Burada bahsettiğim güncel eğitim yolları, bizzat eğitim amaçlı kurumların kapasitesinden taşan ve remiks bazı niteliklere sahip. Daha önce “Şikayetim Yaratana: Çağdaş Sanatta Eleştiri ve Eleştirmenlik Neden bir Bilgi Sorunudur?” başlıklı yazımda da tartıştığım üzere güncel sanat eleştirisi bugün aynı zamanda bilgi-iktidar üretiminin nasıl yapıldığı ile ilgili bir meseledir. Bu nedenle eğitim meselesi bugün aynı zamanda sanat eleştirmenliği ve eleştirel düşüncenin açılması ile doğrudan ilgilidir.
Bugün özellikle yeni medya teknolojilerinin önerdiği açık kaynak, samimiyet, katılım, birlikte önce üretmek sonra (gerekirse) tanımlamak ve sunmak, geri-bildirim, etkileşim, şeffaflık, peer-to-peer, deney, deneyim paylaşımı gibi ilkelerle beslenen açık bir güncel eğitim yaklaşımı bu. Başka öğrenme yollarını sahiplenmeye açılmanın yollarını araştırmak, yaratmak, deneyimlemek, paylaşmak ve çoğaltmakla ilgili bir bilgi üretimi çabası.
İşte bu güncel eğitim yaklaşımı, günümüz sanat eleştirisinin üretim ve paylaşım yollarını da dönüştürüyor gibi duruyor. Ancak çoğu yeni kültür aracısının eğitimin baskıcı, dayatmacı ve iktidarla olan ilişkisinden dolayı çalışmalarını bilhassa “eğitim” diye tanımlamaktan kaçındığını görüyoruz. Bu nedenle bu meseleyi tartışmaya açmak, talimsiz ve terbiyesiz bir eğitimden geçen güncel sanat eleştirisinin yeşermesine olanak tanıyan yeni kültür aracılarının Türkiye’deki güncel halini değerlendirmeyi kaçınılmaz kılıyor.
<
Güncel sanat eleştirisi yöntemlerini öğrenmek, yalnızca bir sanat yapıtını yargılayarak yorumlamayı değil, eleştirel düşüncelerin ve gündelik hayatta yaşanmamış ya da teğet geçilmiş performatif hallerin deneyimlenmesini, yönetilebilmesini ve ifade edilebilmesini de öğrenmeye açılmak sayılır. Böylece düşünceleri ifade etme arzusu, inancı ve cesareti artar. Bu güç elbette ancak bir değer olarak görüldüğü takdirde sahiplenilmeye çalışılabilir. Bu gücü sahiplenenlerin taklit edilerek tekrarlanması ve yayılmasıyla da sanat eleştirisinin toplumsal değişim ile b(ağ)ları kurulabilir.
Ancak biliyoruz ki düşüncenin ifade edilme yollarının sansür, oto-sansür, yasak, erişim engelleme, kaynak kesme, ticari kara odaklanma, tek adamlaşma, basmakalıplaştırma, değersizleştirme, magazinleştirme ve kakofoni gibi unsurlarla trollenmesi ve hacklenmesi, Türkiye’de büyük bir toplumsal sorun.
Bu durumda kentsel alanlarda açığa çıkan, mevcut koşullar içinde hayatta kalmaya çalışan ve bazen algılanması son derece güç bir sessizlikle ilerleyen mikro girişimlerin oluşturduğu b(ağ)ları fark etmemiz, başka dünyalar yaratma olasılıklarımızı çoğaltma hususundaki isteğimizi ve inancımızı güçlendirebilir. Bu nedenle burada sanat eleştirisinin kendin yap kültürüyle birlikte gelişmesi ile remiks eğitimin güncel yollarla yeni kültür aracıları tarafından nasıl uygulandığı arasındaki ilişkilere odaklanarak konuyu açmaya çalışacağım.
<<
Eğitimin iktidar, zorlama ve dayatma temelli, tek merkezli, hiyerarşik, ezberci ve didaktik yöntemlerden ve akademik kurumların tekdüzeliğinden sıyrılarak farklı kullanıcılar tarafından araştırmaya, deneye, etkileşime, katılıma ve kaynak paylaşımına açılması konusunda kültür-sanat kurumları bugün önemli işlevlere sahip. Ancak burada görüyoruz ki paneller, workshoplar, seminerler, konferanslar ve konuşmalar yoluyla eğitim odaklı çalışmalar yapan kültür-sanat kurumları, daha ziyade merkezi niteliği sürdürüyor ve muhafaza etme işlevi görüyor.
