Arda Yalkın: Ne konuşacağız şimdi koskoca bir deniz.
Doğu Yücel: Derin de bir deniz, zor konu, kazık yerden geldi.
Arda: Zor değil aslında. Hep okuduğumuz izlediğimiz şeyler. Şey çok enteresan geliyor bana. Geçen gün ben de baktım da insanlar neler yazmışlar diye. “Acaba distopyada mı yaşıyoruz?” diye bir şey var. Ne düşünüyorsun sen?
Doğu: Bence distopyada yaşıyoruz.
Arda: Neden?
Hollanda Mutsuz, Yaptıkları Müziklerden Anlaşılıyor Bu!
Doğu: Birçok sebepten. Aslında zamanla da ilgili bir durum. Bundan 100 sene sonrasından bugüne bakıldığında bu bir distopya olacak. Şöyle anlatayım ben son kitabımdaki "Güneş Hırsızları" isimli öyküde sadece bizim yaşadıklarımızı anlattım, ama uzak bir gelecekteymiş gibi yazdım. Herkes bu öyküm için "distopya" dedi ama aslında günümüzden hiçbir farkı yoktu. Mesela sabah 08.00 akşam 18.00 mesaisi zaten içinde bulunduğumuz durum. Çok küçük bir kısmı faydalı olan eğitim hayatımız, sürekli sınavlardan geçiyor olmamız... Bunlar hep distopyanın işaretleri. Bu öyküde bir tek din unsuruna yer vermedim; çünkü uzak gelecekte dinlerin olmayacağını düşündüm. Onu da kattığımız zaman bence bayağı distopyada yaşıyoruz. Herkes mutsuz. Aslında oradan çıkartabiliriz; distopya biraz mutlulukla ilgili bir şey, ütopya zaten mutluluk üzerine kurulu bir fikir.
Arda: Evet, mutsuzluğun yanında bir de umutsuzluk. Kesinlikle geleceğe dair umut olmaması.
Doğu: Türkiye’de kutuplara baktığımızda iki taraf da mutsuz. Bir tarafın mutlu olduğunu söyleyemiyoruz. İdeal ülke nedir şu an? Hollanda falan diyebiliriz. Ama onlar da mutsuz. Yaptıkları müziklerden ortaya çıkıyor bunlar, mutsuz olduğunu anlıyorsun.
Arda: İnsanların hiçbirinin mutlu olduğunu zannetmiyorum. Ben distopyada yaşadığımız düşüncesine katılmıyorum. Emareleri var gerçi. Geçen gün şunu düşündüm, sen dedin ya bugünün dünyasını gelecekteymiş gibi yazdım, buna hiçbir şey demeden distopya dediler diye. Mesela bizimle alakası olmayan bir ülke düşün orda yaratıklar var, insan formunda. Onların beslenmeleri için bir madde gerekiyor. O maddeyi çıkartıyorlar onlar için zehirli olan bir maddeyle karıştırıyorlar, milyonlarcasını insanlara veriyorlar. O kadar saçma sapan bir şey gibi geliyor ki. Ama mesela kola üretilirken yapılan bu. Yer altından, hem içmek hem de tarım yapmak için ihtiyacımız olan suyu çıkartıyor, onu şekere buluyor -bizim için hiçbir faydası olmayan bir şey- o şekeri cam fabrikasında ürettiği şişelere koyuyor, kapaklarını kapatıyor. İşçiler oraya gidiyor onlar çalışırken de çevre kirliliği oluşuyor ve bu insanlara ulaşıyor sonra bu sağlık problemlerine yol açıyor, obezite mesela.
Doğu: En büyük problemlerden biri bu dünyanın. Amerika’nın %35’i obez.
Arda: Baktığın zaman distopik bir şey bu. Saçma sapan. Birisine anlatsan inanmaz. Ama kola deyince insanlar mutlulukla eşleştiriyor falan. Bunlara rağmen ben distopyada yaşadığımızı düşünmüyorum. İnsanlık tarihin her döneminde umutsuz. Niye beceremiyoruz bilmiyorum ama bu hep var. Distopya daha karanlık bir şey sanki. Distopyayla umutsuzluğu ayrı düşünemiyorum. Şimdi bir umut var gibi. Benim olduğum yerde bir umut var gibi. Sokağa çıkıyorum, koşuyorum, geliyorum, kız arkadaşım var, sergilere katılıyorum, tabii evet umutsuzum ülkemde olandan bitenden dolayı ama, bir yandan da acaba mı diye bir his taşıyorum. Ama gidişat distopya.
Doğu: Ama sen kişisel bakıyorsun.
Arda: Tabii kişisel bu durum.
