15 TEMMUZ, CUMA, 2016

“Ağıtçıların Yerini Romancılar Aldı”

Kemal Varol son romanı Ucunda Ölüm Var’da yıllar evvel kaybettiği aşkını bulmak için, Türkiye haritası üzerinde çaresizce dolaşan, adım attığı her şehirde, memleketin geçmişine ve bugününe ağıt yakan Ağıtçı kadının hikâyesini anlatıyor. Savaşın ortasında yazılmış bu barışçıl romanın yazarıyla, hayatın ve yazma uğraşının ucundakileri konuştuk.

“Ağıtçıların Yerini Romancılar Aldı”

Ucunda Ölüm Var, fonuna Tanpınar’ın beş şehrini alan bir roman. Daha doğrusu beş şehirden dördünü alıyor, beşincinin yani başkentin yerine haritalarda adı geçmeyen başka bir şehri, Arkanya’yı koyuyor. Beş şehir nereden çıktı, beşinciye ne oldu?

Aslında bu romana başlarken, Ağıtçı Kadın’ın beşten daha fazla şehri gezmesini niyetlenmiştim. Kaldı ki, romanın yapısı da buna müsaitti. Ama romanı kısaltma yoluna gittim sonradan. Böylece Tanpınar’ın rotasını takip etmeye karar verip şehir sayısını beşe düşürdüm. Tanpınar, görkemli bir geçmiş fikri üzerine inşa eder metnini. Maziden parçalar arar o şehirlerde. Bense, görkemli geçmişi değil, kısmen kötü bugünü anlatmak istedim.  Bu yüzden o şehirleri yüceltmek yerine tuhaflıkları ve çarpıklıklarıyla anlatmaya koyuldum. Jar’da küçük bir kasabanın, Haw’da belirli bir bölgenin hikâyesini anlatmıştım. Ucunda Ölüm Var’da ise derdim Türkiye’nin hikâyesini anlatmaktı. Haklısın, Tanpınar’dan farklı olarak Ankara yer almıyor romanda. Onun yerine ilk iki romanımda sıkça yer alan Arkanya var. Romanda anlattığım şehirlerden farklı olarak Ankara’yı gayet iyi biliyordum. Bir yıldan daha uzun bir süre Ankara’da yaşadım üstelik. Biliyorsun, Ankara ya çok seviliyor ya da hiç sevilmiyor. Ankara’yla olan talihsiz bağlarım ya da benim hayali başkentim dediğim Arkanya’ya yer açma isteği beni böyle bir sonuca itti galiba. Nerden bakarsam bakayım, Arkanya’dır benim baş şehrim. 

Roman boyunca Ağıtçı Kadın’ın peşinde dolaşıyoruz. Ağıtçılık acayip iş. Bir yandan çok tuhaf ama bir yandan da acısını çekmeyi, yasını tutmayı bilmeyenlere, yani bize en lazım olan şeymiş gibi. Biraz anlatır mısın ağıtçıları? Ben hiç görmedim mesela, sen gördün mü?

Yaşadığı hemen hemen her olayı anında ağıda çeviren, kendi kendine mırıldanan annemi saymazsam, ağıtçılığı bir meslek olarak yapanlarla hiç karşılaşmadım. Kürtlerde, o büyük sözlü kültürüne rağmen bir meslek olarak ağıtçılık geleneği yok. Ağıtçılık Anadolu’da daha çok Avşar boyları arasında yaygınmış vaktiyle. Şimdilerde sayıları bir elin parmakları kadar artık. Yaptığım araştırmalarda onların da artık bunu bir meslek olarak yapmadıklarını tespit ettim. Bir meslek olarak gözden düşüşü modernleşme deneyimiyle eş zamanlı aslında. Hastaneler ve mezarlıkların neden şehir dışına taşındığını, acının neden gözlerden ırak bölgelere sürüldüğünü anlayabilirsek ağıtçılığın neden bittiğini de anlayabiliriz. Ağıtçılık, cenaze törenlerinde acıyı sağaltma vazifesi görmeleri kadar, bir nevi hikâye taşıyıcıları aslında. Ben acıdan çok bu hikâye aktarma meselesinin cazibesine kapıldım belki de. Pek çok türkü ve günümüze ulaşan hikâyelerin kaynağında ağıtçıların büyük bir yardımı var çünkü. Fark etmişsindir: Ucunda Ölüm Var bu ikisini yapmaya çalışıyor bir bakıma. Hem Ağıtçı Kadın’ın acısını sağaltmasına, hem de Türkiye’deki kısım kısım insanın hikâyesini anlatmaya çalışıyor. Ağıtçılar artık yok ya da sayıları çok az. Ağıtçıların yerini romancılar aldı belki de, kim bilir. 