Örneğin yıllardır farklı kesimlere çeşitli ve düzenli programlarla hitap etmeye çalışan Akbank Sanat, İstanbul Modern Sanat Müzesi, Sabancı Müzesi, Pera Müzesi ve Yapı Kredi Kültür Merkezi gibi İstanbul odaklı kurumlar, bilhassa öğrenciler ve ilgililer için son derece aktif birer eğitim kurumu olarak kritik bir işlev görüyor. Bu etkinlikleri gerçekleştiren ve benim de dahil olduğum birçok konuşmacı fikirlerini farklı kişi, konu, iş, zaman ve mekânlarda deneye açabiliyor ve toplumun farklı kesimleriyle düşüncelerini paylaşarak tartışabiliyor. Etkinliklerin çoğunun ücretsiz ve katılıma açık olması da takip edenler açısından hala büyük bir avantaj.
Ancak bu etkinlikler silsilesi yine de dışa yarı-kapalı durumda sayılıyor. Çoğu etkinlikten İstanbul dışındaki izleyiciler canlı yayın yapılmadığı, video ve ses kayıt alınmadığı, alınsa bile kurumun arşivinden ulaşılabilecek geçerli bir link verilmediği için yararlanamıyor. Eğitim programları kavramsal ve kuramsal bakımdan odaklanmış ve belirli tematik öncelikleri sahiplenmiş bir yapıya da sahip değil. Bunun yanı sıra düzenlenen bir etkinliğe İstanbul’da olsa dahi çeşitli nedenlerden ötürü fiziksel olarak katılamayan ancak mümkün olsa ilgiyle takip edecek birçok kişi de bu erişim olanağından mahrum kalıyor. Başkalarına açılma ve onunla etkileşime geçme hususundaki bu tutumun bilginin üretimi, aktarımı ve paylaşılarak çoğaltılması bakımından muhafazakarlaştıran ve sığlaştıran bir etkisi var.
Bugün son derece basit teknolojik çözümlerle giderilebilecek bu soruna kayıtsızlık, ilgisizlik ve öncelik vermeme ise hakikaten de bu sorunun çözümüne yönelik neden bir adım atılmadığı sorusunu yeniden karşımıza çıkarıyor. Bu durumda Türkiye’deki kültür-sanat takipçileri, güncel eğitim zihniyetine sahip katılımcıların ya da konuşmacıların yaptığı (ne yazık ki çoğu zaman) kalitesi düşük ses ve video kayıtlarını sosyal medya ve bloglar aracılığıyla paylaşıma açması gibi bir seçenekle baş başa bırakılıyor. O halde yeni medya teknolojilerini ve sosyal medya araçlarını duyuru ve tanıtım alanında etkin bir şekilde kullanmaya başlayan her türlü girişimi bu vesileyle meseleyi yeniden değerlendirmeye davet edelim.
Bu tür etkinliklerin, bilhassa konuşmaların, 10 yıl öncesine oranla İstanbul’da oldukça arttığını, galeriler ve diğer kültür-sanat aracıları tarafından da epey sahiplenildiğini görüyoruz. Sanatorium, Kargart, DEPO, Empire Project, PİLOT, G-Art, Apel, Kasa, Maçka Sanat, Non, Mixer Art, Elipsis, Rampa, Nev, Galerist ve KUAD gibi birçok önemli galeri, konuşmaları programlarında mutlaka bulunduruyor ve sergi programlarını bu konuşma etkinlikleriyle birlikte düzenliyor. Ancak bazı galerilerde yalnızca tanıtım ve PR amaçlı kullanılmaya başladığını gördüğümüz konuşmalar, büyük kurumlarda bahsettiğim erişim ve bilgi üretimi sorununun burada da sürmesine ve üstelik bir de sorunun yayılmasına aracı oluyor.
