her türlü haksızlığa kendisinde hak gören, kanunlarla bezeyen, “bizim kültürümüz böyle” diyen, feodel bir batağa saplanan zihiyete kaşıyım. Bunun yok olması için önceden sinyallerini veren işler yaptım. Yani faydası da oldu. Sanat insanlığın en medeni şekilde diyalog edeceği bir alan yaratır.
İzleyicide nasıl bir duygu durumu uyandırmak istiyorsunuz? Tepkileri nasıl oluyor?
Sanatı gerçekleştirme olayı çok fazla karmaşık. Tek bir şeyle açıklayamayız. “Seyirci etkilenmesin” diyen sanatçıya inanmam. Etkilensin istiyorum tabii ki ben. Norveç’te sergimin açılışında İtalyanca konuştum. Bir çevirmen İngilizce’ye çevirdi. Ben İtalyanca konuşurken Norveçli bir öğrenci ağlıyormuş; bu çok önemli bir şey. Performansların sonunda gelip ağlayıp, heycanla bana sarılanlar da oluyor, aşırı kızanlar da...
Bundan sonraki projeleriniz, sergileriniz, seyahatleriniz neler, öğrenebilir miyiz?
Aslında kafamda çok büyük projeler var. Biyografimi yazmak. Gelecekteki insanların benimle ilgili neler yazacağını düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Arkamda gerçeğe yakın doneler, belgeler bırakmak isterim.
Bir de kendi okulumu açmak istiyorum. Şükran Moral Performans Stüdyo’mu. Bunlar benim iki büyük hayalim, gerçekleştirebilirsem ne mutlu bana.
*Hortum Süleyman; 90’lı yılların sonunda trans kadınlara yönelik işkencelerde ilk akla gelen isim “hortum” lakaplı eski Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürü Süleyman Ulusoy
**
http://kodebergen.no/en/exhibitions/s%C3%BCkran-moral-my-pain-my-rebellion