İsminiz, A.Ali Ural diye yazılıyor, Ali Ural diye okunuyor. Başlangıçta ‘huruf-u mukatta’ misali duran A.’nın hikâyesi nedir?
Yalnız yazarların değil kahramanlarının isimlerinde de bulunuyor böylesi harfler. Ben mesela ne Tarık Dursun K.’nın “K”sını merak ettim, ne Kafka’nın Joseph K.’sındaki “K”yı. Bu yüzden meraklıları aydınlatmak yerine, merakın kıvılcımlarıyla neşelendirmeyi tercih ediyorum cevaplarımı. Fakat siz “A’nın hikâyesi nedir?” diye sorunca, anladım ki ortada bir hikâye var. Hikâyenin olduğu yerde kurgudan kaçmak ne mümkün. Bu soruya şimdiye kadar birbirinden farklı cevaplar verdim. Şimdi alacağınız cevap daha önce verilmemiştir: Bu “A” harf olmayıp paratonerdir. Bu A sayesindedir ki ismime yıldırım düşmüyor.
Ural ailesine baktığımızda yazarlığın genetik bilimiyle akrabalığı vardır dersek, yalancı sayılır mıyız? En başta babanız değerli Kemal Ural Bey, ablanız Nuriye Akman Hanım ve siz.
Dedemi unuttunuz: Âşık Zülâlî. Tanpınar’ın“On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi”nde söz ettiği Posoflu halk şairi. Zülâlî’nin kızıdır anneannem. O da şairdi. Fakat edebiyatın genetik bilimiyle bir alakası olduğuna inanmıyorum. Her insanın içinde sanat tohumları var yeşermeye hazır. Yeter ki iklimini bulsun.
Bir evin içerisinde birden fazla kandilin yanmasını nasıl açıklarsınız?
Bütün yıldızlar ışığını güneşten alıyor.
Peki, bu kandiller arasında kalem savaşları çıkar mı? Birbirinizin fitilini gözler ve eleştirir misiniz?
Yıldız savaşları bilimkurguda olur. Birbirimizin eleştirisine sunarız elbette yazdıklarımızı. Anlaştığımız da olur ayrıldığımızda. Çocukluğumda babamdan Nietzsche’nin şu sözünü sık sık duyardım: “Fikrini değiştirmeyen yalnız ölüler ve delilerdir.”
Evlatlarınızın gözünden nasıl görünüyor bu ev? Biraz fantastik bir ortam olabilir; baba, dede ve hala yazar kimseler… Onlar için yürüyen kütüphaneler gibi olmalısınız, merakları ne boyuttadır?
Başkasının gözünden dünyayı seyretmek… Edebiyat sanırım bunun için var. İyi bir yazar değil bir başka insanın, bir hayvanın gözünden dahi dünyayı seyredebilir. “Gün Olur Asra Bedel”de bir tilkinin gözünden bozkırı seyretmiyor muydu Aytmatov! Sanırım kendi çocuklarının gözünden kendini anlatmak en zoru. Bunu bir gün deneyeceğim. Şimdilik kendi gözümden anlatayım onları. Çocuklarım sanatla ilgili. Büyük kızım Zeynep yazmanın yanı sıra müzikle ilgili; yan flüt çalıyor. Küçük kızım Ayşe görsel sanatlarla ilgili. Grafik tasarım okuyor ve resim yapıyor. Evin en küçüğü Alihan on bir yaşında. O da iyi bir okur. Bir şeyler karalıyor arada. Tabii dedeleri ve halaları bu durumdan son derece hoşnut. Çalışmalarını fırsat buldukça paylaşıyorlar.
Sizin en sevmediğiniz cümleler “klişe cümlelerdir.” Atölyeye gelen öğrencilerin ilk öğrendikleri kurallardan bir tanesidir bu. Ancak bazen klişe kurtarır durumu. Sahi, küçükken en çok ne olmak isterdiniz?
Küçükken doktor olmak istemezdim. Ben babamın daktilosunun tıkırtılarıyla büyüdüm ve onun gibi yazar olmak istedim hep.
Yükseköğrenimde okuduğunuz bölümle, yazarlığınız birbirini destekledi mi? Arabistan’a sizi sürükleyen neydi?
