Tren üstüne kara efkarlı, mektuba dair uzun uzun, postacıya ‘canım, gülüm postacı’ diye seslenebilecek kadar samimi, ki bazıları bunu pek ‘cüretkar’ bulabilir, ve telgrafın tellerine konan kuşlar kadar çok türkü işittim, bilirim, bazılarını söylerim de, ama telefon üstüne hiç türkü duymadım. Hiç olmazsa ‘annem beni yetiştirdi/bu illere yolladı’ çağına kadar duymadım. Belki ben, çocukluğun başkentinden, bir bakıma ‘dünya gurbeti’ sayılabilecek bu diyara geldikten sonra telefon da girmiştir bir ucundan türkülere. Ali Ekber Çiçek’in türkülerinde yoktur, o ‘mektup selam söyle benden sılaya/söyle benim için de eller ağlasın’ yanıklığıyla açmıştır mektubun içini sesine, sözüne ve sazına. Neşet Ertaş’tan da duymadım, o çooook uzun yıllardır, tıpkı babası Muharrem Ertaş ve ‘hacı emmi’si Hacı Taşan’la beraber çocukluğundan beri çaldıkları ‘düğün’leri Almanya’ya kadar taşıyıp, orada da ‘gurbetlik bir abdal’ olarak düğün çalgıcılığını sürdürürken, zannetmem ki telefon üstüne de bir türkü yakmış, bir bozlak tutturmuş olsun!
Kimde vardır, kimde vardır, bizde yoksa komşuda vardır diyerek, evimizin bir telefon kulübesine dönüşmesini anlatmadan önce, birden kendi cümlemin iğvasına kapıldım ve kimin telefon üstüne türküsü var diye araştırmaya başladım. İnternet deryasına dalsam mutlaka bulurum, aynı zamanda da çıkamayıp orada boğulurum, ama işi bunca kolaylamadan önce izninizle biraz daha lafı gezdireyim, onun da içi açılsın! Yüksel Özkasap’ın mutlaka vardır bir telefon ezgisi, lakin Yüksel hanım bizim anladığımız, sevdiğimiz tarz ‘okuyucu’lardan mıdır, orası biraz şüpheli. Niyesine gelince, sanki arabesk-türkü arası bir müzik yapardı bu hanım sanatçımız ve bir bakıma da ‘Alamancıların Sesi’ydi. Sanırım plakları da Almanya’da çıkardı, Yavuz Asöcal şirketinden olabilir mi? Her neyse, bir de olsa olsa, kıymetli aşıklarımızdan Mahzuni Şerif’de olabilir. Bildiğiniz üzere, üstad, özellikle güncel ve toplumsal konular, olaylar üstüne, hiciv, taşlama türünden bolca şiir kaleme alır, sonra da bunları emsalsiz besteleriyle ve söyleyişiyle yaygınlaştırırdı. Onun türkülerinde telefon mutlaka geçiyordur diyorum ama, gidip kitaplığıma bakmaya da üşeniyorum. Üşenmiyorum da, aslında istemiyorum. İnsan bazen kendine böyle işkence ederken, okuyana da azap çektirmek ister...mi? Ben o ‘tip yazar’lardan değilim, sadece kendimi bir yokladım, baktım ‘bellek’te bir şeyler var mı, kalmış mı diye, ‘fakat ne yazık ki sokak boştu...’
Almanya bahsini boşuna açmadım elbette, çünkü bizim eve telefon bağlandığı sırada babam Almanya’daydı. Malumunuz veya en azından
40 yaş üstü ‘yurdum insanı’nın malumu olduğu üzre, 1960’lı, 70’liyıllarda ‘dünya gözüyle telefon bağlandığını görmek’, Milli Piyango’dan en büyük ikramiyenin değilse de, ikinci, üçüncü büyük ikramiyeninçıkması gibi bir şeydi. Memlekette hatırı sayılır miktarda ‘iletişim şehidi’ bulunduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim, onların anısı da yolumuzu aydınlatıyor elbette! Bu kitapta yer alan, inanın hiçbirini okumadım ve kimin yazdığını bilmiyorum, yazıların önemli birbölümünde, girişin bu şekilde olduğuna da adım gibi eminim. En azından aynı yaş grubunda olduğum yazarlar, bu ‘telefon bağlatmanın uzun tarihi’ne değinmeden geçmeyecekler, geçemeyeceklerdir. Çünkü ister ‘şehir efsanesi’ deyin ister ‘şehir geyiği’, o yıllarda benim gibi çocuk olanların da iyi bildiği, bizzat tanık olduğu bu mevzu, onların çocuklarına da neredeyse bir ‘kahramanlık menkıbesi’ olarak aktarılmış olup, bugünün ‘cep’li çocuklarından birinin ‘ya biliyo musun babamların çocukluğunda telefon bağlatmak 15-20 sene sürüyomuş, bazen de hat olmadığı için bağlanamıyomuş!’ demesi üzerine, arkadaşının da ‘oolum onlar da amma safmış ha, başka hata geçselermiş!’ demesi şeklinde, inanmamazlık edecekleri hadiselerdendir.
Ne var ki ‘dediğim aynıyla vaki’dir ve rahmetli Garip dedemin, ki kendisi çocuk ceza ve ıslahevinde evrak memuru olarak ‘devlet görevi’nde çalışan bir vatandaş olduğu halde, yazdırdığı, daha doğrusu yazıldığı telefonun evine bağlandığını görmeye ömrü vefa etmemiştir. Ben tanığım, dedem vefat ettiğinde, komşulara, akrabalara telefonla değil, bizzat evlerine giderek haber vermiştik. Fakat burada karışık olan nokta, daha sonra evimize bağlanacak olan telefonun dedemin yazıldığı mı yoksa babamın yazıldığı telefon mu olduğudur. Hangisi olduğu ya benim de aklımdan çıkmış ya da zaten kimse bilmiyor ya da kimsenin de umurunda olmamış! Hem unutulmasın ki, o yıllarda, 18’ini doldurmuş ve haliyle reşit olmuş her Türk gencinin, burada ‘genç’ten delikanlı anlaşılmalı, birinci vazifesi PTT’ye gidip telefona yazılmaktı.
Karıştırmayalım: ‘Telefona yazılmak’, eve, işyerine telefon bağlatmak için başvurmak, ‘telefon yazdırmak’ ise, şehirler ya da milletlerarası telefon görüşmesi yapmak için her seferinde postaneye gidip görüşmek istediğiniz telefon numarasını söyleyip, konuşmak için bağlanmasını beklemekti. Anlatmak biraz zor oldu ama, durum buydu, üstelik çok uzak olmayan yıllara dek sürdü bu. ‘Delikanlı’ deyişimizse şundan, ‘genç kız’ların esamesi bile okunmazdı, çünkü evlenip çekip giderler, o telefonlar da elin oğlanlarına nasip olurdu!
Hey gözünü sevdiğim ‘evimize ilk telefon bağlandığı gün’ muhabbeti! Hey, o mesut gün! Hem burnumda tütüyorsun hem de senden bahis açılınca insan kendisinden, yazısından ummadığı kadar ‘sevindirik’ oluyor. İnsanı boydan boya şu bahar gününe benzer bir coşku seli kaplıyor, içinden bir şeyler kopuyor, kopuyor...Ve duygularım beni alıp ta o günlere, çocukluğun ‘cennet çayırları’na, Eskişehir’e götürüyor. Sesim telefonun ilk bağlandığı günkü gibi titrek, sözcüklerimse kekeme. Duygusallığımı ise lütfen o günün ‘mana ve ehemmiyeti’ sebebiyle içinde bulunduğum ‘hisli duygular’ıma verin...
Babam, işlerinin bozulması nedeniyle, kaportacı dükkanını kapatıp çalışmak üzere Almanya’ya gitmişti. Dedemin veya babamın yazıldığı telefonsa o gittikten birkaç ay sonra bağlanmıştı. Yeşil bir telefondu hiç unutmuyorum, numaraları göbeğinde olan, çevirip bıraktığınızda ses çıkaran bir telefon. Muhtemelen bağlanmasının sevinciyle olacak, annemin telefonculara ‘çay parası’ verdiğini de hatırlıyorum. Peki, ilk telefonu kime etmiş olabiliriz, ben de yazıyla birlikte hatırlamaya çalışıyorum. 1970 yılında mahallede nerdeyse kimsenin evinde telefon yoktu, o yüzden komşuları aramış olamayız, hem telefonlu bir komşu olsa bile numarasını bilmediğimiz için de zaten arayamazdık. Eskişehir’deki akrabalar da olamazdı, çünkü babamın amcalarından bazıları da telefon bağlandığını göremeden öbür dünyaya intikal etmişlerdi maalesef. Bazen telefon çıktığı da olurdu ama, bu kez de ‘kutu’ olmazdı, bir beş yıl da bunun için beklenirdi. Neyse...Tabii, dayımı aramıştık, kimi olacak, elbette canım dayımı. Öğretmen olarak hayli dolaştıktan sonra Ankara’ya gelebilmiş, Milli Eğitim’de ortaöğretim genel müdür yardımcısı olarak çalışmaya başlamıştı. Artık Ankara’da olduğu için mi yoksa vazifesinin ehemmiyeti sebebiyle öncelik mi verilmişti bilmiyorum, ama dayımların evinde telefon vardı. Hepimiz çok sevinçliydik, çünkü tekerleğin icadı kadar olmasa da elektriğin keşfi gibi bir şeydi eve telefon gelmesi! Ayrıca bazı rivayetler de vardı, bunların en çok yaygını şuydu: doktorlara iltimas geçildiği için, bazıları onların üzerinden telefon bağlatıyordu evine! Biz kimin yalancısıyız bu rivayet hususunda, elbette telefonları dinleyen vazifeşinasların! Aslanlar!
Rahmetli Zeki dayım, küçük dayım, biricik dayım, halagençdayım, 56 yaşında kaybetmiştik onu, ama benim için her zaman 33 yaşında, cennet yaşında. Hasan abi’sinin(babamın) ne kadar ‘ilerici’ olduğunubir kez daha kanıtladığını söylüyordu telefonda o radyo spikeri sesiyle.
Sesi de yakışıklı dayım, sesin de kocaman kara gözlüydü sanki ve bol kirpiklerinin arasından gülümserdi. Mahallede ilk buzdolabı, ilk çamaşır makinesini babam almıştı çünkü, benim ilk kitaplığımı da babam yapmıştı kendi elleriyle. ‘Çeşmemeydanlı Kel Hasan Usta’, canım babam, mavi ustam, ilk portatif pikabı da, oto pikabını da, artık bir efsane haline gelen klasik Grundig TK20 beyaz, makaralı teybi de o getirmişti. Araba zaten onun işiydi, Ford mu dersin Opel mi, Amerikan mı dersin Alman mı, bilmem ki bunca övünmeden sonra ‘gurur ve iftiharla’ söylenecek şey midir ama, Hanlı Ahmet’in mahalle kahvesinden sonra ilk televizyon yine bizim eve girmişti. Dayım çok sevdiği babamın ‘ilerici’ olduğunu boşuna söylemiyordu elbet, o Almanya’da da olsa, mahallede ilk telefon yine onun evine bağlanmıştı çünkü. İkisinin de mekanı cennet olsun, iyilikte, merhamette ve sevgide birbirleriyle yarışan adamlardı.
Almanya’yı hep postaneden yazdırıp, saatlerce telefon bağlanmasını beklerdik, o yüzden numarayı bilsek de babamın bizi aramasını bekledik. Ve ne yaptık dersiniz? Telefon numaramızı mektuba yazdık, gönderdik, bir hafta kadar sonra babam bizi aradı!
...Devamını az çok bilirsiniz, tahmin edersiniz, duymuşsunuzdur. Telefon bağlanan pek çok evin başına gelen şey bizim evin de başına geldi. Bizim telefon kısa sürede, mahallenin ‘bir numara’sı, gözbebeği, sevgilisi, her şeyi oldu. Uzak illerde oğlu asker, çocukları memur, öğretmen olanlar, kızı gelin gidenler, yakınları Almanya’da, başka gurbetlerde olanların ‘bilinen numara’sı oldu. Artık sık sık sabaha karşı ya da geceyarısı telefon çalıyor, bir koşu hangi komşu aranmışsa onu çağrmaya gidiyorduk ben ve kardeşlerim. Ya da bazen komşular, yakınlarına telefon etmek için bize geliyorlardı. Konuşup parasını bırakıyorlar, konuşma bitince postaneyi yeniden arayıp borçlarının ne kadar olduğunu soruyorlardı...Hayli zararlı çıktığımızı biliyorum bu telefon işinden, fakat miktarını söyleyemem! Babam Almanya’dan izinli gelince, o yeşil telefonun yanına bir para kutusu taktı, o zamanki demir paralardan, sanırım 2, 5 lira yerleştirilmeden telefon çalışmıyordu, filan...Bu işler 1970 senesinde oldu. Gerisi uzun hikaye!
Böyle bir yazı bir kaç türlü bitebilir: Telefonum çalıyor, burada kesiyorum diyebilirsiniz. Uzattım, telefon çok yazacak, bu yazıyı burada kapatsam iyi olacak da diyebilirsiniz. Ya da: Aloo Ankara çık aradan!