Bir aşkın peşinden gidiyor Ağıtçı Kadın. Ama ben buna bir aşk hikayesi demezdim. Okurdan nasıl tepkiler alıyor? Neyin romanı olarak okundu genellikle? Ya da şöyle sorayım, sen neyin romanı olsun diye yazmıştın?

Okurlar, bu türden hikâyeleri her zaman bir aşk hikâyesi olarak okuma eğilimindedirler. Üstelik buna imkân tanıyan dokunaklı bir aşk hikâyesi de var romanda. Ama benim asıl derdim evet, hem bir aşk hikâyesi anlatmaktı, hem de asıl olarak Türkiye’nin bir türlü çözülemeyen meselelerini romana taşımaktı. Yurttaşlarının bir türlü kendi olmasına izin vermeyen, onlara sürekli kendi meşrebince dar bir elbise giydirmeye çalışan, herkesin başka bir kimlikle sahneye çıktığı, çıkmak zorunda kaldığı, tahkiyenin önemli bir öğe olarak öne çıktığı bir Türkiye derdim vardı bu romana başlarken. 

Çözülemeyen Meseleler

Askerler, ülkücüler, Ermeniler, dindarlar, Kürtler var bu romanda. Onların hikayeleri ve yasları da. Anlatacağın kesimleri neye göre seçtin? Kimlerin hikayesi bir araya gelince bizim toplu hikayemize tekabül ediyor?

Anlattığım kesimleri biraz da Türkiye’nin bir türlü çözülmeyen meselelerine yaklaşmak için seçtim. Herkes başka bir kimlikle boy gösteriyor romanda. Ölüme yakın kendi olmaya çalışıyor kahramanlarım ama doğrusu onu başardıklarından şüpheliyim. Hepsinin hikâyesini okuyunca bunun küçük bir Türkiye fotoğrafı olduğunu anlayacaktır okur. Bütün hikâyelerin sonu ölüme ve Türkiye’ye çıkıyor bir bakıma. 

Sen meselesi olan bir yazarsın ve çoğu zaman meseleni doğrudan söylemeyi tercih etmiyorsun. Semboller üzerinden bir dünya kuruyorsun hep. Bu her şeyi adlı adınca konuşabildiğimiz bir ülkede yaşamayışımızdan mı kaynaklanıyor yoksa senin seçtiğin edebi güzergah mı buradan geçiyor?

Ne güzel söyledin: Meselesi olan bir yazar. Herkesin vardır muhakkak. Ama galiba ben anlatmak zorunda olduğum kimi meseleler yüzünden bir kat daha sorumluyum bundan. Çoğu zaman bunaltmıştır bu durum beni. Her seferinde romanlarıma dağılmış bu dertlerin çok dışında, bambaşka bir metin yazmayı hayal etmişimdir. Ama bir yandan politik bağlılıklarım, bir yandan yaşadığım şehrin meseleleri beni ister ister istemez kendi tuzağına ya da imkânına çeker. Gelelim asıl soruna. Galiba iki husus birden geçerli benim için. Hem bazı meseleleri kolay kolay konuşamadığımız bir ülkede yaşadığımız için hem de kendime böyle bir güzergâh seçtiğim için dolaylı yollar buluyorum her seferinde. Yazarken bir imkânsızlık olarak karşıma dikilen zorluk, bir zaman sonra bir imkâna dönüşüyor belki de. 

İnsanlar Ölürken Roman Yazmak

Romanını evin dışında kafe ve iş yerinde yazdığını biliyorum. Bilhassa yazımın son yazı zor geçmiş. Anlatır mısın geçen yazı biraz?

İki yıl gibi bir sürede yazdım romanı. Evde aradığım sessizliği bulamayınca, sabah erkenden evden çıkıp o sessizliği bulabildiğim her yerde yazdım hemen hemen. Kafe ve çay bahçelerinde, henüz kimselerin belirmediği saatlerde, özellikle son bölümlerini uzun bir yaz tatilinde, kimselerin olmadığı iş yerinde yazdım. Kötü bir yazdı. Savaşın yavaş yavaş yaklaştığını hissediyordum. Bir tür savaş bilgisiydi galiba bu. Yaşadıkça bilirsiniz işin ucunun nereye varacağını. Kendimi tanıyordum. Biraz daha bekleseydim elime kalem alamayacak haddeye gelecektim. Bu yüzden romanı bir tür telaşla yazdım belki de. Yine de, dışarıda patlamalar, gösteriler olurken, durmadan insanlar ölürken roman yazmaya çalışmanın utancı kaldı bende. 

Bir keresinde bazen yazmak çok anlamsız geliyor, demiştin. Savaş varken hayata dair her şey anlamsızlaşıyor mu? Yazara düşen ne o zaman?