Victor Hugo,“Notre Dame’ın Kamburu”nu yazmaya Katedral’deki bir taşın üzerine kazınmış “Kader” kelimesini gördükten sonra karar vermiş. Ben öyle bir taş görmedim ama kader beni bir satranç taşı gibi çöle sürdü. Okuduğumuz bölümden çok yaşadığımız ortam içimizde bir tohum halinde var olan eğilimlerimizi güçlendirir veya zayıflatır. Çöl yalnızlık, yalnızlık edebiyattır.
İlahi Kelam ile kaç sene selamlaştınız?
Selamlaşmayla üniversitede Kur’ân İlimleri eğitimi de almış olmamı kastediyor olmalısınız ve yedi sene dememi bekliyorsunuz. Oysa her insan ilâhî kelâma ruhlar âleminde, “E lestu birabbikum/Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna verdiği “Belâ/Evet öyle” cevabıyla ilk selamını verir ve bu selamlaşma ölümle bile sona ermez.
Bu selamlaşma Ali Ural’ın yazın hayatını, yazın karakterini de belirlemiş bir hüviyet çıkarmıştır diyebilir miyiz?
Edebî kimliğin oluşumunda pay sahibi olan o kadar çok şey var ki! Yer ve gökte olan her şeyin insanın emrine verildiğine, yararlanmasına sunulduğuna dair pek çok âyet var Kur’ân’da. Bu işareti şair ve yazarlar üzerlerine alabilirler pekâlâ. Kâinatla kuracakları bağa bir davet olarak kabul edebilirler. İnsanla insan, nesneyle nesne, insanla nesne arasında kurulan bağlarla inşa edilmiyor mu edebiyat!
Cümlelerinizin kurgusal yapısında bu esintiyi sezinleyebiliyoruz. Bu, yanlış mıdır?
Bu esinti yalnız benim değil bütün insanların içinde devinip durmakta. Ruhundan üfledi Allah çünkü Hz. Âdem’e.
Cümlelerinizi duvar ustası bilgeliğinde örmeyi de yine yukarıdaki bu selamlaşmanın esini olarak keşfedebilir miyiz?
Güzel olan ne varsa O’ndan, eksik ve hatalı olan ne varsa bendendir.
Yoksa aksine, özellikle çabalayarak inşa ettiğiniz bir ustalık mıdır? O halde yazı hüviyetinizi kazandıran isimler kimlerdir?
O’ndan gelişi güzelliğin, çabalamaya engel değil. Tam tersi çabalayana veriyor O. Başka insanları da vesile kılabiliyor üstelik. Her şair ve yazarın arkasında kendi bireysel tarihinin yanı sıra bütün bir edebiyat tarihi vardır.
1999’da ilk baskısı yapılan “Posta Kutusundaki Mızıka” bugün 50. baskısını yapmakta… Türk Edebiyatı için sevindirici bir durum, artık rahat uyuyabilirim der misiniz?
Hayır, fakat dostluk adına umudumu koruyabilirim.
"Sevgili dost, eğer yeryüzündeki bütün elleri bir masanın üzerine koysalar, elini bulabilirdim onların içinde" diyorsunuz Mızıka’da. Naiflikle adam dövme sanatı olabilir mi bu cümle?
Bu cümlede gizli bir ok aramanızı,“Posta Kutusundaki Mızıka”da hâkim olan sitemkâr üsluba bağlıyorum. Doğrusunu isterseniz burada oku kırıyor şair.
Gördüğünüz “şey” nedir? Siz, neyin peşindesiniz? Nedir sizi yazmak zorunda bırakan?
Gördüğümüz şeyler değil, göremediğimiz şeylerdir bizi yazdıran. Görmediğim şeylerin peşindeyim bu yüzden.
Kelimeler siz yazdıkça mı var oluyorlar? Ekin tarlanız dünya mıdır?
Kelimeler kim bilir kaç bin senedir varlar! Her yazarda yeniden kalp oluyorlar belki. Ekin tarlama gelince; “Ekin”i kültür olarak düşünürsek, evet dünyadır ekin tarlamız. “Eylem” olarak düşünürsek “ekin”i, evet dünyadır yapıp eylediklerimizin tarlası.
Köşe yazarlığı, radyo programcılığı, yayıncılık, dergicilik, hocalıkve dahası. Ancak hepsinin üzerinden maharetle sıyrılan birisi var ki o da şair oluşunuz. Ön adınızla hitap edildiğinde Şair-Yazar Ali Ural meydana çıkıyor, öteki vagonlar lokomotife yetişmekten yorgun düşmüşler sanki.
