Necip Fazıl Kısakürek “Babıali” kitabında iki İstanbul efendisinden söz eder: “İki İstanbul efendisi, (İstanbulin)li eski Babıali tipi, güzel ve çirkini tayinde usta bir Ziya Osman Saba, bir Asaf Halet Çelebi vardı” der. Kitabın ilk yayım tarihi 1975. Bilmem ki Eray Canberk’i tanımış mıydı Üstad, tanısaydı herhalde üç İstanbul efendisinden söz ederdi. Üstelik üçü de Türkçenin her bakımdan anılmaya değer üç şairi. İyiliğin şairi Ziya Osman Saba, tasavvufla Hint felsefesini buluşturan şiirinin gizemli lezzetiyle Asaf Halet Çelebi ve şiiri mi ondan, o mu şiirinden ince, ayırt edilmesi neredeyse olanaksız olan Eray Canberk.
Şiir, incelik ve iyilikle birlikte anılıyorsa, bu biraz da Saba ve Canberk gibi şairler nedeniyledir. Türk şiirinde ‘iyiliğin dörtlüsü’ deyince aklıma Ziya Osman Saba’yla başlayıp Behçet Necatigil’le süren, onlardan da Cemal Süreya’ya ve Eray Canberk’e ulaşan bir gelenek gelir. İlk ikisini tanımak için, son ikisi doğrusu çok yerinde isimlerdir. Ve iyilik kendine çok iyi şairler bulmuştur.
Şiire iyilikle başlamanın iyiliği. Hem iyi bir şair hem de dünya iyisi bir insan olarak Eray Canberk’i tanımak da başlı başına bir şiir sayılır. Ben ilkin o ‘şiir’le tanıştım, bir ‘şair’ kılığındaydı. Şiirin bazen şair kılığına girdiği olur ama, bu neredeyse ‘yıldızın parladığı anlar’ gibi az rastlanan bir şeydir. Çoğunlukla tersi olur çünkü, yani olmaması gereken olur ve şair, şiir kılığına girmeye çalışır ki, fazlasıyla gülünç olur. Bu da şiirde ironiye değilse de, şiirin şairlere yaptığı oyunlara sayılabilir.
Eray Canberk’in toplu şiirleri, 1960-2010 arası yazdığı 50 yılın şiirleri Kent Kırgını (YKY, Ekim 2010) adıyla yayımlandı. Kentin ıssız bıraktığı şiirler. Tıpkı Canberk’in de kentin kırgın bıraktığı bir şair olduğu gibi. Şehrin şiiri başkadır çünkü kentin şiiri başka. Şehirlerle kentlerin ışıkları da birbirine benzemez ya. Dönüşümlere tanıklık eden şair, şiirini kentin kapısından sokmak istemez bazen. Kentin dağdağasından, temaşasından, gözalıcı renklerinden tedirgin olur. Şehir diye bildiği yere dönmek ister yeniden. Kimi eski Aksaray’ı özler, kimi eski
Samatya’yı. Kenti bir metropol olarak algılarız Canberk’in şiirinde, şehirse adeta bir bahçedir. Gülten Akın’ın, Necatigil’in, Sezai Karakoç’un benzer sorunlara ilişkin şiirleri gibi, Canberk de çocukların yanında yer alarak bir ‘apartman uygarlığı’ olan kente kırgın şiirler yazar.
İZ tv’de, “Ömür biter yol bitmez” adlı bir program yapıyordu, orada izlemiş ve kendi kendime ‘Eray Canberk’i hiç tanımayan biri, onun o camın arkasındaki konuşmasından, yürüyüşünden, duruşundan bile etkilenir ve onu cankulağıyla dinler’ demiştim. Şairler, daha doğrusu şiirler için pek çok benzetme yaparız, ‘onun şiiri bir çağlayanı andırıyor’ deriz, ‘içten yanmalı bir şiir’ deriz, ‘okurunun elini hiç bırakmayan bir şiir’ deriz. Eray Canberk’in toplu şiirlerinde yer alan kitaplarından bir kaçının adını yazarsam, onun şiirinin sesini de rengini de yazmış olurum bir bakıma: Kuytu Sular, Yüreğin Burkulduğu Zaman, Eskimiş Yalnızlığa, Ebrular, Kuytu Sularda Zaman... Eray Canberk’in şiiri de dipten yürüyen bir su gibi akıyor, usul akıyor, zaman zaman azalıp çoğalıyor ama su gibi sürüyor.
Çağın acısına, kentin karmaşasına şiirle direnmenin bir yolu da ironi elbette. İroninin şiirimizdeki ‘tarihi’ne bakılırsa son elli yılda yükseldiği görülecektir. Ziya Osman’da olmayan, Necatigil’de ise ‘eser miktarda’ bulunan ironi, Cemal Süreya ve Eray Canberk’in şiirlerine gelindiğinde, Salah Birsel’in demesiyle kanat takıp havalanacaktır. Çünkü acıyla uğraşmak için ironi gereklidir şehrin şairlerine. Hele biri “Bindokuzyüzkırktan Kalma Bir Çocuk” olarak ta 1966’da şöyle yazıyorsa: “bir gidişti kim bilir nerelere varırdı/suçlu değildi ama suçlu duyardı kendini/her akşam üstü içi daralırdı/bağırırdı ama kim duyardı sesini”.
Bazı şairler kente şiirle bağırırlar ve onların sesini eski semtler duyar. Belki de ‘Kent Kırgını’ şairlerin okurları da o eski semtlerdir.