Bazı hikâyeler tekerrür etmeye mahkûmdur.
Okyanus ülkelerinde, nehir aralarında, semalarda, çöllerde aynı hikâye ile karşılaşınca temel duy(g)ularımızın bir olduğunu anlarız. Dünya mitolojilerine bakınca arketiplerle tanışır, Jungvari bir bakışla 7 temel hikâye olduğunu, Campbell gibilerinin dediği gibi aslında bütün mitlerin bir “mono-myth”ten türediğini kavrarız. Bugün bu temel mitlerden birine değineceğim, ne de olsa Bahar havada, aşk gelinciklerle geliyor ve bir o kadar da hızlı gidiyor.
“Star-crossed lovers” ya da “bahtsız aşk” hikâyesine pek çok kültürde rastlıyoruz. Gılgamış’tan, Parvati mitine, Mezopotamya’dan Hindistan’a her kültürde benzer hikâyeler var ama ben çok uzaklara gitmeyip Orfeus ve Euridike’den bahsedeceğim. Demek ki Trakya’ya doğru yollanacağız. Kader kelimelerde saklıdır. Orfeus’un ismi, terk edilmiş kökünü barındırır. Euridike ise, enginlik ve uçsuz bucaksızlığı. İsimlerinin de işaret ettiği üzere, bu en trajik ayrılık hikâyelerindendir. Mitin değişik versiyonları olmakla birlikte en eskisi, M.Ö 530 yılında Ibycus adlı şair tarafından bize bırakılmış. Güneş tanrısı Apollo ve Epik şiirin ilham perisi Calliope’nin oğulları Orfeus, müziğin tanrısı. Pindar’a göre, Orfeus, şarkıların babası. Lirini çalıp şakımaya başlayınca, kayaları ve ağaçları yerlerinden oynatıyor. En acımasız tanrıları bile ağlatıyor. Orfeus ve orman perisi Euridike tanışır tanışmaz birbirlerine kenetleniyorlar. Evlenip sonsuza dek mutlu olacakken; Euridike, onu kovalayan bir satirden kaçarken, yılan tarafından ısırılıyor ve ölüyor. Orfeus’un Ölüler Diyarı’ndaki macerası da böylelikle başlamış oluyor. Orfeus, yaşayan hiçbir varlığın giremediği Hades’e müziği sayesinde giriyor. Çaldığı parçalar yeraltındakileri o kadar etkiliyor ki, Ölüler tanrısı Hades ve eşi Persefone, ruh eşi Euridike’yi dünyaya götürmesine izin veriyorlar. Ama bir şartla. Orfeus, ışığa çıkana kadar arkasına, yani Euridike’ye bakmayacak. Ancak dünya yüzeyine çıkmadan hemen önce Orfeus, arkasından topallayarak gelen eşine bakıyor ve Euridike, sonsuza dek karanlığın içinde kayboluyor. Orfeus hayata küsüyor, hüzün dolu şarkılar besteliyor, ondan sonra hiç bir kadına bakmıyor. Ölümü de kadınlar yüzünden oluyor, çünkü onun bu ilgisiz halini, küstahlık olarak algılayan kadınlar onu paramparça ediyorlar. Hikâyenin özü bu.
Her mitte olduğu gibi buradan çıkartılacak dersler var. Öncelikle, Tevrat ve İncil’deki Sodom ve Gomora hikâyesinde de öğretildiği gibi, gemileri yakmak gerekirken geriye bakmak, geçmişin dehlizlerine saplanmamak ilk akla gelen analiz. Orfeus yapmaması gereken tek şeyi yapıp geriye bakıyor ve sevgilisini kaybediyor. Lut’un eşi, alevler içindeki Sodom ve Gomora’ya bakmaması gerekiyor. Son bir kez bakıyor ve tuzdan bir sütuna dönüşüyor. Sanıyorum burada, yeni hayat ve aşkta da, ışığa çıkmak için geçmişi unutmamız gerektiği söyleniyor.
Miti biraz daha didikleyince, farklı katmanları dökülüyor. Hades belki de insan doğasını bildiği için böyle bir koşul koyuyor. Bu, sadece geçmişle ilgili patolojik ilişkimiz değil, aynı zamanda güven sorunumuzla ilgili. Orfeus Euridike’ye ve aşklarına güvense, geriye bakmaz. Eşinin arkasında olup olmadığına emin olmadığı için dönüyor. Lacan’ın yorumuna göre Orfeus’un geriye bakması, aslında edebiyatın doğması demek zira Orfeus ancak kaybedince gerçek sanat doğuyor. Euridike ile birlikte gün ışığına çıksa, sonları, Romeo ve Juliet’in evlenip didişen bir çifte dönüşmesi gibi bir hikâyeye evrilecek. Oysa kayıpla derin bir keder, kederle Euridike gibi uçsuz bucaksız bir çöl, çölden de peygamber ayetleri çıkıyor. Ayrılıkla birlikte, Orfeus hiç ayrılamayacaklarını da anlamış oluyor. İlk defa o zaman inanmaya başlıyor. Başta inansaydı, zaten ruh ikizinden ayrılmayacaktı. Ama kaybını yaşaması, yasını tutması gerekiyor, tıpkı Şiva gibi. Kederli tanrılar, kendi içlerine dönünce, gerçeği görüyorlar: aslında, seven de, sevgili de kendileri. Atom da, evren de kendileri. Schopenhauer kusura bakmasın ama bana göre budur aşkın metafiziği.