“Sanki” yasak, derdim atölyede olsaydık şimdi. Sanki demeden yapılan benzetmeler daha güçlü oluyor biliyorsun. Lokomotifin şiir olduğu doğrudur. Şiirden başka hiçbir şey bu kadar çok şeyi arkasına takamazdı.
Hocalığınızla başlayalım. Atölyelerinizin kulaklarını çınlatacağız ama önce üniversite hocalığı… Hangi üniversitelerde derslere giriyorsunuz?
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Süleyman Şah Üniversitesi’nde birkaç yıldır ders veriyorum.
Verdiğiniz derslerde öğrencilerin merakı nasıl? Yazmak mı yoksa yazılmış olanı kurcalamak mı gençlerin ilgisini çekiyor?
Yaşayan edebiyat daha fazla ilgisini çekiyor gençlerin, ister yazmak isterse yazılanlar üzerinde düşünmek olsun. Eski metinler bugünle bağı kurulduğu takdirde hayata geçiyor.
Üniversitedeki dersleriniz bir çeşit atölye havasında mı geçer? Ne öğreniyorlar sizden?
Yaratıcı yazarlık dersleri, evet bir atölye havasında geçiyor. Teorik bilgileri pratik içerisinde vermeye çalışıyorum. Edebiyat heyecanı duymadan alınabilecek bir mesafe yok. Önce kalbimizi harekete geçiren edebi metinlerle yola çıkıyor, orada kalbimizi çarptıran ne varsa fark ediyor, sonra kelimelerimizi mayalıyoruz. Öğrencilerimin yazdığı metinler üzerinde duruyoruz sonra. Bir dil, estetik ve kurgu tomografisinin içinden geçirip milimetrik değerlendirmeler yapıyoruz. “Türk Dili” ve “Yazılı ve Sözlü Anlatım” derslerimizde ise Türk ve dünya edebiyatının başyapıtları etrafında bir edebiyat atmosferi oluşturarak, dil ve edebiyat zevkini tattırmayı hedefliyoruz.
Hali hazırda bir öğrencilik durumunuz da var mıdır?
Geçen sene ders verdiğim üniversitelerden birinde yüksek lisans yapmaya başladım. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde sabah hoca, öğleden sonra öğrenci olarak derslere girdim bir sene. Ders dönemi bitti. Şimdi teze geldi sıra.
Belli bir kesim gazetedeki köşe yazılarınızdan tanıyor sizi. Belli bir kesim ise radyodan işittiği sesin rüzgârıyla kendisine yol çizmeye çalışıyor. Galiba siz her yerden EDEBİYAT diye çığlık atıyorsunuz.
Çığlığı atan edebiyat. Ben sadece o çığlığın iki yanına ellerimi koyuyorum ses daha uzağa gitsin diye.
Çığlık mıdır? Haykırmak mıdır? Bir sakin adam kıvamında elçilik midir tüm bu gayretiniz?
Bakın aslında ben heyecanını duyduğum şeyi paylaşmaktan başka bir şey yapmıyorum. İstiyorum ki aynı heyecan başka kalpleri de titretsin. Edebiyatın insana kazandırdığı şeyler arasında paylaşma heyecanı da var! Egoizmi doğuran işte bu mahrumiyet! Kabalığı kışkırtan işte bu mahrumiyet! Sevgisizliği besleyen işte bu mahrumiyet!
Türkiye’de “yazı atölyeleri” çalışmaları son 10 yılda karşımıza çıktı. Nereye dönsek “yazmak” isteğini kamçılayan bir tabelaya rastlamak kolay artık. Ancak sizin atölye çalışmalarınız daha evveliyatlı.
1995’ten beri edebiyat serüvencileriyle bildiklerimi paylaşmaya çalışıyorum. Merdiven Sanat dergisi bu çabalara merdivenlik etmiştir sonraları. Daha sonra neşrettiğim Kitaphaber, Merdivenşiir ve Karabatak dergileri de mektep hüviyetleriyle Türk edebiyatına omuz vermeye çalışmıştır.
Nerede bir yangın gördünüz ki bizlere “yangın merdivenini” ısrarla işaret ediyorsunuz?
Nerede bir yangın görmedim ki merdivenden merdivene koşturmayayım.
Bu bağlamda usta-çırak ilişkisinin geleneğimizdeki rolü nedir?
