İlk öykü kitabı Belki Bir Gün Uçarız ile tanıştığımız Aylin Balboa’nın kendine has üslubunun altını çizdiği, geçmişle hesaplaşıp geleceğe kafa tutan öykülerinden oluşan ikinci kitabı Ateş Sönene Kadar üzerine bir yazı.
Ateş sönene kadar en azından kitabın ilk öyküsünü okumuş olmalıyım. Amma velakin kitap kapağından kendimi alamıyorum. Bir şeye çok uzun süre bakmak, -bir resme, bir kitap kapağına, önünüze konan bir şemaya, yanan bir ateşe- ne anlama gelir? Aylin Balboa’nın ikinci öykü kitabı Ateş Sönene Kadar’ın kapağındaki Kağıt Üretimine Ait Akım Şeması’nı uzak başlangıç noktasından, yakın bitiş noktasına kadar inceliyorum. Seka Kağıt Fabrikası’na ait bir şema bu. Ateş sönene kadar benim gerçekten de kitabın ilk öyküsünü okumam gerekiyor. Fakat kitabın kapağına bakmaya devam ediyorum, uzun süre. Zamanın bir dilime, bir döneme aitliğine veya bir bekleme süresi gerektirdiği telaşına ne zaman son verilebilir? … sönene kadar... Bakmanın (görmenin) tanımayla eşdeğerde duygusunu uzun süredir (Zaman her yerde karşıma çıkıyor) tecrübe etmemiştim. John Berger’in; “…Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bir dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştirmez.”* cümleleri aklıma geliyor. Bunun üzerine Aylin Balboa’nın ilk öykü kitabı Belki Bir Gün Uçarız’ın ilk öyküsünün ilk cümlesi; “Her şey bir anda olmadı.” düşüveriyor aklıma. Kitap kapakları, şemalar, bakmalar, görmeler, sözcükler, öyküler, zaman… Her şey bir anda olmadı, oluşmadı, yazılmadı evet; ve tüm bunlar dünya ile çevrelenmiş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Değil birinci öyküyü dokuz öyküyü birden okuyabilirim. “…kadar…” telaşı hiç olmasa, “gelecek” gelmese, gelecek “bekleniyor” olmasa, ateş hiç “sönmese…”
Aylin Balboa içinde dokuz öykü bulunan ikinci öykü kitabı Ateş Sönene Kadarile geldi. Aylin Balboa öykülerini okuduğumuzda her şeyin bir anda olamayacağı gerçeği olmasa ya da koca bir ateş yakıp bu ateşin etrafında herkesi toplayabilmek; anlatım, üslup ve duruş olarak kendine has bir yerden çıkıp, özgün duygularla öyküler yazmak, kavşaklardan birinde mutlaka diğer öykü yazarlarından ayrılmak, ateşin etrafına toplanan okuyuculara rağmen, güvenli ve sıcak alanı terk ederek ringe çıkıp yumruk atma isteği içerisinde sürekli hareket etmek, aklı başında birinin yapacağı bir şey değil değerlendirmesine maruz bırakabilir onu elbet. Fakat Aylin Balboa yumruk yeme riskini göze alarak, yumruk atmak için ringe çıkmasaydı sağlam kafatasımızın içindeki düşünceleri, sık kemiklerle çevrilmiş göğüs kafesimizdeki duygularımızı, kalın burunlu bir kerpetenle çivi söker gibi söküp çıkaramazdı. Okur nezdinde bunu yapabilme ayrıcalığına sahip nadir yazarlardan biri olamazdı. Bu yüzden “iz sürmeye başlayarak” kitaba da adını veren “Ateş Sönene Kadar” öyküsünü okumaya başlıyorum. Çünkü Seka Kağıt Fabrikası’nı anlatan Kağıt Üretimine Ait Akım Şeması’nı unutmuş değilim.