Tabii bu konuda son derece başarılı örneklerin de olduğunu vurgulamak gerek. Örneğin Kasım 2013 - Ocak 2014 tarihleri arasında Arter’de İlkay Baliç ve İz Öztat’ın kurguladığı “Bahane”de gerçekleşen buluşmalar sırasında yürütücülerin izniyle yapılan ses kayıtları, copyleft özelliği olan bir lisansla archive.org adlı websitesine yüklenmişti. Facebook ve Twitter gibi sosyal medya ortamlarında da etkin bir şekilde güncellenen etkinliğin blogunda yer alan ses kayıtlarına erişmek hala mümkün. Neredeyse 2 ay süren etkinlik dizisi sırasında İngilizce ve Türkçe olarak güncellenen blogdaki programda yer alan konuşmalar hakkında kısa bilgiler ve okunması önerilen kaynaklarla ilgili bağlantılar da hala mevcut. Üstelik geri bildirimi blog aracılığıyla paylaşılan ve doğrudan etkileşime geçilerek katılımı sağlanan izleyici, Arter’e davet edilerek 150 kitap ve yazıdan oluşan arşivi kurcalamaya son derece samimi bir dille çağırılıyor. Yalnızca yazılı ve sözlü değil, görsel kaynaklara erişimi de işin içine katan Bahane’nin gösterim istasyonlarındaki sanatçı videoları, kısa ve uzun metrajlı film ve belgeseller de bu remiks eğitim anlayışının bir diğer uzantısını oluşturuyor.
<<<
Kültür-sanat alanındaki güncel eğitim yollarının bugün aynı zamanda araştırma çalışmalarıyla iç içe geçiyor olması ise konunun bir başka boyutu.
Yayınların derlenerek paylaşıma açılması ve farklı okuma yollarının ve alanlarının yaratılması, hem başka perspektiflerin gelişmesine ve başka okumalar yapılabilmesine yol açacak deneysel imkanlar tanıyor, hem de bu konuda kendini geliştirmek isteyen ve merakını canlı tutan sanatçılara, küratörlere, sanat yazarlarına, öğrencilere ve akademisyenlere destek sağlıyor.
Özellikle 90’larda çoğu sorunlu olan çeviriler yoluyla okunan kaynaklar yerine bu yeni oluşan çeşitli bilgi ve kaynak havuzları, karşılaştırmalı eleştirel tartışmaların ve yöntemlerin geliştirilebilmesi için yol açıyor. Bu ortamlar aynı zamanda birer demokratik tartışma ve buluşma platformu da yaratarak hem ifade özgürlüğünün hem de sanat eleştirisinin karşılıklı etkileşim, işbirliği ve paylaşım yoluyla gerçekleşmesini de sağlayan mekânlar ve zamanlar yaratıyor.
Örneğin geçtiğimiz yıl The Empire Project'in stüdyo galerisi olan Poligon'da Ali Taptık, Anna Heidenhain, Carolyn Drake, Cemil Batur Gökçeer, C.M. Kösemen, Gözde Türkkan, Lara Ögel, Selim Süme, Sevim Sancaktar ve Serkan Taycan, Frederic Lezmi ile beraber hiyerarşisiz bir ortamda fikir alışverişi ve işbirliği yaparak “Kitap Laboratuvarı” etkinliği kapsamında deneysel kitap maketleri oluşturulmuştu. Bu maketler sınırlı sayıda basıldıktan sonra bir hafta süreyle Poligon’da sergilenmiş ve satılmıştı. C.M. Kösemen projenin deneyselliği içinde kitabı bir kavram olarak değerlendirip kendi kitap kavramını geliştirerek “Piksel Evrimi” adında bir çalışma yapmıştı. Kitap Laboratuvarı (Book Lab) logosunu yapan Okay Karadayılar ise kitapların sayfa düzeni ve tasarımlarında da sanatçılara yardım etmişti. Selim Süme de panoramik kamerayla yaptığı çalışmalarını katlanan föyler halinde bir kutuda toplamıştı.