Doğu: Benim de umutlandığım anlar oluyor. Onlar böyle umut parçacıkları. Diğer yandan medeniyetin ilerlemesi adına, insanların daha insancıl olması yönünde bir umudum kalmadı. Sanki daha da kötüye gidecekmiş gibi hissettiğim bir dönemden geçiyorum. Öncede daha umutluydum ama şu an karamsarım. Yıl 2015 olmuş, IŞİD diye bir örgütten bahsediliyor, bu örgüt giderek büyüyor ve bir ülke oldu resmen. Diğer yandan ondan nasıl kurtuluruz diye düşünürken aklıma “Amerika dünya polisiyse gelsin engellesin" gibi aslında savunmayacağım bir şeyi düşünmekten kaçamıyorum. Böyle çıkmazlar o kadar arttı ki ve medeniyetin öyle bir yerindeyiz ki her şeyin farkındayız. Zeka anlamında, evrimde ileri bir noktadayız ama hayvani tarafımız daha baskın. Savaşlar, sınıfsal eşitsizlikler hep bunun sonucu. O yüzden karamsarım, daha kötüye de gidebiliriz ya da iyileşmemiz, medeniyetin bir sonraki aşamasına geçmemiz tahminimizden uzun sürecek.
Arda: Peki sence medeniyetin bir sonraki aşaması ne?
Doğu: Bilim adamlarının karmaşık açıklamaları var bu konuda, bunu başka gezegenlere ulaşmak açısından kullananlar da var. O tabii dünyayı da etkiliyor. İnsanların daha insancıl yaşamaları üzerine, teknolojinin insanların hayatını düzene sokmada yardımcı olduğu.
Arda: ‘Singularity’ diye bir şey duydun mu hiç?
Doğu: Duymadım.
Ölümsüzlük İçin Günde 250 İlaç!
Arda: Bence insanlığı distopyaya yaklaştıran en baskın gelecek projeksiyonu . 30 sene içinde, insan zekasının makinalara transfer edilebileceği konuşuluyor. Singularity teknolojik gelişmenin anlamsızca hızlanmasınını anlatan bir kavram. Atıyorum, mikro işlemcilerin hızının her 5 dakikada bir iki katına çıkması gibi. Bu andan sonrası hakkında kimse bir şey söyleyemiyor. O ana 'singularity' deniyor. Teknolojik tekillik. Bu kavramı ortaya atan Raymond Kurzweil, 66 yaşında. Şu an Google’ın mühendislik bölümünün başına geçti. Bu adam çok önemli bir futurist, mühendis. Çok önemli buluşları var. Yazıyı sese çeviren programı ilk kez yazan kişi, Kurzweil diye bir şirketi vardı. Biraz hasta biri, 66 yaşında ve ölümsüz olacağına inanıyor. Bugüne kadar geleceğe dönük kehanetlerinin % 90’ı doğru çıkmış. 60’lardan beri yapıyor bu bu kehanetleri. Günde 250 tane ilaç kullanıyor, enjeksiyonlar yapıyor kendine ve 120 yaşına kadar yaşayacağını, 120 yaşından sonra ölümsüzlüğün bulunacağına da %100 inanıyor. 30 sene içinde kullandığımız bilgisayarın işlem gücü 35 milyon katına çıkacağını söylüyor. Bu olduğu zaman da her türlü simülasyonun yapılabileceğini, düşüncelerin, zekanın bilgisayar ortamında üretilebileceğini ve bundan sonra geleceğe dair hiçbir öngörünün yapılamayacağını; çünkü makinanın ne düşüneceğini şu anki zekamızla asla öngöremeyeceğimizi söylüyor. Sürekli kendini geliştiren makineler seni ne yapsınlar? Bana bu çok mantıklı geliyor. Küçük yaşlardan beri bilgisayar kullandığım için söyleyebiliyorum, Comodore 64'le başlamıştım, geçen sene Amerika’dan parçalar getirttim ve arkadaşım “napıyorsun, dünayayı mı ele geçiyorsun?" falan dedi ama 1 enede aldıklarım sıradanlaştı. Hakikaten yavaş yavaş inanılmaz bir proses gücüne sahip olmaya başladık. Adam kemik çok eskidi diyor, kemiği çelikle değiştirmemiz lazım, bu bizi taşımıyor falan diyor. Distopya hakkında bir film vardı Cronenberg’in Existenz’i. Ordaki hikaye gibi, bir öğretim görevlisi “şu anda bizden daha zeki bir canlının simülasyonunda mıyız diye?” araştırma yapıyor Oxford'da, eğer öyleyse dünyada 7 milyar yapay zekayı oluşturmak için ne kadar bilgisayar gücü gerektiğini hesaplıyor. Yani mutsuzluk, mutluluk, yüz sene sonra şöyle olacaktan falan çıkılıyor. Bunları düşündükçe, mesela sanatçılar kendilerini çok önemserler, topluma biz yol göstermeliyiz falan, ben yaptığım işi hiç iplememeye başladım.