Gelenek bir anlamda da usta-çırak ilişkisi demektir. Ne demiş Âşık Paşa: “Her ne san’at kim cihanda işlenür/Anı halk üstâd elinden öğrenür.” Birçok Osmanlı şairinin kendilerinden sonraki genç şairlere hocalık yaptığını biliyoruz. Bunların en meşhuru, öğrencileri arasında Bâki de olan Zâtî’dir. Onun Bayezid Camii avlusundaki remilci dükkânı şairlerin uğrak yeri olan bir şiir mektebidir. Yaklaşık elli yıl açık kalmıştır bu şair okulu. Bu okulun öğrencileri arasında Kara Fazlî, Kudsî, Selîsî Ahmed Çelebi ve Selîki gibi şairlerin olduğu biliniyor. Bu mektepte genç şairler şiirlerini okumakta, Zâtî’nin eleştiri ve öğütleri doğrultusunda sanatlarını geliştirmektedirler. Bir fütüvvetnâmede denilmiştir ki: “Okumakla yazmakla olmaz tâ üstaddan görmeyince.” İşte o üstatlardan biri de Necati Bey’dir. Sehî, Sun’î, Tâli’î ve Şevkî gibi şairleri o yetiştirmiştir. İsa Hoca namıyla bilinen Filibeli Fânî de genç şairlere yol gösteren üstatlar arasındadır.
Örnek çok. Fakat biraz da halk edebiyatındaki usta-çırak ilişkisinden söz edelim. Fuad Köprülü’nün araştırmalarına göre yüzyıllardır devam eden bir usta-çırak ilişkisinden söz edilebilir âşıklık geleneğinde. Âşık oluncaya kadar geçirilmesi gereken dereceler vardır ve şöhretli âşıkların etrafında toplanan çıraklar üstattan önce şiirlerinde kullanacakları mahlaslarını alır, sonra âşıklık için zaruri olan edebi ve mesleki terbiyeyi görürler. Nihayet fasıllara girer, seyahatlere çıkar ve “Âşık” olarak kendilerini kabul ettirirlerdi. Usta âşıkların isimleri öldükten sonra da yaşardı yetiştirdikleri genç âşıklarla. Çırak edinmeye, “çırak çıkarma” veya “çıraklama” denirdi. Usta çıraklarını kendisi seçtiği gibi, çıraklar da kendilerine yol gösterecek bir ustayı rehber olarak seçebilirlerdi.
Türk Dili Dergisi, Mayıs sayısına verdiğiniz söyleşide “Nasıl yaşadığınızla nasıl yazdığınız arasında görünmeyen geçitler var. Cevher ne denli zengin olursa olsun eritici bir sıcağa ihtiyaç vardır. Yüksek hararet olmadan yüksek edebiyat olmaz.” demişsiniz.
O halde yazmak için evi-ocağı, yüreği–yâri terk eden bir mecnunlar ordusuyuz. Bir şey var içimizde, ille de yazmalısın diyor… Kalemin rahatsız ettiği bu insanlara, başlangıç için ne söylemek istersiniz? Yazmak ateşi, evini sarmış olanların bu sürecini neye benzetebiliriz?
Yandığını sanmakla yanmak aynı şey değildir. Gerçekten alevler evinizi sarmışsa koşacağınız yer sizden evvel bu yangını yaşayanların evleri olacaktır. Başlamak istiyorsanız bir kütüphaneye doğru hızlandırın adımlarınızı. Okumak “Okımak”tan geliyor Türkçede. Yani çağırmaktan. Kütüphaneler bizi çağırıyor! Neye mi! Yanmaya elbette.
Edebiyat büyük gelenek ise bu geleneğin modernize edilmiş aktarım merkezleri, atölyeler yani çırağın ustasının gözüne değdiği mekânlar mıdır?
Yazarlık Atölyeleri, geleneğin modernize edilmiş bir formu haline getirildiği takdirde güncellenmiş bir usta-çırak ilişkisinden de söz etmek mümkün olabilir. Ancak burada hocanın kim olduğu son derece önemlidir. Kendi edebiyat serüveninde belli bir seviyeye çıkmış olacak ki hoca, öğrencilerine yol gösterebilsin.
Talebelerinizden memnun musunuz?
