Çağdaş Norveç edebiyatının önemli yazarlarından Vigdis Hjorth’un yakınlığın ve yakınların açtığı yaraların kökenine indiği, aileye rağmen sağ kalma çabasını gerçeklere dayalı bir travma hikâyesiyle anlattığı romanı Miras’a dair Hjorth’un cevapları ışığında bir inceleme.
Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un Türkçede yayımlanır yayımlanmaz okurunu bulan romanı Miras (Çev.: Dilek Başak, Siren Yayınları, Mart 2021) zor bir konuyu ele alıyor: Aile içi cinsel istismar. Aile hâlâ dünyanın birçok yerinde tabu bir kavram, karanlık yüzü üzerine ne kadar konuşulursa konuşulsun yeterince güçlü bir ses olarak yükselemiyor, yeterince duyulmuyor. Oysa bazen aile şiddetin en karanlık dehlizlerde, olanca gücüyle kendini gösterdiği yer olabiliyor. Bu karanlığı durdurmanın tek yoluysa ailenin şeffaf bir kavram hâline gelmesi. Vigdis Hjorth, Miras’la bu çabaya sağlam bir destek veriyor.
Miras’ın hikâyesi anlatıcı ve ana karakter Bergljot tiyatro eleştirmeni, ellili yaşlarında, iki çocuk annesi bir kadındır. Ebeveynleri daha sağken kendi mülkleri olan iki kulübeyi dört çocuğundan ikisine küçük bir bedel karşılığı devretmek isterler. Diğer iki çocuk, Bergljot ve ağabeyi ebeveynlere hak vaki olunca bu kulübelere biçilen bedeli alacaklardır. Ağabeyi bu paylaşıma adil olmadığı gerekçesiyle karşı çıkar. Bergljot, kavgaya dâhil olmak istemese de bu miras, onu hiç bırakmayan geçmişinin boğazına sarılmasına yol açar. Romanın daha ilk sayfalarında Bergljot’un küçük yaşlardan babasının cinsel istismarına maruz kaldığını anlarız. Bergljot yaşanan bu istismarı ailesine cılız bir şekilde de olsa söylemiş ama inanılmayarak, üstü hemen örtülmüştür. Aile büyük iki çocuğuyla bağları zayıflamış olmasına rağmen kendi varlığını korumuştur. Bu düzenin Bergljot’un yeniden gündeme gelen söylemleriyle bozulmasını istemezler. Bergljot geçmişi, geleceği ve anı birbirine karıştırmış hâlde kendisi ve geçmişiyle ne yapacağına karar vermesi gereken bir eşiğe gelmiştir.
Vigdis Hjorth ile Miras Üzerine
Okumayanlar için konusunu kısaca aktardığım Miras’ın yazarı Vigdis Hjorth ile romanı üzerine kısa bir röportaj yapma şansı buldum. İlk soru en zor ama en çok gündemde olanıydı. Miras yayımlanır yayımlanmaz Norveç gündemine oturmuş ve Vigdis’in ailesinin tepkisine yol açmıştı. Özellikle kız kardeşi Helga, romanın konusunu tamamen kendisinin ve ailesinin üstüne alınmış, hatta ailesinin sözcüsü konumuna geçmişti. Vigdis’in buna cevabı ise kendi deyimiyle “binlerce kez belirttiği gibiydi”: “Ben bunun bir otobiyografi olduğunu asla söylemedim, bu bir roman. Kız kardeşim ‘Bu biziz,’ diye anlattı topluma. Oysa ben, ‘Bu, biz değiliz,’ diyorum. Dediğim gibi otobiyografik kurgu yazmadım; bir roman, bir kurgu yazdım ama evet hayatımdan esinleniyor.” Ama Vigdis’in bu beyanı yeterli olmamış olacak ki Helga hemen bir –kendi iddiasına göre– karşı kitap yazmıştı. Kitabın adı da Vigdis’in Miras'ın İngilizce ismi olan Will and Testament'a gönderme içeriyordu: Free Will. Bu kitap da Miras gibi çok satanlar listesine girdi. Vigdis’e kitabı okuyup okumadığını ve ne düşündüğünü sordum. Bütün cevapları gibi öz ve sade bir ifadeyle yanıtladı: “Evet, okudum. Onun hikâyesindeki aile kusursuz. Baba sevgi dolu, anne bilge, ailedeki tek sorun büyük kız kardeş: Yalan söyleyen, istikrarsız, güvenilmez ve alkolik birisi.”
Romanda anlatıcı yani ailenin büyük kızı Bergljot, geçmişte başına gelenleri yüksek sesle haykırmamasının ve bu yaşında ailesiyle her iletişiminden sonra pişmanlık duymasının sebebinin, ona doğruyu söylemenin yasak olduğunu, doğruyu söylerse cezalandıracağını ifade etmeleri olduğunu düşünüyor. Vigdis’e yaşadıklarından sonra kitabı yazmaktan bir pişmanlık duyup duymadığını merak ettiğimi söyledim. Bazen Bergljot ile Vigdis’in hikâyelerinin birbirine karıştırılmasından bıktığından olsa gerek, “Bergljot pişmanlık duyuyor, ben değilim. Yazdığım kitaptan pişman olup olmadığımı soruyorsan cevabım: Hayır,” diyerek cevapladı.
Kime İnanacaklar?
Bu noktadan sonra konuyu Vigdis Hjorth’un kitap üzerinden ailesiyle yaşadığı tartışmalardan Miras’ın içeriğine çevirmek daha doğru olacak. Çünkü roman konusuyla aile kavramı için yaratılan peri masallarının sırlı aynasında bir çatlak oluştururken mağdurların, istismarcıların ve zorbaların duygu, düşünce, davranışlarını da anlamamızı sağlayan bir izleğe sahip. Yazarın kullandığı ileriye geriye ve ana gidiş gelişlerle hikâyeyi geniş bir perspektifle ve bütün taraflarıyla görmemizi hedefleyen tekniği hem baş döndürücü hem de hikâyeyle özdeşleşen bir etkisi var. Böylece romanın asıl odağına dönüyorum çünkü çocukluk dönemi ve çocukların duyulmaması benim için de önemli bir mesele. Vigdis’e, tüm dünyada çocukların tanıklığının dikkate alınmadığını, özellikle de onun sözüne karşı bir yetişkinin sözü varsa hiç şansları olmadığını düşündüğümü belirtiyorum. Keza Bergljot da çocukken bu düşünce içinde, zaten yetişkinliğinde söyleyince de bir reddedişle karşılaşıyor. Romandaki kardeşler istismarı öğrendikten sonra sadece iki kişi arasında gerçekleşen bu olayda kime inanacaklarını neye göre belirlediler diye soruyorum. Vigdis Hjorth’un bu soruya cevabı şöyle oluyor:
“Anne ve kız kardeşlerin babaya inanmasının ne kadar cazip olduğunu anlamalıyız. Kanıt yok: Kime inanacaklarını seçmeleri gerekiyor. Bergljot'a inanmayı seçerlerse ne olacak? Babalarının doğum gününü eskisi gibi kutlayabilecekler mi, olanları ailenin geri kalanına, komşulara anlatabilecekler mi? Bu büyük, karanlık, imkânsız bir delik açılmasına neden olur. Ancak, babaya inanmayı seçerlerse hayat eskisi gibi devam edebilir. Kız kardeşlerini kaybetme riski vardır, ancak babayı kaybetmek daha büyük bir kayıptır. Babaya inanmayı seçmek aileyi koruma girişimi olarak değerlendirilebilir.”
Vigdis’in belirttiği gibi romanda aile bu itirazını kararlılıkla ve çizgisinden taviz vermeden sürdürüyor. Ancak roman ilerledikçe annenin geçmişte bu istismarın farkına vardığını ama bunu görmezden gelmeyi tercih ettiğini görüyoruz. Hatta Bergljot bu nedenle babasından çok annesini suçluyor, ondan kaçıyor. Bergljot’un annesi ise romanda Woody Allen’ın kadın karakterleri gibi bir kadın olarak tasvir ediliyor. Yumuşak başlı, iyi ve istekleri yerine getirilen kadınlar bunlar. Vigdis bunun, kadınlar tarafından geliştirilen bir iktidar dili olduğunu da söylüyor. Vigdis’e Bergljot’un annesi gibi kadınların bu iktidarı kaybetmemek için neleri feda ettiklerini sorduğumda, “Romanı hatırla” diye başlıyor ve devam ediyor: “Annenin eğitimi yok, parası yok, boşanması imkânsız. Bu nedenle ne olduğunu çok iyi bilse de babaya inanmak için kendini zorluyor. Bergljot ise babasının istismarından dolayı annesine çok güçlü bir şekilde bağlı. Annesi babasının yanında olunca bunu büyük bir ihanet olarak algılıyor. Annesi gibi olmak istemiyor: Zayıf, itaatkâr ve ikiyüzlü. Bu kadınların dürüstlükleri ise kendilerine ve diğerlerine! Ama bu silahın kadınların güçsüz olduğu zamanlara ait bir silah olduğunu unutmayalım. Sahip oldukları birkaç silahtan biri.”