Doğu: Aslında söylediğin şeyler güzel ama distopyadan uzaklaştıkça sanatın değeri azalıyor. Ütopyaya yaklaştıkça sanat yapma gereği kalmıyor. Sanatın olmadığı ütopya mı yoksa sanatın biraz olduğu distopya mı? diye düşünüyorum. Ama belki de sanatın nihai amacı tamamlanmış oluyor. Bir yandan sanata böyle bir görev yüklemek de çok saçma.
Arda: Ben de hiç öyle bir görevi olduğunu düşünmüyorum.
Doğu: Peki sen insanlığı yapay zekaya emanet etmekten yana mısın?
Arda: Olay yaratacak bir şey bu. Merak ediyorsun merak ettiğin sürece bir şey yapamıyorsun. Adam kalkmış “Alyuvarları nanoboatlar yapalım insanların vücuduna yerleştirelim daha iyi savaşır o zaman” diyor. Bunu merak etmek, para bulmak, fon koymak falan onu üretmek imkansız geliyor ama yapılıyor. Engelleneceğini zannetmiyorum.
Doğu: Erteleniyor ama. Mesela klonlama yasak.
Arda: Yasak diyorsun ama mutlaka bir yerde yapılacak bu. Bugün mesela 1994 senesinde İngiltere’de çekilen bir belgesel. Adamın arkasında monitörler işte “çok da uzakta olmayan bir gelecekte buradan bir düğmeye bastığımızda evimizdeki müziklere, filmlere ulaşacağız bunun adı internet diye anlatıyor. Düşünsene 20 sene önce, inanılmaz bir sürat var. Mesela şu an Google’da inanılmaz bir data biriktiriyoruz. Ben mesela bir saat takıyorum, bu saatte benim nabız ölçüm, kaç km yürüdüğüm, ne kadar kalori harcadığım falan her şey yazıyor. Telefonumla birleştiğinde sağlığıma dair data. Chek-inlerin, geldin, yedin, çektin inanılmaz bir data. Aydaki madenlere ulaşılması kadar değerli bir şey, biz insan olarak ona ulaşamıyoruz. Bir makinanın insan hakkında o kadar dataya birkaç saniyede sahip olduğunu düşünsene. Hayal edemeyeceğin büyüklükte. İşte distopya orada başlıyor, senin o ağa bağlanıp anında bilgi çekmeni sağlayacak teknoloji olması, olacaktır da yani. Gözlükler, çipler falan. Nasıl bir erk? Ilk kim faydalanacak, kim karar verecek, ilk faydalanan diğerleriyle bunu paylaşmak isteyecek mi? Mesela yürürken karınca yuvasına rastladın, sen diyor musun ki "arkadaşlar size edebiyat diye bir şey getirdim çok güzel, hadi gelişin" diye?. Onların umrunda bile olmaz. İkinci insan türü çıkmış olacak ve senin distopyan orada başlayacak, belki de onun ütopyası orda başlayacak. Mutlak bir şey mi ütopya ya da distopya? Global mi olacak? Senin dediğin doğru, ütopyaya yaklaştığımıza dair hiçbir emare yok ama distopyaya yaklaştığımıza dair çok emare var. Bunu sanat, bilim kurtaramayacak. Bilimin kurtardığına ilk kim bağlanacak bu sefer?
Doğu: Sen çok olumlu bir taraftan baktın.
Arda: Hayır kesinlikle olumlu taraftan bakmıyorum. Kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Havaya, suya, yemeğe ihtiyacı olmayan bir şey en fazla seni besler.
Doğu: Terminatör uzak bir ihtimal değil o zaman.
Arda: Hayır değil.
Doğu: Yapay zeka ne kadar evrimleşirse evrimleşsin, ne kadar üst sürüme çıksa bile yine de insana ihtiyaç duyar diye düşünüyorum ben.
Arda: Niye?
Doğu: Ne kadar insan bilincine yakın olsa da karar aşamasında yapay zeka tıkanır, bir noktada kapanır.
Arda: Karşıdaki fikir de simülasyonun bir gün mutlaka yapılacağı yönünde. Ama zamanı bilmiyoruz. Karar ama kim için karar? Zaten bağımsızlaşmasından bahsediyorsun, 'singularity' tamamen bunun bağımsızlaştığı anla alakalı. Sana artık ihtiyaç duymuyor. Kendi teknolojik gelişiminde ihtiyaçlarına o karar veriyor. Distopyaya en yaklaştıran bu şu anda. Önceden nükleer savaşın olacağına inanırdım. Büyük bir savaş olacağına ve bunu göreceğime inanıyordum. Şimdi 'singularity' daha mantıklı geliyor.
Distopya: Mecidiyeköy!
Doğu: En sevdiğin distopyayı sorayım?
Arda: Benim en sevdiğim distopya?.. Şey Hayvan Çiftliği. Basit ve yalın şekilde insanın hırslarını çok iyi anlatıyor. Senin?
Doğu: Bende en çok iz bırakan distopyayı taradım aklımda ve bir hikaye aklıma geldi. Emin olamadım önce böyle bir hikaye var mıydı diye.
Arda: Hangi hikaye?
Doğu: Ursula K. Le Guin’in bir hikayesidir. “Omelas’ı Bırakıp Gidenler”.
Arda: Neydi hikayesi?
Doğu: Omelas diye bir ütopya yeri var, çok mutlular, çok sanatseverler, çok erdemliler…
Arda: Hangi kitaptaydı o?
Doğu: Rüzgarın On İki Köşesi'nde de var, Gülün Günlüğü'nde de.
Arda: Asker Kaçağı'nda var mıydı?
Doğu: Asker Kaçağı’ndaki o muydu bilmiyorum. Neyse burada ütopya çok güzel resmediliyor. Herkes çok mutlu ama bir şey ters gitmeli diyorsun. Ters giden de sonda açıklanıyor. O ütopyanın ütopya olarak kalması için sadece bir kişinin, o da bir çocuğun acı çekiyor olması gerekiyormuş. Yeraltında bir mahzende, pislik içinde, çıplak bir şekilde o çocuk yaşıyor. Arada bir işkence de ediliyor çocuğa.
Arda: Çok sembolizm var.
Doğu: Ve Omelas’taki mutluluğun sağlanabilmesi için çocuğun acı çekmeye devam etmesi gerekiyor. Ve herkes durumu biliyor. Ama işte son paragrafta: “Herkes bunu biliyor, herkes buna katlanıyor; ama bazıları da var ki bunların bazıları da çocuklar onu gördükten sonra sessizce oradan çekip gidiyorlar. Ve kimse itiraz etmiyor; çünkü onların mutlu yaşaması için birinin acı çekmesi gerekiyor. Bu nedenle hiçbir şey demeden sadece çekip gidebiliyorlar. Hem günümüzü hem de kapitalizmi anlatan bir öykü.
Arda: Senin bugüne neden distopya dediğini anladım sanırım. Herkes farkında ama ses etmiyor.
Doğu: O öykü beni çok etkilemişti. Ursula Le Guin bu öyküyle önemli bir ödül kazandı. Daha sonra sormuşlar, bu fikir zaten Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler'inde geçmiyor mu diye... Gerçekten de böyle bir diyalog var Karamazov Kardeşler'de. “Tek bir kişi acı çekseydi ve diğerleri mutlu olsaydı bu katlanılabilir bir gerçek miydi?” diye. Ursula Le Guin bunu unutmuş. Bu öykü nasıl ortaya çıktı diye sorduklarında "bütün öyküler gibi Dostoyevski’nin yazdıklarını unutarak ve trafik tabelalarını tersten okuyarak çıktı" diyor. Omelas da şeymiş, “Orega Salem”in tersi. Trafik tabelasının önünden geçmiş dikiz aynasından onu görmüş "Omelas" diye okumuş. Birçok adayım vardı işte Cesur Yeni Dünya’dan Fahrenheit 451’e kadar hatta Ray Bradbury’nin Yaya öyküsü de beni çok etkilemişti. Zaten “Yaya” Fahrenheit 451’in öncülü. Orda da mesela yürümek yasak. O da başından geçen bir hikayeymiş. Bunlar geldi aklıma ama Hayvan Çiftliği de güzel bir örnek. Ama distopya denebilir mi?
Arda: Denir, karikatürize edilmiş insanlık aslında.
Doğu: Türkiye’de edebiyat ve sinemada distopya örneği yok galiba.
Arda: Yok bizde niye yok bilmiyorum. Sembolizm kullanılmıyor. Gelirken şunu düşündüm. O kadar çok çevremizde bizi yıkmak isteyen şey var ki. İlkel insanlar, hayvanlar gibi avlanıyoruz, çelme takıyoruz, izliyoruz, aldatıyoruz. İletişim kurmak yerine avlayarak, tuzak kurarak ilerliyoruz. Cesur Yeni Dünya’da toplum üzerindeki kontrol bireylerce sağlanır. Yani insanlar insanları ihbar ederler. 1984’te ise devlet gelir tepene çöker, askerler gelir alır seni falan, diğerinde toplum biraz daha otokontrolünü sağlıyor.
Doğu: Orda biraz daha oturmuş bir distopyayı görüyoruz. Bir çok distopyada benim katıldığım yerler var. Kontrol ya da otoritenin varlığı biraz da gerekiyor. Faşizan düşünce olarak söylemiyorum da medeniyetin ilerlemesi, var olan nüfusun biraz daha mutlu olabilmesi için 'big brother' olmasa da bir mekanizma gerekiyor. Doğada da var bu. Kaos edebiyatı o noktada bana mantıklı gelmiyor. Mesela Cesur Yeni Dünya’da doğru, uygun genler bulunarak insanlar biraz daha üstün noktaya getiriliyor. Bu fikrin uygulanışı ters olabilir ama fikir özünde yanlış değil bence.
Arda: Bu da aslında benim bahsettiğim şeye geliyor. İlk öyle başlayacak, gen seçimini yapacaksın. O noktanın ne olduğunu biliyor musun? Onu yaptığın anda evrimi sen eline almış oluyorsun. Bu da buhardan petrole geçmek gibi patlama olan bir şey.
Doğu: Aslında evrimi hızlandırıyorsun.
Arda: Milyonlarca yılda olacak şeyi yapıyorsun ama garantisi de yok
Doğu: Bence olur.
Arda: Bu da bambaşka bir şey, biyolojik etki.
Doğu: O hızlanma bir noktada gerekiyor. 2001 Space Odyssey’de olduğu gibi kara bir taş blok görüyorlar uzaylıların daha önce bıraktığı ve orda bir evrim sıçraması yaratılıyor. Orda bir evrim sıçramasını tekrar yaşamalıyız.
Arda: Yaşamalıyız, işte 'singularity' bunu temsil ediyormuş. O taşın yaptığını yapacak. Ama biz kestiremeyiz diyor. Sen bizden daha üstün olanı kabul etmiyorsun galiba. Bu 'Human V2' olarak geçiyor. İşte sadece düşünceleri alıp daha güçlü bir bedene koyup ona emanet etmek.
Doğu: Olur, uyarım ben:) Daha üstün bir ırk gelip burayı ele geçirirse...
Arda: Daha üstün bir ırk sen oluyorsun.
Doğu: Olur. Ama ben şuna da tamamım, daha üstün bir ırk gelse, burası bizim dese, buyrun derim.
Arda: Ezer ama seni. Karınca örneği gibi. Adam niye uğraşsın ki seninle?
Doğu: Evet ezer. Yabancıya gider evet. Daha önce distopya olduğunu düşünmediğin distopyalar nedir?
Arda: Distopya benim için şu anda Mecidiyeköy.
Doğu: Mecidiyeköy, Umut Sarıkaya’nın bir karikatüründe 'düşük bütçeli cehennem ' diye geçiyor. Adam ölüyor ve cehenneme düşüyor. “Burası neresi?” diye soruyor, işte biz düşük bütçeli bir diniz, cehennemimiz böyle diyor.
Arda: Beş sene falan oldu buradan taşınalı, işte ben işi gücü bıraktım, dün gece bir vesileyle Mecidiyeköy’den falan geçtim, o binalar falan yani şaşırdım.
Türkiye'de Distopya İçin Mekana Gerek Yok!
Doğu: Ben zaten Türkiye’de neden bir bilimkurgu, distopya filmi çekilmiyor anlamıyorum. Dekora gerek yok yani.
Arda: Aslında düşük bütçeli pek çok şey yapılabilir. 28 Gün Sonra XL 1 denen çok küçük bir kamerayla çekildi.
Doğu: E çok güzel.
Arda: Güzel ama yok, bir de kim izleyecek?
Doğu: Kim izleyecek sorusu. Benim için de en büyük distopya şu an haftada beş gün iş hayatının olması. Okul zamanı da düşünüyordum bunu. Resmen kölelik düzeni var, kölelik bitti diyorlar, yok bittiği falan. İşin komik tarafı bu düzeni sağlayan da biziz.
Arda: Eskiden n’apıyorlardı. Seni Afrika’dan alıp getiriyorlar, sana barınacağın yer, yemek veriyor, üremene müsaade ediyor. Aynı durum. Geçen gün isim vermeyeceğim ama siz anlarsınız o geldi aklıma. Adamın bankası var, çalışanına o bankadan kredi veriyor, kendi yaptığı binada indirim yapıyor, ürettiği dergiyi satıyor, araba sattığı bir yer var oradan araba alıyorsun, bir kredi veriyor, çekiyor senin maaşından işte garip bir döngü. Bir tek şey enerjim bittiği zaman, çalışamayacak durumdaysan ölene kadar sana bakıyor. Buradan bakınca da distopya var gerçekten.
Doğu: Kısıtlı zamanını satıyorsun aslında.
Arda: Zamandan ziyade sana şirket telefonu, şirket arabası vererek sürekli seni elinde tutmak istiyor. İş saatleri dışında da seni bağlamak için. Mesela ajanslarda langırt vardır. O sana çalışmıyormuşsun gibi hissettirmek için. Garip bir sistem. Böyle bakınca distopyanın tam da göbeğinde yaşıyoruz, ama umut olunca tam distopya değil.
Doğu: Şöyle bir şey var insanlar sanki uyandı. Avrupa’da çalışma saatleri tartışılmaya başlandı. Bu beni umutlandırdı, gerçi sonra n'oluyor, Yunanistan’da kriz patlıyor ilk sebep onlar çok az çalışıyor oluyor. Aslında hiç alakası yok ama. Ülke batmasın diye çalışmaya devam ediyoruz. Ülke ne? Bana ne yararı var? Eskiden insanların hobileri vardı. Mesela yazmak hem profesyonel olarak bir yere geldiğim bir hobi ama çoğu insanın hobisi yok. Onlar daha büyük distopya içindeler. Evle iş arasında gidip geliyorlar. Bir yandan çerçeve içinde fiks bir aile hayatı var.
Kafka'nın Yapıtları da Distopyadır!
Arda: O da işte ciddi tüketime yöneltiyor insanı. Mesela şimdi boyama kitapları var ortalıkta resmen aklım çıkıyor. Bakıyorum bir boyama kitabı almış onu boyuyor. Böyle böyle kazdıkça senin dediğine çıkıyoruz aslında.
Doğu: Kendimizi, bu röportajı okuyanları şanslı görüyorum; en azından sanatla ilgileniyorlar. Kafa yordukları gerçek bir şey var. Bazen diyorsunuz ki, sanat falan boş işler. Bir işe yaramıyor. Politika veya başka bir şey daha gerçek geliyor. Sonra gerçekleşmeyecek bir koalisyonu beklerken buluyorsun kendini. Bir Kafka romanındaymış gibi. Ki Kafka külliyatı distopyadır bir bakıma. Tam o noktada Kafka romanının daha gerçek olduğunu fark ediyorsun. Diğeri yalan. O yüzden sanatla ilgilenmenin yabana atılır bir tarafı yok. Spor da öyle. Ama bu ikisiyle ilgilenmeyen insanların inanılmaz düz hayatları var. Boyama kitabı furyası çıkıyor ona takılıyorlar ertesi ay başka bir furya çıkacak ona kaptıracak. Hiçbir zaman ömür boyu sürecek, hayatına anlam katan bir meşgalesi olmayacak.
Arda: Din de yavaş yavaş özellikle eğitimli insanlar arasında ölüyor. Yani çok fazla bugünle çelişen şey var. Mesela şimdi Hristiyanlık’ta bir dönüşüm gerçekleşmiş, bir Rönesans, hayata müdahale eden şeyleri dışarı itmişler. Diğer yandan eğitimli insanlar kendi kendilerine bugünün teknolojisine uyan dinler, kişisel gelişim falan gibi modern dinler buluyorlar. Sen ne düşünüyorsun?
Doğu: Dediğin gibi ben onları modern din olarak görüyorum. Ufak ufak peygamberler var.
Arda: Evet böyle ayinler yapıyor falan.
Doğu: Çünkü o eski dinler şu anki maneviyat ihtiyacını tam karşılamıyor. Ne kadar öyle olduğunu iddia etseler de tam tersine çoğu anlaşılmıyor.
Arda: Bir de maneviyat üzerine değil çoğu, gündelik hayata çok fazla müdahale var.
Doğu: Maneviyat ihtiyacını kişisel gelişimle kapatıyorlar. Ben çok karşı çıkıyordum şimdi de mantıklı buluyorum. Ben kişisel gelişimimi kitaplara borçluyum, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451 gibi ama bu biraz daha uzak, çetrefilli bir yol, insanlar kestirmeyi tercih edip kişisel gelişim kitaplarına, burçlara kaptırıyorlar kendilerini. Burçları bir hayal gücü ihtiyacı olarak görüyorum. Hayata müdahale eden yıldızların olması hayal gücüyle alakalı. Ben hayal gücümü kitaplarla besliyorum onlar bunlarla.
Mesela internette dönen bir caps fotoğrafı var, bir yerden bir yere yürüyen insanlar, hepsinin başı eğik, telefonlarını kurcalıyorlar. Üstüne 'Walking Dead' yazmışlar. Buna benzer esprili bir tişört dizaynı da var: Klasik insan evrimini anlatan, kamburdan dik yürüyen insana doğru ilerleyen resim vardır ya, o dik yürüyen adam döngünün sonunda şişmanlayan, kamburlaşan, başı eğik adama dönüşüyor. Gerçekten insanlar sürekli tespih çevirir gibi telefon ekranı üzerinde parmaklarını oynatıyorlar. Şu an telefonlar bence oyuncak, çoğu zaman kaybı. İnternete bir saat bakıyorsak onun en fazla beş dakikasında elekten geçmiş, doğru ve işe yarar bilgiye ulaşabiliyoruz. Ama ben böyle gezen tiplere zombi diye bakmıyorum. Belki de ilerde direkt avcumuzun içinde sinirlerimize bağlı olacak telefon.
Mutlu Olmak Şart mı?
Arda: Zaten distopya olan teknoloji değil, distopya olan onu kullanım şekli, oluşturduğu toplum, ilişkiler...
Doğu: Bir yandan da ütopya da çok sıkıcı. Schopenhauer’un Hayatın Anlamı kitabında vardı. Herkes çok mutlu olursa da o kadar sıkılırız ki herkes birbirini boğmaya başlar, diyordu. Herkesin mutlu olması da başka bir anlamsızlık bir de mutluluk nedir?
Arda: Evet o var. Mutlu olmak niye?
Doğu: Mutlu olmak şart mı? Bir mutluluğun peşinde yapmadığımız şey kalmadı, herkes mutlu olmak için mesela sen resim yapıyorsun, ben kitap yazıyorum, başkası evleniyor, çocuk yapıyor ama hiçbir zaman salt mutluluğa ulaşılmıyor.
Arda: Zaten insanı ayakta tutan da salt mutluluk ama salt mutluluk da çok ütopik. Ama yaşama isteği, sevinci önemli. Başaramayacağını da bilsen denemek, bunlar insanı ayakta tutuyor.
Doğu: Ben de o yaşama sevincini, umudu korumaya çok inanan biriyim. Yazdığım hikâyelerde de. Mesela demin Ursula Le Guin’in hikayesini anlattım anlık bir bunalıma girdik ya, distopyalar insanı bunalıma sokabiliyor. Mesela Fahrenheit 451 çok mutlu biter. Orda ana karakter, ormanda gizlenmiş kitap insanlarıyla buluşur, gelecekte yine özgür olabileceklerine dair umut verir ve roman öyle biter. Çoğu distopya da karanlık bitiyor ama ben biraz daha umutlu bitmesinden yanayım. Öbür türlü uyarı olmuyor. “Sen bittin arkadaşım senin geleceğin bu” demek gibi bir şey. O çıkmaza da inanmıyorum, cılız da olsa ışık görünmeli. Omelas’a bağlayacak olursak tek çare Omelas'tan kaçmak değil, orda da bir şeyler yapılabilir.
Arda: Peki distopik bir toplum olmamak için bireysel olmak mı örgütlü hareket etmek mi önemli? Yani diyoruz ki senin için distopyada yaşadığımızı gösteren, benim için distopyaya gittiğimizi gösteren bir çok işaret var. Böyle bir sondan kaçabilmek için bir şeyler yapmalı mıyız? Bu bir, ikinci bunu bireysel olarak mı yapmalıyız yoksa bir örgütlenme modeli mi?
Doğu: Bence ikisi de. Herkesin bireysel olarak yükümlülüğü var artı örgütsel de hareket edebilirler. Ben sanki ikisini de yapıyorum. Bireysel olarak bir şeyler yazıyorum, twitterdan mesajlar veriyorum. Mesaj savaşçılığı yapıyoruz.
Bir yandan da grupların parçasıyım, onlarla hareket ettiğim de oluyor. Bir şey diyorlar çıkıyoruz, gidiyoruz işte bir yerlere. Bazılarını tanıyorum bazılarını tanımıyorum, bir şekilde güveniyorum. Bazen aklıma yatmıyor sessiz kalıyorum. Sen ne diyorsun?
Arda: Ben eskiden tamamen bireyselliğe inanıyordum. Ama şimdi fikrim değişmeye başladı, sanki yeterince bir şey yapmıyorum. Sürekli bir şeylerin içine girmeye çalışıyorum. Öte yandan da politikadan uzak durmaya çalışıyorum. Örgütlülüğe inanıyorum ama ne yapılması gerektiğine dair fikrim yok. Pratiğim yok.
Doğu: Ben mesela politik olmaya inanıyorum, eskiden mesafeliydim şimdi kendimi geliştiriyorum. Bir yandan da politik oldukça birçok insanın acayip kutuplaştığını görüyorum. Twitter’da böyle en ufak bir tepkiye parlıyor mention’ı sona koymalar, bu arkadaşı spam’liyoruz. Bunu çok barışçıl olduğunu düşündüğümüz insanlar yapıyor. O adam sana ne demiş olursa olsun küfür de etse bırak büyüklük sende kalsın. Benim de twitterda radikal şeyler, uç şeyler söylediğim oluyor ama bir kere kavga etmedim. Bana ne kadar küfür ederse etsin alttan almaya çalışıyorum. Bence en güzel bireysel direniş o tarafa bir şey anlatabilmek. Anlamadığını söylese bile, iyi davranmak. Ama diğer taraftan "spam" fırlatmalar falan, o da bir ütopya aslında sanki onu spam’leyince onu yok ediyor. Oradaki nefreti harlamaktansa, takipçilerine şikayet etmektense onunla iletişim kurmak çok güzel bir şey. Mesela takipçi sayım çok olsa da, biri bana bir şey yazsa ona cevap veriyorum, biri bana gündelik hayatta bir şey demiş gibi hissediyorum. Biri sana bir şey dese ona yanıt verirsin yanından geçip yürümezsin, bazıları hiç yanıt vermiyor, kimse yokmuş gibi. Biraz zamanımı alıyor ama bu da bir çeşit mücadele, distopyayı ütopyaya çevirme gayretinin bir parçası.
Arda: İnternet nerde duruyor senin için burada. İnternet iyi bir araç mı?
Doğu: Bence iyi bir araç.
Arda: Ama öte yandan şöyle bir durum var. Mesela müzik endüstrisi…
Doğu: Müzik endüstrisini fena halde baltaladı.
Arda: Evet ama aynı endüstri sana bir şeyler satmak için sürekli interneti kullanıyor. Hem müziği dinlemek için hem de internet için para ödüyorsun. Bunu kırmaya çalışınca yararlı hale geliyor. Sana konser, albüm satmak için internet kullanıyorlar, hiçbir şey yok bunun karşılığında.
Aslında yavaş yavaş devletlerin şirketlere dönmesi, o şirketlerin sana bağlanması, şirketlerin senin hakkında her türlü bilgiye sahip olması. Devlet kim? Her şeyini biliyor. Demokrasi şu anda en ilkel biçimiyle kullanılıyor, teknolojik olarak çok ilerdeyiz çünkü. Bireysel olarak öğrenemeyeceğimiz bir sürü şey var.
Doğu: Anlam olarak demokrasiye katılıyorum ama uygulama biçiminde sorun var. Ben mesela Artful Living’e yazdım. Neden bir oy veriyoruz. Bazı ülkelerde eksi bir oy hakkın var. Böyle olursa bütün mantıklar, sonuçlar değişecek. Kutuplaşmanın önüne geçilecek ama bunlar hiç sorgulanmıyor.
Arda: Ülkeler şirketleşmeye başlıyor işte.
Doğu: Telif haklarında enteresan bir durum var hakikaten.
Arda: Benim görüşüm ISP’lerin içeriği paylaşan insanlara para vermesi gerekiyor. Bu sistem yavaş yavaş Spotify’larla gelmeye başladı. Bunu ben 7-8 sene önce yazmıştım bunu. Benim Spotify’a da para vermemem lazım, ISP’ye çok büyük para veriyorum zaten. Benim ödediğim parayı bir havuza koy, içerik ekleyen de yararlansın. Burda sorun örgütlü olmak ya da olmamak. Mesela yayınevleri konusunda siz bir sene kitap yayınlamayın bakın yayınevleri n'oluyor?
Doğu: Mesela Stephen King yeni bir kitap çıkartıyor %50 yayınevi %20’si dağıtımcıya gidiyor bilmem ne, Stephen King bile olsan kitaptan %20 kazanıyorsun. Biz %10-15 civarı. Stephen King buna karşı çıktı. Bir kitabını sadece internetten yayınladı, o bile istediği kadar satamadı. Yayınevlerini de anlayabiliyorum satışlar düşük. Ama en kötüsü dizi sektörü. Senarist, yapımcı, yönetmen, oyuncu hepsi sürünüyorlar. Gerçek kölelik düzeni dizi sektörü, sanatsal alanların içinde en kötüsü.
Arda: Sanatsal distopya.