Diyarbakır’da, evimin alt katında bir taziye evi var. Küçücük balkondan aşağı bakarken hep o kederli yüzler… Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler; yaşlılık, kaza, ağır hastalık, savaş… Her taziye kurulduğunda inip ölenin kim olduğunu, neden öldüğünü, hikâyelerini dinlemeye çalışırım. Ama en ağırı, yaşadığım şehrin birdenbire bir taziye evine dönüşmesi oldu. O şen sokakların birdenbire susması, gülüp eğlenen insanların yüzüne yerleşen o kaygı hali. Koca şehir bir anda yas tutmaya başladı. Hayatta kalmak çabasının yanında yazmak ne ki! Her gün evden çıkarken bunun eve son dönüşünüz olabileceğini düşünmek, kulağımdan gitmeyen o patlamalar, evinden barkından olmuşlarla karşılaşırken yaşadığınız o utancın yanında yazıyor olmak… Daha doğrusu hâlâ yazıyor olmak. Bunun ağırlığını yaşadım. Bana düşen bütün bunları öyle ya da böyle anlatmak, doğru. Ağır geliyor birilerinin acısı üzerine birkaç şey söylemek. Hiçbir şey yapmamış olmanın utancıyla yaşarken hem de. Ama olan biteni bir kenara yazmadığımı kim iddia edebilir. 

Mesela ben edemem. Tabii öte yandan, utançla ilgili söylediğini de anlıyorum. Utanç genel olarak varoluşsal hakikatimizin bir parçasına dönüştü zaten. Hatırlıyorum, ilk zamanlar romanın hakkında konuşmak bile istemedin hiç. Ayıpmış gibi geldi sana. Alt katında bir taziye evi varken, üst katta edebiyat konuşmak rahatsız etti seni. Oysa roman o evin de sesiydi.

Romanım yayımlandığında yaşadığım şehrin dörtte biri yoktu artık. Asla unutamayacağım şeylere tanığım. Kıramadığım, çok sevdiğim bir arkadaşımın söyleşi teklifi hariç hiçbir yere konuşmadım, konuşamadım. Gelen imza ve söyleşi tekliflerini kabul etmedim. Ayıptan öte, yaşadığım süreç şimdilerde kısmen azalan travmatik bir süreçti belki de. Bir de, biz küçükken mahallede yas varsa büyüklerimiz bırak televizyonu, evin içinde koşturmamıza dahi izin vermezdi. Gülüp eğlenirsek ölülerin ruhunun incineceğini söylerlerdi bize. Ölüyü tanımazdık bile. Böylece biz de ölünün yakınlarıyla birlikte yas tutardık. Televizyonlar açılmaz, oyunlar sessiz oynanır, arada bir ölümün varlığı hatırlanırdı. Yukarıda kısmen anlattığım gibi bir dönemde romanımla ilgili söz almak yalnızca incitirdi beni. O yüzden onca emek verdiğim roman yayımlandığında sessizce bir kenara çekildim. 

Kemal sen şiirden geliyorsun. Bu romanlarının diline de yansıyor. Şiirden yola çıkan nereye varır?

Şiirden yola çıkan iflah olmaz. Romanlarımda şiirden uzak durmak için büyük çaba gösterdim. İlk romanımda başardım da bunu galiba. Ama ne yaparsam yapayım Ucunda Ölüm Var’da şiir yeniden gelip buldu beni. İlk başlarda teknik bir zorunluluktu o şiirsel bölümler. Ağıtçı Kadın’ın ağıtları dedim o bölümlere ama şiir de denebilir onlara. Belki de romanın içeriğiyle ilgili olduğu için şiir yeniden belirdi yanımda. Ağıda en yakın tür olduğu için. Yine de bütünüyle teknik meselelerle açıklayamıyorum bunu. İyi kötü kurduğum her cümlemi şiire borçluyum. 

İnsan başladığı yere döner mi peki? Sen şiire dönecek misin? Ya da bir ayrılık yaşandı mı hiç?

Büyük sözlerden imtina ederim. Şiiri bıraktım veya bir gün yazarım diyemiyorum. Günün birinde tekrar şiire dönebilirim. Ama dönmeyebilirim de. Bir derdim var. Bir zamanlar şiirin içine saklıyordum derdimi, şimdi roman aynı vazifeyi görüyor. On yıl oldu şiir yazmayalı. Hatta Ucunda Ölüm Var’ı yazarken zaman zaman romanı bırakıp ufak tefek bir şeyler de karaladım. Yirmili yaşlarda dünyaya şiirle bakan o genç çocuğu anımsadım ve çok üzüldüm. Şiir yazmayı çok özlediğimi fark ettim bir yandan da. Ama şiir diye yazdıklarımı romandaki ağıtlara katmayı tercih ettim. Çok iyi şairler var şimdilerde. Hasetle onları okuyor, uzaktan uzağa onları izlemeyi tercih ediyorum. 

0
17283
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage