Feyyaz Kayacan’ın “bir yanı meddah bir yanı Kafka” dediği ve hayattayken yayımladığı son romanı Çocuktaki Bahçe üzerine bir yazı.
“Sokağı, denizi isterim pencereden”
Oktay Rıfat
1950 kuşağının şüphesiz en önemli öykücülerinden biri olan Feyyaz Kayacan’ın ilk olarak 1982 yılında yayımlanan romanı Çocuktaki Bahçe, geçtiğimiz aylarda Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yeniden yayımlanarak okurla buluştu. Öykü, oyun ve şiir türünde verdiği eserlerle edebiyatımıza oldukça değerli katkılarda bulunan, dilin sınırlarını yeni çağrışımlar üzerinden dönüştürerek kullanan Kayacan’ın 100. yaşında yeniden raflara çıkan Çocuktaki Bahçe, aynı zamanda yazarın tek romanı olma özelliği taşıyor.
Çocuktaki Bahçe, eski İstanbul’un Yeldeğirmeni mahallesindeki bir konağın penceresinden meraklı gözlerle etrafı seyreden Feyzi’nin hatıraları ile açılıyor. Bahçedeki ağacın, evin ve evdeki annenin tanımlanmasıyla birlikte devam eden roman, hatırlamanın coşkusunu bir çocuğun gözünden yola çıkarak takip ediyor. Ayrıntılar arasında iz süren yazar, okurla tanıştırdığı karakterlerin mevcut mekânlarla bütünleşen hikâyelerini de kendi anlatısının önemli bölümlerine dahil ediyor. Böylece güçlü bir bütünden parçalara ayrılarak karşımıza çıkan her sahne, sonraki sahneyi besleyerek yeni ifadelerin kapılarını aralıyor. İnsanlar arasında gezinerek şekillenen romanın şehirle kurduğu ilişki, mahalle ve ev özelinde detaylandırılarak daha da güçleniyor ve merak duygusunu besliyor. Kayacan’ın öykülerinden aşina olduğumuz bu yapı, yazarın dille olan ilişkisini, uğraşını ve dili dönüştürebilmenin yöntemlerini sağlayan duyguların etkileriyle birleştirerek geçmişi görünür hâle getiriyor.
İnsanın bugünden bakarak geçmişle kurmaya çalıştığı her ilişki, hesaplaşmanın ya da en azından yüzleşmenin kapılarına ulaşır. Özlemek, hatırlamak, geri dönmek ve yeniden yaşayabilmek arzusu üzerinden hareket eden bu yola çıkış, Kayacan’ın hikâyesindeki derinliği genişleten yapının zemini oluşturuyor aslında. Hüzünlü bir özlemenin anlatıcısı olan Feyzi’nin gözünden seyrettiğimiz bahçe, sonsuz dünyanın sınırlı hareket alanlarının başında geliyor. Anlattığı her şey, kendi içinde detaylanarak farklı bir hikâyenin tanımlanmasına, oradan da insan ilişkilerinin yıllar içerisindeki devinimine yaslanıyor. Eskiyen sadece zaman değil, zamanı içinde taşıyan insan ve şehir oluyor. Bahçedeki ağacın, toprağın, sokağın, sokaktan geçen insanların ve tüm bunları gören pencerenin dahil olduğu dünya, hayal kapılarını tek tek açan arzuları da beraberinde getiriyor. İstemek duygusu, elde etmek duygusunun paralelinde ilerlerken yakın tarihe doğru eğilen bir izleğin peşinden usulca gitmek mümkün hâle geliyor.
Yazarı romana çağıran şey her neyse, okuru da çağırmaya başlıyor böylece. Bilmediğiniz sokakları bilmek, görmediğiniz konaklardan girip hiç tanımadığınız insanların dükkanlarında zaman geçirmek istiyorsunuz. Masalsı bir dil kurgusunun ustalıkla sağlandığı bu imkân, geçmişe dönük yolculukların da altını çiziyor aynı zamanda. Yaşatan, büyüten, gösteren ve pek çok anlamın düğümlenmesini sağlayan yazar, hissettiği her şeyi oyuna ve oradan da Çocuktaki Bahçe’ye dönüştürüyor. Düğümün çözüldüğü noktalar ise pek çok yerde okura kalıyor.