Suç mu Hata mı?
Sormaktan korktuğum bir soruyu yöneltme cesaretini anca buluyorum. Romanda baba zaman zaman suçunu kabullenmese de “insan olmanın çok zor olduğundan,” bahsediyor. Bunun bana babayı anlama ve belki biraz da mazur görme çabası gibi geldiğinden bahsediyorum. Vigdis’in cevabı da beni onaylar nitelikte: “Evet! Çok genç bir adamken çok aptalca bir şey yaptı. Daha sonra bu hata, onun felaketi ve korkusu oldu.”
Peki Bergljot? O en başından beri ailenin kıyısına itilmiş bir çocuk, şimdiyse yalancı yerine konulan bir yetişkin. Üstelik ebeveynlerinin söylemleri uzunca bir süre onun gerçeği olmuş. Ve babası tarafından sevilmek istediği için de kendini suçlu hissetmiş. Öyle yaralanmış ki en sonunda kendine, “Sağlıklı biri olmak, sakatlanmamış biri olmak nasıl bir şeydir bilmiyordum, kendi deneyimlerimden başka bir şey yoktu elimde,” diyor. Böyle travmatik bir geçmişten ve reddedilişten sonra Bergljot’un hissettikleri yürek burkarken bunlardan sonra bu manipüle çemberini nasıl kıracağı ve nasıl kendini sağaltabileceği soruları yüreği sıkıştırıyor. Vigdis’in buna dair değerlendirmeleri ve önerileri var: “Bergljot - çok çalıştıktan sonra - kendisini ebeveynlerinin hikâyelerinden kurtarmayı başarabiliyor. Onun üzerinde daha önce sahip oldukları güçleri artık yok. Ancak, o asla tamamen özgür olmayacak. Bunu kimse yapamaz… (Ailenin davranışları) Yıkıcı. Onları ondan (reddediş) sonra görmez. Onlarla aynı odada olmak onu çıldırtır… Bu (suçluluk) kolay değil. İçimizde, derinlerde olduğumuz çocuğu taşıyoruz, daima… Zor iş (çemberi kırma). O kendi üzerine çok düşünüyor ve kendine yalan söylememeye çalışıyor… Terapiyse okumak, yazmak, akıllı ve hoş insanlarla konuşmak, inanmayan aile üyelerinden uzak durmak.”
Miras çok katmanlı bir roman, Freud ve Jung’a bolca göndermeler içeren, dünyadaki farklı sorunlara da göz kırpan bir kurguya sahip. Bu nedenlerle üzerine konuşacak da çok şey var. Ama röportajı sonuna gelirken Miras sonrası yazın hayatını konuşmak istiyorum. Karl Ove Knausgård ve Elena Ferrante’yle aynı kulvarda gösterilmesi üzerine ne düşündüğünü sorduğumda otobiyografik kurgu yazmadığı için bu değerlendirmeyi dikkate almıyor. “Peki,” diyorum, “roman Norveç’te ödüller aldı, bu senin hayatını nasıl etkiledi?” Aldığım cevaba pek şaşırmıyorum çünkü Vigdis Hjorth gibi yirmi roman yazmış ve ömrünü sadece yazıya adamışların cevapları hep aynı: “Takdir edilmek güzel, ama hayatım eskisi gibi: Okuyup yazıyorum!” Vigdis, Miras’ın Türkiye’de sevilmesinden ve ilgi görmesinden çok mutlu olduğunu da sözlerine ekliyor.
Not: Parantez içleri Şeniz Baş'a aittir.