İz Sürmek, Dikize Yatmak, Zamana Bırakmak
Ateş Sönene Kadar bir telaşla karşılıyor bizi, “…, ertesi güne yetişmesi gereken bir projenin orta yerindeydim.” ve üçüncü cümle ile birlikte telaş tamamen bitiyor: ““…, Ölmüş.” dedi.” Öykünün bu kadar olmasında hiçbir sakınca yok. Yani bu kadar olabilir bir öykü. Bir, iki, üç cümlede, içindeki dinamikleri, metaforları, benzetmeleri, boşlukları ile -ki birinci cümlede virgülden önce yazılan cümleyi ve ikinci cümleyi hiç alıntılamamama ve üçüncü cümlede yine virgülden önceki cümleyi yazmamış olmama rağmen- başlayıp bitebilir. Fakat asıl bundan sonra başlıyor her şey ve öykünün akışı, zamansal, mekânsal, duygusal kurgu ile beraber kıvamını piştikçe bulan insan misali (Hamdım, piştim, yandım/Mevlana) bulmaya başlıyor. Günümüz insanının “hızlı piştiğini” düşünürsek, “Ateş Sönene Kadar”öyküsü ritmini hızlandırma gereği duymaksızın son noktasına kadar sinirlerimizi geren kurgusu ve olay akışıyla sakin kalarak -kalmaya çalışarak- ilerliyor. Dipteki akıntısı gürül gürül olan yüzeyi çarşaf gibi bir öykü. Zamanın akışını her salisesi, her saniyesi, her anıyla hissediyoruz. İki kadının dostluğuna bakış ve böyle bir dostluğa özlemle -belki de böyle bir dostluğu hiç yaşamamış olmanın da özlemiyle- sinir bozucu gündelik işleri bırakıp yola çıkıyor, geçmişe uzanarak şimdiki zamanda yol almaya başlıyoruz. Bir kaçış ve kaçtığın şeye saatte 120 / 140 km hız yaparak yeniden geri dönüş, öykünün tamamını bir çember misali sarıyor ve bu çember öyküyü bir tür hesaplaşma öyküsünden çıkarıp avazının çıktığı kadar bağırma, bağıra bağıra ağlama iç döküşüne dönüştürüyor. Bittiğinde zihnen ve bedenen dinlenme ihtiyacı duyuyorsunuz. Ateşe bir odun daha atacak takatiniz kalmıyor.
“Arabadan indi ve uzun uzun sarıldık gibi şeyler yok bu hikayede. Öyle insanlar değiliz.”
Evet, “Ateş Sönene Kadar” öyküsü (kitabı) bilindik öykülerden değil. Tacizin, tecavüzün, şiddetin her türlüsünü yapan Baba, bir damla suya, sağlıkla içe çekilen bir nefese muhtaç bir şekilde ölmüyor mesela, tık diye ölüyor. Anneler suçlu, hem de çok. Erk’in ağırlığı göğsümüzün üzerinde bir kaya onlarla beraber. Ölüm kol geziyor her bir cümlede. Yaşam etimizden parçalar koparan bir kerpeten. Ama kaçış bilindik hikâyelerde olduğu gibi değil. İki kadının dostluğu da bu yüzden, biri avaz avaz ağlarken diğerinin derin susuşuyla kulaklarımızda derin çınlamalar bırakıyor. “Ateş Sönene Kadar” öyküsünde körler ve sağırlar birbirini ağırlamıyor. Küflenmiş aileler, yaşamlar, inançlar ve uçsuz bucaksız araziyi kaplayacak kadar çöpe dönmüş toplumlar varken, iyilerin işleyeceği kötülüklere ve günahlara ardına kadar kapılar açılıyor.
“O gece ateş sönene kadar, hepsinin ölmesi için dua ettim.”
İz sürmeye devam ediyorum fakat arada bir dikize yatarak. “Kargalar” öyküsü ve hemen ardından gelen “Yalnız” öyküsü simbiyotik bağlarla bağlı diyebileceğimiz türden bir ilişkiyle bir kişinin veya bir bütünün parçaları olarak karşımıza çıkıyor. Aylin Balboa öykülerinde var olagelen “Ben” kişisi ikinci öykü kitabının ilk öyküsü olan; kendisiyle beraber, kız arkadaşının da öyküsünü anlatan “Ateş Sönene Kadar” öyküsüyle değişiklik göstermeye başlıyor aslında. Karşımızda sadece kendisini anlatan tanıdığımız ve bildiğimiz o “Ben” yok artık. Beklenen şey karga olarak gelmiş veya bekleyen kişi kargaya dönüşmüş olabilir mi? Her şey olabilir. Kesin olan; kişinin (Ben’in) değişimi ile beraber her şeyin değişmiş olması.