Bir bahçe, tek başına ve her anlamda yalnızca bahçe olarak tanımlanır. Şehir, mahalle, sokak, ağaç, ev ya da buna benzer her şey kendi gerçek tanımlarıyla vardırlar. Kayacan, hikâyenin başlangıcında önce ağacı, ardından evi ve en son olarak da anneyi tanımlar. Feyzi’nin pencereden gördüğü tek şey o ağaçtır çünkü. Güvende olduğu yer ise evi. Annenin varlığı kendi anlam bütünlerinin arasında bir yerde durur. Onun karşılığı sokaktan gelip geçenlerde, konağın merdivenlerinde, odalarında ve çatısının altındadır. Mekânlar, parçası oldukları dünyada kendi içlerine kabul ettikleri insanlarla ve diğer canlılarla birlikte bütüne kavuşurlar. Anlam karşılıkları da burada ortaya çıkar, gelişir. Georges Perec, Mekân Feşmekân kitabında şehrin tanımını yaptığı yazısında şunları söylemiştir: “Şehir fikrinin kendisi bile ürkütücüdür aslında; gözümüzün önüne yalnızca iç karartıcı ve çıkışsız manzaralar gelecekmiş gibi hissederiz… Şehri açıklamaya ya da onaylamaya asla muvaffak olamayacağız. Şehir işte burada. Şehir bizim mekânımız ve ondan başka mekânımız yok. Bizler şehirlerde doğduk. Bizler şehirlerde büyüdük. Şehirlerde nefes alıyoruz. Trene bir şehirden bir başka şehre gitmek için biniyoruz. Şehirde insana dair olmayan hiçbir şey yoktur, insanlığımız hariç.”[1] Perec, tanımladığı şehir mekânı için “İnsan kendi şehrini nasıl tanır?” sorusunu sorar ve şu cevabı yöntem olarak sunar: “Ya şehirden bahsetmekten, şehir hakkında konuşmaktan bütünüyle vazgeçmek gerek, ya da ondan bahsederken, kendini basit sözcüklerle, debdebesiz söylemlerle ifade etmeye, kapalı cümlelerden kaçınarak konuşmaya zorlamak gerek…”[2]
Perec üzerinden Kayacan’ın mekânlarının okunması, bu açıdan bakıldığında yalnızca masalsı bir duygu yoğunluğu içermez. Daha doğrusu tek başına hatıralar bütünü değildir. Değişen/değiştirilen yaşanmışlıkların parçalarına tanıklık eder. Yıkılan bir şehrin dahil olduğu zaman kavramı da zarar gören baskının bir parçasına dönüşmüştür. Hatırlamak sadece anılarla örülü bir romantizmden ibaret değildir kesinlikle. Yazarın derdi, içinden yaşayarak geldiği bütünün artık eski anlamından çok uzaklarda olmasıyla ilgilenir. Bu ilgi, kendiyle kurabildiği ilişkiler kadar vardır ve o şekilde hatırlanır. Kayacan, hatırladığı ağacı şu şekilde tanımlar: “Ağaç, karatahtaya tebeşirlenmiş uslu bir resim değildi. Ağacın göbek adı vardır kimse görmez. Ağacın kuş defteri vardır kimse okumaz. Ağaç isterse sınıfa geç gelir ve asar bütün dersleri dallarına.”[3] Tanımdaki dil, bir hayaller bütününün de ötesinde, çocuğun denk geldiği zamandan bağımsız olmayan bir anlam yoğunluğuna da ev sahipliği yapmıştır. Devamında ise evin tanımlanması gelir ve o da içinde bir anne barındırır. Ev anne, anne ise evdir. “Önce annesi vardı. Ve annesi evin kitabıydı, ilkesiydi.”[4] Burada ifade edilen ilke, kurallar koyan bir duygunun bütün olarak nereden gelip nereye varmaya çalıştığını anlamak üzerinden de okunabilir. Masumluğu, varlık duygusu ve ona benzer özelliklerle örülmüş olması, hiçbir şeyi değiştirmese bile bir çocuğun kendi varlık yolculuğunun farkına varmasını sağlamıştır.
Feyyaz Kayacan’ın dilde yarattığı çağrışımlar, onu diğer pek çok yazardan ve anlatıdan ayıran özelliklere sahiptir. Çocuktaki Bahçe romanı da bu anlamda iyi bir ifade, güçlü bir hikâye ve karakter bütünlüğü taşır. İzlemeyi öğreten, özlemenin boyutlarını şekillendirerek sunan ve her şeyin ötesinde kendinden yola çıkan Kayacan, kokusu ve rengi olan mekânların varlığından bahseder. Öykülerinde de aynı etkileşimle sık sık karşılaşır ve hatırlamanın tanımını, kokular ve renkler üzerinden yapmaya çalışırız. Yaşama dönüşen birikimlerin kıvrımlarına saklanan ayrıntıları bulup çıkartan yazar, edebiyat tarihimizin en kıymetli eserlerinden birini sunmuş, her dönem yeniden okunabilecek bir hatıralar bütününü meydana getirmiştir.
Çocuktaki Bahçe, henüz Feyyaz Kayacan eserleriyle yolu kesişmemiş olanlar için oldukça kıymetli bir yerde duruyor. Hatırlamanın mümkün olduğu zamanlara Feyzi’yle, Doktor Panayot’la, Abes Bey’le, Hampik Usta’yla, Hüm Fat’la, Löklök-Baba’yla, Hortlakyan’la, mahalleyle ve şehrin zamanın bir köşesinde sıkışıp kalan yaşanmışlığıyla dahil olmak mümkün ver her dönem çok çekici. Feyyaz Kayacan’ın 100. yaşı kutlu olsun!
[1] Georges Perec, Mekân Feşmekân, sf. 99
[2] Georges Perec, Mekân Feşmekân, sf. 99
[3] Feyyaz Kayacan, Çocuktaki Bahçe, sf. 15
[4] Feyyaz Kayacan, Çocuktaki Bahçe, sf. 22
Görseller: Anastasia Suvorova