Bu girişimle sanatçılar sabitmiş gibi algılanan yapıların farklı bir şekilde tasarlanabileceğini ve bu yolla başka işlevler de açığa çıkarabileceğini vurgulamıştı. Bu güncel vizyonun sürdürülmesi, toplumsal ve politik eleştirel açılımların yeniden nasıl tasarlanabileceği, kurgulanabileceği ve yaratılabileceği ile de ilişkili olduğu için kritik bir işleve sahip. Kerimcan Güleryüz, bu bağlamda galerilerin varlık nedenini güncel koşullar içinde yalnızca ticari nedenlere bağlayamayacaklarını, bilginin üretimine, paylaşılmasına ve çoğaltılmasına yaratıcı projeler yoluyla yapabilecekleri katkıyla işlevlerini gerekçelendirebileceklerini ve kanıtlayabileceklerini vurguluyor. Önümüzdeki yıl Stüdyo X ile yapılan işbirliği ile Tasarım Bienali kapsamında açık çağrı yöntemiyle skalasını genişleten Kitap Laboratuvarı projesi, proaktif bir deney ve performansa dayalı bir araştırma imkânı yaratıyor.
Bu alandaki bir diğer başarılı örnek ise kuşkusuz SALT Araştırma sayılmalı. Sanat, mimarlık, tasarım, şehircilik, sosyal ve ekonomik tarih konularına odaklı yaklaşık 1 milyon 700 bin dijital belgeye ve 100.000’in üzerinde basılı yayına erişim sağlayan arşiv, kütüphane ve yayın koleksiyonuyla Salt Araştırma, Türkiye’de ihtiyaç duyulan önemli bir araştırma ve deneysel düşünme olanağı yaratıyor. Kasım 2011’den beri 65.000 kişinin ücretsiz ve herkese açık bir şekilde faydalandığı Salt Araştırma, geçtiğimiz yıldan beri araştırma fonları da vermeye başladı. SALT Beyoğlu’nda düzenlenen doğaçlama etkinlik dizisi, “Bak kim var?” programı kapsamında İstanbul’a çeşitli nedenler ile gelmiş ve faklı alanlarda paylaşacak şeyleri olan kişileri dinlemek ve onlarla etkileşime geçebilmek mümkün olabiliyor. Sosyal medyayla entegre bir şekilde duyurulan blog haberleri, güncel teorik bilgi ve kaynakların öğrenilebilmesi için hakikaten de takip edilmesi gereken içerikler sunuyor. Google Sanat Projesi’nin bir parçası olan Google Cultural Institute ile paylaştığı sergileri küresel dijital arşive de sunan Salt, güncel eğitim yollarını ilke edinerek üretim yapan önemli aracılardan biri olarak işliyor.
Özellikle 2000’lerin başından itibaren güçlenen bağımsız girişimlerin kolektif araştırma ve deney çalışmaları da güncel eğitim yollarının yayılması bakımından oldukça dikkat çekici.
Bağımsız bir girişim olan Amber Sanat ve Teknoloji Platformu’nun deneyimi hakikaten ders çıkarılacak deneyimlerle dolu. Türkiye’de yeni medya sanatları konusunda eğitim veren bir akademik kurum olmadığı için Amber Sanat ve Teknoloji Platformu , bu alanla ilgilenen neredeyse çoğu sanatçının yolunun bir şekilde kesiştiği bir zemin olması bakımından önemli bir işleve sahip. Ekmel Ertan, Amber’in eğitim yaklaşımını şöyle özetliyor:
“Biçim ve içeriği ile kendisini yeniden oluşturan, eski model ve alışkanlıkları dönüştüren yeni bir eğitim pratiği ile karşı karşıyayız. Bugünün iletişim ve bilişim teknolojileri bu değişimin alt yapısını oluşturuyor. Bilginin demokratikleştirilmesine olanak veren teknolojik gelişim, bu demokratikleşme sürecinin kalıcı bir açıklığa dönüşmesinin olanakları kadar çetrefil bir kontrol sisteminin baskı araçlarına dönüşmesinin olanaklarını da taşıyor. amberFestival eleştirel soruları ile farkındalığı arttırmaya ve açıklık politikalarını zorlamaya çalışıyor. Amber’in eğitimle ilişkisindeki birinci damar budur: soruyu sormak ve kendi yerelinde tartışmayı başlatmak. Eğitim bu başlangıcın devamında kendiliğinden gelecek/gelebilecek süreçtir. Eğitim en azından henüz ve hala açık ve erişilebilir. Öte yandan ders, seminer, ve 2009’da konferans formatına dönüşerek devam eden sunumlar ve tartışmalarla eğitim ayağını teorik seviyede sürdürürken pratik olarak da atölye çalışmaları ile farklı konularla farklı kesimlere ulaşmaya çalıştık. Elbette atölyeler sanatçı ve öğrencilerle sınırlı değil, tüm katılımcılara açık.”