“Dirseklerim dizlerimde, ellerimle yüzümü kapatmış, öylece kanepede oturuyordum. (…) Hiç ağlamadım. Buna fırsatım olmadı. Çünkü ne oldum demeye kalmadan geldiler.”
“Kargalar". Ne oldum demeye kalmadan gelen hayvanlar familyasından. Ve bu hayvanla nasıl başa çıkılabilir bunu kimse tam anlamıyla bilemez. Sizi ensenizden tutup evin tavanına kadar çıkarabilir, cansız bir kukla misali sallandırabilir, “Ben”inizin düzünü, tersine çevirebilirler. “Ben”in muktedirliğine ancak kargalar son verebilirler. Üstüne üstlük; “ (…) Sinir benim en sevdiğim duygu. Vücudumun en az yüzde yetmişi sinir. Ben çoğu zaman sinirimin refakatçisi olarak yaşıyorum” diyen bir “Ben” var ise karşınızda. Bu yüzden “Ben”i birisinin terk etmiş olmasına veya yine bu “Ben”in cansız bir kukla gibi tavanda asılı tutulup bırakıldıktan sonra zemine çakıldığı hâlde bir şey olmamasına (parçalanmamasına) şaşırmıyorsunuz. “Yalnız” öyküsüne geçerken; “Az önce anlattığım hikâye çoğunlukla böyle gerçekleşmedi.” diyen anlatıcının (Ben’in değil) söylediklerinden dolayı kötülükten gelen bir haz duygusu içerisine girebiliyorsunuz. İçinizde doğumunuzdan itibaren getirdiğiniz id-ego-süper ego şeytan üçgenini terk edebiliyor, kendinizi (içinizdeki iyilik-kötülük oranınızı da yanınıza alarak) dışarı -şehre- atabiliyorsunuz. Tavanında asıla kaldığınız ev değil de, şehir tam bir keşmekeş. Fakat bermuda şeytan üçgeni dengesine (id-ego-süperego) artık sahip olmayan “Ben”iniz dengede kalabilme çabasına girmeksizin şehrin içinde dolaşabiliyor. Terk eden de, terk edilen de, tüm duyguları yaşayan da, yaşatan da, etrafımızda uçuşan kargalarımız ve tüm yalnızlığımızla kendimiz; başkaları, diğer insanlar, onlar, şunlar, bunlar, her şeyi görebiliyoruz artık. Ayaklarımızın altında işte, her şey. Tüm keşmekeşliğine rağmen şehrin panoramik görüntüsü muhteşem. İşte tam da bu yüzden şehir insanının sürekli ve sürekli “Ben gerçekten daha iyiyim.” diyen bir “Ben”den “Biz”e dönüşüyor olduğu gerçeği ile baş etme çabası iki öykü arasındaki simbiyotik bağın güçlü ironisi olarak karşımıza çıkabiliyor. “Ben” iyi mi gerçekten? Ya da “bizler”, iyi miyiz?
Nafile sorular. Cevapları da nafile olur mu, olmaz mı bilemem. İz sürmeye devam ediyorum. Dikize yatmaya da. Her yeni öykü ile biraz daha yaklaşıyorum elbette Seka’ya. “Nafile” öyküsünü okumaya başlıyorum. “Ben”den “Biz”e; tamamen yok oluştan zamanın sürekli hareketine dönüşüm “içinde bir direnç barındırsa da” artık o kadar belirgin ki, bu yüzden, “Sanki bu bahsettiği zaman onu da ilgilendirmiş gibi. “Zamanımız” demişti. Hepimizin zamanıymış gibi.” satırlarını okurken artık bazı şeylerin eskisi gibi “kesinlikle” ol(a)mayacağını hissediyorsunuz. Öykünün anlatıcısı babasına yetişebilmek, onu son kez görebilmek umuduyla çıktığı yolculukta, “Fazla zamanımız ve tedavimiz yoktu ancak…” derken -babasını kurtaramayacağını düşünerek- kurtarabileceği ihtimallerin peşine düştüğünü müjdeliyordu bizlere. Fakat bu, “zamanında yetişememe hâli”, zamanla sınanmış olma, zamanla imtihan ve geçmiş söz konusu olduğunda asla değiştirilemeyecek özellikleriyle zamanın karşımıza aşılması imkansız bir duvar gibi çıkması; nafile olabilir miydi? Değildir belki de.
