Kurt Vonnegut’ın 1950’li yıllarda kaleme aldığı, teknolojinin gelişiminin içine insana has hırslar girdiğinde nerelere varabileceğini gösterdiği kitabı Otomatik Piyano üzerine bir yazı.
Kurt Vonnegut’ın 1952 yılında yazdığı ve yayımlanan ilk romanı olan Otomatik Piyano, dilimizde 1997 yılında Metis Yayınları tarafından yayımlanmıştı. Uzun zamandır Vonnegut’ın kitaplarını yayımlayan April Yayıncılık geçtiğimiz günlerde sahaflardaki fiyatı bir hayli artan bu kitabı yeniden yayımladı. İrma Dolanoğlu Çimen’in Türkçeleştirdiği kitabın editörlüğünü Algan Sezgintüredi yaptı.
1922-2007 yılları arasında yaşayan yazar Vonnegut, ABD’nin Indianapolis şehrinde dünyaya geldi. Üniversitede biyokimya okuduktan sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da asker olarak çalıştı. Almanya’da savaş esiri olarak ele geçirildi ve Dresden şehrinin bombalanmasına şahit oldu. Hayatını derinden etkileyen bu olay sonrasında yazdığı ve Türkçeye Mezbaha 5 adıyla çevrilen romanı, yazarın çağdaş Amerikan edebiyatının ileri gelen yazarlarından biri olmasını sağladı. İlk eserinden sonra bilimkurgudan uzaklaştığı düşünülen Vonnegut, eserlerinde mizahı ve dünyayı eleştirmenin peşini asla bırakmadı.
Vonnegut’ın açık sözlülükle “Konusunu güle oynaya Biz’den araklamış Cesur Yeni Dünya’dan güle oynaya arakladım.” dediği roman olan Otomatik Piyano; Biz, Cesur Yeni Dünya ve 1984 romanları gibi bir makineleşme çağından bahsediyor olsa bile Vonnegut’un distopyası yaşanılan çağda değil gelecek bir çağda yaşanıyor.
Vonnegut’ın Otomatik Piyano romanı Üçüncü Dünya Savaşı ya da İkinci Sanayi Devrimi diye adlandırabilecek belirsiz bir gelecek zamanda geçiyor. Dünya ilerleme konusunda bir hayli yol kat etmiş olsa da insanların can sıkıntısına çözüm henüz bulunamamış. “Bütün üretimin makinelere geçtiği bir zaman diliminde, insanlar ne yaparak oyalanırlar?”, “Daha insancıl bir hayata geri nasıl dönülebilir?”. Vonnegut’ın soruları ve arayışları bunlar. Bizim bugünlerde konuştuğumuz insansız makineleşme düşüncesinin temelini 1950’lerde atıyor Vonnegut.
Yaşamın devam etmesi için mühendislerin yeterli olduğu bir dönem içinde bu sürecin süper mühendislerinden biri olan Paul Proteus yaşadığı rüyadan uyanarak hayatın anlamını sorgulamaya başlıyor. Sürecin nelere mâl olduğunu, toplumun ayrışmasını, nerede bir hata olduğunu, insanların bu mutsuzluğun içerisinde nasıl yaşamaya devam edeceklerini düşünüyor. “İnsan emeğinden ve hayatından yana olduğu iddia edilen dünyayı yeniden kazanmak için başlayan isyan hareketlerine katılmalı mı yoksa kendi huzurundan ve lüksünden feragat etmeden bütün bunların bedelini ödemeye razı mı olmalı?” diye düşünmeye başlıyor Proteus. Hırs, etten kemikten çıkıp bir makine haline döndüğünde insanların başına neler gelir? diye okuyucusunu da derin düşüncelere sokuyor Vonnegut. Proteus, teknoloji karşısında doğa fikrini öne sürüyor ve kendisine bir çiftlik satın alıyor, her şeyi el emeği ve alın teriyle yapmaya yeniden başlıyor. Hayata dair bir öneri sunmuş oluyor.
Roman elbette sadece Paul Proteus’un etrafında dönmüyor. O günlerin düzenini farklı karakterler üzerinden de anlatıyor. Makinelerin insanların yaptığı her işi yapabilme yetenekleri varken, bilinçlerinin olmaması sanatın kaybolmasına neden oluyor. Daha önce var olan eserler kolayca çoğaltılıp evlerdeki yerini alabiliyor. İnsanlar ise fiziki güç isteyen inşaat işlerinde ya da asker olarak çalışabiliyorlar, başka bir şansları yok. His kavramı yavaş yavaş yok oluyor.
İkinci Dünya Savaşı’nı gördükten sonra yaşadıkları üzerine bir hayli düşünmüş olmalı Kurt Vonnegut. Ve insanlık adına duyduğu endişeyi belki de “bakın, görün” diyerek dile getirdi Otomatik Piyano’da. Bugünden geleceğe baktığımız zaman tek hissettiğimiz şeyin artık endişe olmasının bir nedeni var elbette.