Bağımsız girişimlerin kolektif araştırma ve deney çalışmalarına örnek verilebilecek diğer örnekler ise ÇATI - Çağdaş Dans Sanatçıları Deneği ve Tiyatro Araştırma Laboratuarı. Düzenlenen dersler, atölye çalışmaları ve performans çalışmaları herkese açık ve çoğu ücretsiz. Özellikle Tiyatro Araştırma Laboratuarı’nın henüz dijital ortama aktarılmamış arşivinin, araştırmacıların tiyatro ve performans alanlarında çalışmalarına kaynak sağlaması için titizlikle derlendiğini vurgulamalıyım.
Çağdaş sanat alanında faaliyet gösteren sanatçıların, sanat tarihçilerinin, sanat eleştirmenlerinin ve küratörlerin yurt dışına giderek işlerini sergilemesi, deneyler yapması ve başka şeyler öğrenmesine yönelik kolaylaştırıcı rol üstlenen ve kaynak geliştiren SAHA Derneği gibi kar amacı gütmeyen kurumların da yeni kültür aracısı olarak kültür-sanat alanındaki remikslenmiş güncel eğitime ivme kazandırmaya başladığını görüyoruz.
SAHA’nın sağladığı bu değerli ve nadir destekten yararlanma oranının Türkiye dağılımına bakıldığında ise başvuruların ağırlıklı olarak kurumlardan yapılmasına bağlı olarak bağımsız sanat girişimleri ile kariyerlerinin başındaki sanatçı ve küratörlerin daha az desteklendiği ortaya çıkıyor. Sanatçı konuşmalarına bakıldığında da benzer durum kendini tekrar ediyor.
Ancak bu duruma karşılık Bağımsız Sanat İnisiyatiflerinin Sürdürülebilirliğine Yönelik bir destek programı geliştiren SAHA 5533 , Pasaj ve Torun gibi farklı disiplinlerden ve alanlardan gelen çeşitli aktörlerin sanatsal üretim, tartışma ve eleştiri yapabilmesine zemin hazırlamaya çalışıyor. Destek verilen bu girişimlerin yalnızca İstanbul ve Ankara merkezli olması ise çalışmaların erişim ağının Türkiye çapına yayılarak daha demokratik bir şekilde nasıl geliştirilebileceği sorusuyla bizi baş başa bırakıyor.
Koleksiyonerliğin oluşması ve gelişmesine yönelik güncel çalışmalar yapmak ise meselenin henüz çok örgütlü bir şekilde yaygınlaşmamış bir başka boyutu. Özellikle çağdaş sanatta hamilik ve üretim kültürünün anlaşılması ve yayılmasını amaçlayan SPOT bağımsız küratöryal bir proje olarak Türkiye’de yegane sayılabilecek bir oluşum olarak işliyor. Sanat tarihi seminerleri, galeri gezileri, sanatçı atölyesi gezileri, koleksiyoner evi gezileri, küratör buluşmaları ve akşam buluşmaları gibi kısa ve uzun süreli etkinlikler düzenleyen SPOT, geçtiğimiz 3 yıl içinde güncel sanatta üretim sürecinin nasıl gerçekleştiği ve sanat mecralarının nasıl değiştiği, kitapların ayraçlama ve renk skalasına göre düzenlenmesi ve güncel sanatçılarla sanat tarihine bakış hakkındaki konuları önceledi.
SPOT’un üyelik sistemi ile çalışmasına rağmen sanat profesyonellerine her zaman açık olan bir yapıya sahip oluşu, kendini yetiştirmek isteyenlere bir olanak sunuyor. Özellikle koleksiyon oluşturma ve kültür-sanat yazarlarının bu konuları öğrenerek kendilerini geliştirmeleri bakımından SPOT, çevirimiçi mecraları çalışmalarında arşivleme ve paylaşım konusunda henüz yoğun olarak kullanmasa da sınırları belli bir amaca odaklanması bakımından güncel bir yeni kültür aracısı sayılır.
Sanat eleştirmenliği eğitiminin verilmesi ve genç eleştirmenlerin yazılarını yayınlama olanağı bulması için olanaklar o kadar sınırlı ki geçtiğimiz yıl küratörlüğünü Fulya Erdemci’nin üstlendiği 13. İstanbul Bienali kapsamında düzenlenen “Sanat Eleştirmenliği Atölyesi” bu konuyla ilgili atılan önemli bir girişim olarak karşımıza çıktı. Her ne kadar bienal etrafındaki politik tartışmalar içinde etkinlik süreçleri ve sonuçları pek duyulmamış olsa da Bige Örer’in verdiği bilgilere göre, 15 kişinin katıldığı 4 atölye çalışması boyunca çeşitli sanat eleştirisi yöntemlerinin nasıl uygulanabileceği ile ilgili çalışmalar, sonuçtan çok sürece ve işlemlere odaklanan bir şekilde gerçekleşmiş. Atölye çalışması boyunca yazı üretmeye zorlayan bir yaklaşımdan çok deneye açılmak, fikirleri ve duyguları açığa çıkararak paylaşmanın çeşitli yollarını keşfetmek ve bir arada üretim yapmak amaçlanmış. Umuyorum önümüzdeki bienal etkinliği kapsamında da remiks güncel eğitim yaklaşımıyla kurgulanan bu tür bir çalışma devam eder ve başka kurumlar tarafından da sahiplenilerek eleştirel düşüncenin gelişebilmesi için yayılır.
<<<<
Sanatçı atölyelerinin eğitim, araştırma, paylaşım, etkileşim ve deney yapmak bakımından oluşturduğu dinamik kümelenmeler de bir hayli ilginç. Eğer; kolektif sanatsal üretim, tartışma, eleştiri, herkese açık icazetsiz bir konum/duruştan bahsediyorsak 10 yıla yayılan tüm otonom ağı ve onlarca sergi, fanzin, performans, sokak sanatıyla SET, Şebeke, Periferi alacakaranlıkta duruyor. Rafet Aslan “Bizim için asıl sanat eylemi; hiçbir zaman bir araya gelemeyecekleri bir araya getirmek oldu. Bu yüzden açılışlarımızda, sergilerimizde hep sanat ortamının, piyasanın dışına çıkmaya çalıştık. Sanat pratiklerinin inşasını kurumlardan, kültür yöneticilerinden, sponsorlardan alıp; sanatçıların ve onları izleyenlerin ortak emeği ve gücü ile kurmaya çalıştık. Sergileri açılıştan ibaret bir gösteriden çıkarıp, Yıkım 2011 gibi uzun süreç içinde, herkesin söz alabileceği kolektif üretimler, performanslar ve forumlara dönüştürmeye çalıştık. Punklarla yaşlı şairleri, liseli anarşistlerle bilimkurgucuları, çevrecilerle edebiyatçıları, galericilerle hobi gruplarını, sokağımızdaki ev hanımlarını belki de ilk defa bir sergiyi gezmeleri için kışkırtmaya çalıştık. Sokak ruhu denen sihirli şeyin peşinde olduk her işimizde. Beraberce öğrenerek ilerlemek, sivil bir hat oluşturmaya soyunmaya soyunmak adına” diyor.
Geçtiğimiz yıl Yeldeğirmeni’nde Osman Koç ve Bager Akbay tarafından kurulan İskele47’ye özellikle yeni medya sanatları ve yapan (maker) kültürü ile ilgili çalışmalar yürüten öğrenci, grafik tasarımcısı, animatör, dansçı, tiyatrocu, mimar, modacı vs. gibi bir çok alandan gelen 18-40 yaş aralığındaki kişiler geliyor. Osman Koç, “merak bazlı” bir güncel eğitim yaklaşımına yakın olduklarından bahsediyor:
“Yani ben oturup durup dururken kimseye bir şey öğretmeye çalışmıyorum. Merak ettikleri bir konu varsa ve biraz ön araştırma yaptılarsa yeteneklerim dahilinde yardım etmeye çalışıyorum. Çünkü bir Google Search bile yapmadan ‘ya ben neuromarketing’e çok meraklıyım’ diyenlerle pek uğraşmak istemiyorum. Mekânda oyuncaklar var bir sürü. ‘Bu ne?’ diyenlere oturup anlatıyoruz. Onları kurcalayarak araştırmalar ilerliyor. Mekânın genel sirkülasyonunu yaratan insanlar zaten kafası açık ve fikir tartışmayı seven insanlar. Dolayısıyla yapmaya çalıştığın şeyi masaya yatırıp etraflıca eleştirip mantıklı bir ilerleme metodu bulmaya çalışıyoruz. Onun dışında ilgimizi çeken kitapları filmleri paylaşıyoruz, yeni gördüğümüz işleri aletleri konuşuyoruz. Oradan da ilhamlar çıkıyor epey. Yani birbirimizin işine burun sokarak veya bu duruma teşvik ederek, ama öte yandan da istediğimiz zaman herkesten izole kalarak ilerleyen bir çalışma disiplinimiz var. İçerde zaten sürekli yeni medya alanında işler ve sohbetler dönüyor. Dolayısıyla alanla ilgili bir genel kültür oluşuyor gelen insanlarda...”