“Sonra biraz ses olsun diye televizyonu açtım. Haberlerde, SEKA’da yıllar sonra başlayan direnişin halen sürdüğünden bahsediyorlardı.”
Öyküler içinden sürdüğüm iz, 59’uncu sayfada nihayetleniyor. Halbuki kitabın son öyküsü “Gelecek Seni Bekliyor”da nihayetlenir iz sürmem diye düşünmüştüm. Sönmüş sobayı yakmaya çalışırken is içinde kalan ama karşılığında ısınan anlatıcı gibi çözülüyorum. SEKA. Sana ne yaptıklarını biliyoruz. Sana yapılanlarla bu ülkede sonun başlangıçlarının nasıl yaşanmaya başladığını en az anlatıcı kadar biliyoruz. Tüm okuyanlar ve yazanlar, hepimiz. Bu yüzden 59’uncu sayfadan itibaren anlatıcı ile beraber biz okuyucular da “Ben”den “Biz”e dönüşüyoruz işte. Hiçbir şeyin eskisi gibi “kesinlikle” ol(a)mayacağı bir dönüm noktasının kapanışını simgeleyen SEKA, Kağıt Üretimine Ait Makinalar’ın çalıştırılmaması kararı ile bir karakter gibi çıkıyor karşımıza. O’nu sevsek de, nafile artık. Boş. “Nafile” hem ince duygular veren (Baba varlığı, SEKA’nın güzel zamanları, aile evinde oluş, is içinde kalınmasına rağmen sobayı yeniden tutuşturabilme ve ısınma) hem de çok kaba ve zorlayıcı taraflarıyla da onarılamayacak derecede yıkan, (Baba yitimine doğru yol alış, SEKA’nın kapatılışına doğru yol alış, okulu bitirememe, ilk etapta anahtarı bulamama, eve girememe) bu anlamda ikili duygu hâlini çok iyi veren bir kelime olması dolayısıyla “Nafile”öyküsü için ikili duygu durumlarını anlatmadaki tüm ince ve kalın detaylarıyla Ateş Sönene Kadar’ın temelini oluşturuyor denilebilir.
Hatta tüm Aylin Balboa öyküleri için bile temel oluşturuyor denebilir mi diye düşünmekteyim. Okuyun, üzerine konuşalım efendim.
“Perihan” öyküsüne gelmek istiyorum. Perihan’ı tanımış olmama rağmen tanışmadık kendisiyle. İsmi var kendisi yok Perihan’ın. Ülkemizde ismi olup da kendisi olmayan bir çok kadın gibi. Perihan’ı konuşmamız şart. En az SEKA kadar şart. Belki de ondan daha fazla. Her ikisinin de hakkını yemek istemem ama Perihan’ın adı kadar kendisi de olsaydı, SEKA (ve SEKA gibi fabrikalar) kapatılmazdı gibi geliyor bana hep.
“…, dönünce huzur bulacağım bir evim olsun, o evin kadını da Perihan olsun istiyordum.”
Ne kadar naif bir istek ve gerçekleşebilseydi müreffeh olabilirdi her şey, evet. Bunca şiddet ve cinayet olmazdı. Kodlarının çok iyi çözülmesi gereken bir öykü, kendisini çok iyi tanımamız gereken bir Perihan ile karşı karşıyayız. Ama işte Perihan’ın isminden önce kendisinin olması gerekiyor önce. Bir insan ve bir kadın olarak Perihan bir öykünün omurgası olarak oradayken, omurgasız bir yaşamın kurbanı edildiyse eğer suç hepimizde. Kadın cinayetleri; öncelikle, dayak yiyen kocasını özleyen/seven kadınlar olduğu müddetçe devam edecek. “Perihan”, Ateş Sönene Kadar için yakılan büyük ateşin etrafında oturan en özel karakter hiç şüphesiz ve adına yazılan öykü kendine has anlatım ve kurgu niteliğiyle karşımızda kapı gibi durmakta. Ne yani varlığını göremediğimiz için Perihan’ı yok mu zannettiniz? Dayak yediği kocasını hâlâ özleyen kadını değil, dayak yediği kocasını bıçaklayan kadını istiyoruz biz!
“Kemik” ve “Yılan” öyküleri “Kargalar” öyküsünde de olduğu gibi Aylin Balboa’nın içinden hayvan geçen öyküler olarak zihnimizde yer ediyor. Kargalar, köpekler, yılanlar öykülerimizin içinden geçerken insanın hayatını değiştirir nitelikleriyle can buluyorlar. Çoğu yerde, çoğu zaman onlar tarafından daha iyi anlaşılıyor olduğumuzu düşünmek boşuna değil. (Hatta nafile değil.) Olası durumlar, duygular yaratıyorlar bu anlamda. Kitabın en kısa öyküsü olmasına rağmen “Havuz” öyküsü ise kitabın verdiği gerçeklik duygusuyla, belki de çocukluğun trajik kesitlerinden burun buruna gelinen ölümü anlatış şeklinin gerçekliğiyle en sahici yere konumlanıyor.
“Gelecek Seni Bekliyor”. Son öykü ile beraber sahne, ateşin yakıldığı alan veya ateş, Aylin Balboavari davranışlar silsilesiyle terk edilmek isteniyor. “Kapıları vurup, evden çıkmalı, ceketimi bile almadan basıp gitmeli, bir ruh halindeydim o anda, beni olsa olsa bu paklardı.” Gelecek seni bekliyor Balboa demeyi çok isterdim ama imdadıma yetişir şekilde, “Yolların bir kurtuluşa çıkmadığını uzun süredir biliyorum.” diyerek bunu çok iyi bildiğini belirten biriyle karşı karşıya olduğumuzu hemen hatırlatıyor. Kavgasını ortalık yerde ediyor. Ateş yaktığı alan neresi olursa orada ateşin aydınlığından, sıcağından ve çıtırtısından faydalanarak gücünü toplayıp kavgaya tutuşuyor. “Cezamı önden çekmiş gibi hissediyorum.” Aylin Balboa çoğu zaman nasıl yaşayacağını (yaşayabileceğini) bilemese de nasıl yazacağını çok iyi biliyor. Ateşin etrafında toplananları görüyor.
“Böyle mi olacak?” diye soruyor ateşin etrafında toplananlara
“Bilmiyoruz.” diye veriyor cevabını bu yüzden.
“Düşecek miyim?” diye soruyor yine onlara.
“Bilmiyoruz.” diye cevaplıyor yine.
Ateş Yakmak, Sönmemesini Sağlamak, İçinden Geçmek
Zamanın telaşıydı, ölümdü, kalımdı, yaşamdı iz üstünde her şey, izimizin üstünde bizimle beraber. Ateş yakmalı, ateş sönene kadar bir şeylere başlamalı, ayağa kaldırmalı, yürütmeli ve bitirmeli, ateş sönene kadar tamamına erdirmeli her şeyi, hepsini. Öykülerdeki telaşlar bu yüzden. Aylin Balboa bu yüzden, birçok darbeye ve yaraya bereye rağmen tüm bunları çok iyi bildiğinden, konuyu “Biz”e vardırıp diyaloğu kesmeksizin ikinci öykü tamlaması olan Ateş Sönene Kadar’ı nihayetlendirmekte. Meydanlardaki bu ateşler boşuna yanmıyor yani. Bu kavgalara boşuna tutuşulmuyor. "Ben"lerden, “Biz”lere kolay dönüşülmüyor. Kadarlar, ancaklar, amalar, amma velakinler, amennalar bu yüzden. Bilmiyoruz bizler, bizler bilmiyoruz. Ateş sönene kadar değil, hayır; sonsuz zamanın içinde yanmaya devam ederek, sönmeyen ateşler yakmaya devam ediyoruz. Yanacak mıyız hepimiz birden? Elbette. Bu yüzden okuyoruz ve bu yüzden yazıyoruz. Aksini ispat edenler olursa ateşin yanında bekliyoruz.
*Görme Biçimleri: John Berger (Metis Yayınları)