Bakın “talebe” diyorsunuz. “Talebe” istemekten geliyor. İstiyorsanız başarırsınız inşallah. İstemeyene hangi hoca ne yapsın. İstemek heveskârlık değildir. İstemek, istediği şeye kendisini götürecek yolları sabırla katedebilmektir. İstemenin dereceleri var. Aşk derecesinde istiyorsanız yazmayı, normal bir zekâya sahipseniz ve eleştiriye tahammülünüz varsa menzile varacağınızdan kuşkunuz olmasın. Gerek şair gerekse öykücü, öyle kalemler yetişti ki bu ocaktan geleceğin ustaları olarak şimdiden edebiyat tarihinde varlıklarını hissettirmeye başladılar.
Başlangıçta aradığınız bir özellik var mıdır? Ne olursa olmaz / ne olmaz ise olur?
Aradığım üç şey var talebelerimde: Sanata karşı aşk derecesinde istek, normal bir zeka ve eğitim sürecine sabır.
Yine Türk Dili Dergisi, Mayıs sayısındaki söyleşinizde “Ayağa kalkmak düşünce ve sanatla olur, boyun yüksekliğinden ne çıkar, boyun eğmişse yabancı kimliklere” diyorsunuz. Cemil Meriç Usta’nın tokatlarını aratmıyor bu söz! O halde yazı zaviyesinden bakıldığındai kişinin dürtüsel bir eylemi olarak görülen yazması–okuması, tasavvurun sınırını zorlayan bir ciddiyet kazanıyor. Acemi yazarın o iç sesinde de bu ciddiyeti arasak yanlış mı yapmış oluruz?
Acemiliği“amatör ruha sahip olma” şeklinde tercüme ettiğimizde kaybedilmemesi gereken bir özellikten söz ediyoruz demektir. Turgut Uyar’ın Efendi kabul ettiği bu acemilik hep sürmeli. Ernest Hemingway’in, “Bana usta demeyin, hiç kimse bu işin ustası olmamıştır,” sözünü de aynı bağlamda değerlendirebiliriz. Gerçek bir hoca talebesinin özüne müdahalede bulunmaz. Onu kimliğini koruyarak eğitir. Benim Türk Dili dergisinde yer alan sözüm ise sanatın yerliliğiyle ilgili bir işaretten ibaretti. Yerel olmayan sanatın evrenselliği söz konusu olamaz çünkü. Kendi kimliğini kaybeden bir yazarın onuru, yabancı kimliklerde araması zillettir.
Yazmak sizin için ne demektir?
İnşa etmek. Köprü kurmak. Paylaşmak. Farkında olduğunu göstermek. Empati yapmak. İz bırakmak.
Egomuza paratoner olmasını istesek edebiyat burada bize yardımcı olur mu?
Paratoner arıyorsanız sıra en son edebiyata gelir. Edebiyat zaten yıldırımın kendisi. Paratoneri başka yerde aramak gerek.
Üç zaman diliminde yaşıyor Ali Ural: Geçmiş yazarların ellerinden öpüyor (Güneşimin Önünden Çekil ve Satranç Oynayan Derviş adlı eserleriyle), gelecekteki yazarlara annelik ediyor (atölyeler üniversiteler ve konferanslarla), şimdinin edebiyatçıları ile selamlaşıyor. (Çıkarmış olduğu dergilerle)
Bizden önceki yazarların üzerimizde hakları var, bu hakkı ilan etmeden meydana çıkmak zulümdür. Gelecekteki yazarlara karşı sorumluluklarımız var, bu sorumluluktan kaçmak zulümdür. Aynı gemide yolculuk yaptığımız kalem erbabı var selamlaşmazsak zulümdür.
A.Ali Ural…
Zihin, beden ve davranış örüntüsü “başlangıçtaki sözün” büyüsü altında. Yaş alıyor, gözleri daha kararıyor, saçları beyaza uzuyor ancak elleri her dem sabit; aynı iş üzere.İnsanın aynı iş üzere olması, Kadîm Bilgi’ye göre onun ya deliliğine ya da ustalığına işaret edermiş. Delilik ile ustalık arasında bir bağ kurmak zor olmasa gerek. Sözden söze, tünelden tünele geçer gibi geçen bir ömrün yarım asrında şimdi…
Aynı sabitliği, âyân-ı sabitesi’nden (ilk bağlam-ilk kuvvet) geliyor. Dolup taşan her kabın neşesiyle, yüzlerce okurunu büyük bir ormana çağırıyor.Kolları söğüt dalı, yerlere kadar eğilmiş halde üstelik.
Hal diliyle de kelamla uğraşanların ne türlü hastalıklara yakalandıklarını bilmiş ama bundan da geçebilmiş bir güzel insan olarak tanışıyor sizlerle.