“O yüzden eğitim olarak, daha çok takıldığın yerde soru sorabileceğin insanların olduğu bir yer olarak görüyorum İskele’yi. Bir de eğitim bizim mekânın ayaklarından sadece biri. İşin içinde tasarım sanat felsefe, mühendislik, bilim hepsi var. Bunların hepsi olabildiğinde open source bir durumda. Yani sadece mekân için değil, sektörde benzer işler yapan insanlarla da fikir ve bilgi alışverişimiz sürekli devam ediyor. Bu, mekânı tanımlamaya çalışmadıkça daha rahat oturdu. Yani biz sadece şunları yapıyoruz değil de, atıyorum hadi film izleyelim, veya spontane olarak bir konu konuşulmaya başladıkça hem sözlü iletişim pratiği hem de yeni medyanın doğrudan veya dolaylı getirdiği prensipleri içeriye almış olduk. Yani bir konuyu herkesle paylaşıp ortak fikir almak, bunu mantık ve matematik çerçevesinde yapmak, sürekli her adımda prototipleme yapmak gibi kanalları besleyince, diğer kısımlar zaten kendiliğinden budanmış oluyor. İçerisi sohbet için herkese açık, ama dedikodu yapmak isteyen burada sıkılıyor. Kendi iş veya ilerleyiş metotlarımızı da sürekli eleştirip, eleştiriye açtığımız bir ortam burası. O yüzden içeride dönen sohbet veya çalışmaların hiç bir kısmını kişisel almıyoruz. Bu da hem hoşgörü hem de içeride daha rahat ve sansürsüz konuşma imkânı sağlıyor. “
Bager Akbay ise verdiği dersler için üniversiteleri kullanmak yerine İskele47'yi seçmesinin nedenlerini üniversitelerin her anlamda alt yapılarının kötü olması ile ilişkilendiriyor: “internet bağlantısı, malzeme çeşidi azlığı, malzemeye olan uzaklık, malzemeye ulaşma hızı ve bürokrasisi, satın alma konusundaki basiretsizlikler ve ağırlık, mekânların sahipsiz olmasından kaynaklanan sürdürülebilirlik problemler gibi gibi... Akbay Brecht'in tiyatrolar için bahsettiği “hang up their brains with their hats in the cloakroom” efektini eğitim kurumları ile bağlayarak özerk alan yaratılmasının üniversitelerde kişisel problemlere yol açtığını vurguluyor (basit çekememezlik vs.).
Akbay ayrıca benimsedikleri güncel eğitim anlayışını nasıl hayata geçirdiklerini de açıyor:
“Hiçbir dersin ayrıntılı curriculum’u hazırlanmıyor, bundan ziyade kapsam, örnek havuzu, enformasyon havuzu, bilgiye ulaşma teknikleri, ortak çalışma teknikleri belirleniyor. Ders, her öğrenciye göre özelleştiriliyor. Bunu yapabilmemizin yegane sebebi, öğrencilere bir şey öğretmek zorunda olmadığımızı hissetmemiz hatta bunun asıl sebebinin öğrenciye bir şey öğretemeyeceğimize inanmamız olduğunu düşünüyorum. Beklemek yok. Sorun çıktığı anda çözüm üretmeye çalışıyoruz. ‘Sorun çıktı hadi bakalım siz bir proje önerin’ gibi bir mantık yok. Beraber oturup çözmeye çalışıyoruz. Kafe alanında dönüyor teorik kısım, malum insan bir şey yiyip içmek için ağzını açınca konuşmaya da başlıyor. Hatta buradaki konuşmaları podcaste çevirmeyi umuyoruz. Araştırma ve lab zaten işin parçası ama bir şey üretirken çıkıyor her şey. Ortaya özel bir plan yok. Şirketlerle işler yapıyor olmamız, güzel araştırma konuları yakalamamıza yardımcı oluyor. Bir de çok fazla yan etkinlik oluyor. Ders saatleri dışında mekâna gelip çalışabiliyorlar veya tartışabiliyorlar. Projelere katılabiliyorlar. Projelerin de herhangi bir ana disiplini yok. Sanat / Tasarım / Mühendislik / Bilim gibi temel alanlar ile ilgilenilmiyor, daha doğrusu projeyi yapan bunların herhangi birine ağırlık verebilir. Hepsini tartışabiliriz, karma işler yapabiliriz. Sadece ar-ge veya sadece eğlenmek için yapabiliriz projeleri. Birisi yaptığı işi ürünleştirip satabilir de. Toplu içerik çok ender durumlarda oluşturuluyor, Örneğin dönemde 1-2 kere film izlenip veya bir konu ortaya atıp tartışılıyor. Bu tip etkinlikler de spontane ortaya çıkıyor. Yani 3-4 kişi veya gruptan benzer sorular gelince, genel bir şey uyarlanıyor. Mesela içerikler üretildiğinde ‘Bunu neden internete koyuyoruz? Biri çalarsa ne olur?’ gibi sorular gelince, ‘Everything is a remix ’ ya da Korsan Parti tarafından Türkçe alt yazısı hazırlanan “Aaron Schwarts: Internet’s Own Boy” belgeseli izleniyor ve ilgilenenlerle tartışılıyor. Bu tip etkinlikler burada verilen eğitimin %5-10'unu geçmiyor. Paradigma değiştirme, buradaki eğitimin önemli noktaların biri.”
Eleştirel düşüncenin muhabbetle karıştığı sanatçı atölyelerinden biri olarak İsmet Doğan’ı da atlamamak gerek bana kalırsa. İsmet Doğan’ın atölyesini ziyaret edenler ile atölyede çalışanların yaptığı sohbetler, Türkiye’nin güncel sanat ortamına dair pek çok meselenin içinde bulunulan anın koşullarına göre masaya yatırılarak kıyasıya tartışıldığı bir karşılıklı diyalog ortamı ve zamanı sunması bakımından örnek verilebilir. Bu eleştirel konuşmaların ve tartışmaların bazılarının video ve ses kayıtlarıyla belgelenerek arşivlenmesi ve paylaşıma açılmasını güncel eleştirel tavırların gündelik akışta nasıl ifade edildiğini göstermesi bakımından her zaman önemli bulmuşumdur.
Son olarak sosyal medyadaki dinamik eleştirel akışın remiks güncel eğitim yollarına yaptığı olası katkıdan bahsetmeden geçemeyeceğim. Twitter’da makale, tez, kitap ve kaynak paylaşımı yapan Pino Berker ; Deniz Beser, Sedef Karakaş ve Barış Sinsi’nin bir sanat girişimi olarak Tumblr ve Twitter’da yürüttüğü Heyt Be Fanzin , Sanat Berbat ve Bulut Fabrikası gibi anonim Twitter karakterlerinin gündelik dili ve argoyu kullanarak çoğalttıkları eleştirel yorumlar, Sanatatak gibi yine çevirimiçi mecrayı gerçek zamanlı bir şekilde etkin olarak kullanan Ayşegül Sönmez gibi aktörler güncel eleştirel kültürün farklı ve dinamik kalabalıklara erişimini sağlayan b(ağ)lar oluyor.
>
Son olarak sanat eleştirisi yazılarının da eleştirilebilmesine olanak sağlayan ortamların ve imkânların olmadığını vurgulamalıyız belki de. Bu durumda sanat eleştirmenleri zaman zaman düşüncelerini dipsiz ve sessiz bir kör kuyuya atar hissedebiliyor. Geçtiğimiz yıl Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin düzenlediği ve kitaplaşması planlanan konferans, bu konuda atılmış önemli bir girişim sayılsa da bu tür etkinliklerin gündelik alana yeni kültür aracıları ile birlikte nasıl yayılabileceği ile ilgili sorular bize meydan okunacak yeni alanları işaret ediyor.
-