Barış Müstecaplıoğlu’nun Osmanlı Cadısı için “tek roman görünümünde iki roman” diyebiliriz. Bir roman geçmişe, diğeri ise geleceğe ayna tutuyor. Biri karanlık, diğeri distopik. Fakat ikisinin buluştuğu yerden umut doğuyor.
Barış Müstecaplıoğlu’nun ismini ilk olarak 2001’de İstanbul Kitap Fuarı’nda Bülent Somay’dan duymuştum. Bir önceki sene fantastik & bilimkurgu öykülerden mürekkep öykü kitabım yayımlanmıştı, yeni korku romanım ise yayımlanmak üzereydi. O zamanlarda bu tarzlarda kalem oynatan çok kişi olmadığından pek bir “havalı” hissediyordum. Fakat Bülent Somay’la yapacağım ayak üstü muhabbetin “hava”mı söndüreceğini bilmiyordum. Somay bana aynen şöyle dedi: “Yeni bir yazar keşfettim, adı Barış Müstecaplıoğlu. Fantastik kurgu yapıyor. Tolkien gibi, ama Tolkien’den daha iyi.” Bülent abi zaman zaman abartmayı sever tabii ama yine de onun gibi bir Tolkien hayranının bu tanımı beni şaşırtmış, bir ölçüde de kıskandırmıştı. Kimdi bu Müstecaplıoğlu? Crom aşkına, nasıl “Tolkien’den daha iyi” olabilirdi?
Perg Efsaneleri isimli serinin ilk kitabı Korkak ve Canavar’ı okuduğumda o gün Bülent Somay’ın ne demek istediğini anladım. Tabii ki, Müstecaplıoğlu ilk romanında fantastik kurgu türünün kurucu yazarı Tolkien’in dünya yaratma ve dil kurma gibi üstün becerilerine tam olarak vakıf değildi. Zaten kıyaslamak da doğru değildi, Tolkien detaycılığıyla "yüksek fantezi" yaparken Müstecaplıoğlu yalın diliyle masal edebiyatıyla dirsek temasındaydı. Fakat masallarda iyi ile kötü ayrımı çok keskindir, işte tam bu noktada Müstecaplıoğlu hem masallardan hem de Tolkien ekolünden ayrılıyordu ve “insani yaklaşım” açısından Tolkien’den daha “iyi” bir tutum sergiliyordu. Tolkien’in Sauron gibi salt kötüleri ve Saruman gibi sebepsiz hainleri vardı. Tolkien orklardan bahsederken onların çirkinliğinden ve barbarlığından dem vururdu, elflerden bahsederken onların ne kadar asil ve güzel göründüklerinden. Müstecaplıoğlu ise farklıydı. İyi, kötü, güzel, çirkin, korkak, cesur fark etmiyordu, her karakterine aynı şefkatle yaklaşıyordu yazar. İnsan olmuş, yaratık olmuş, hayvan ya da bitki olmuş, fark etmiyordu onun için, hepsini aynı özenle sayfalarına taşıyordu.
Bir İstanbul bilimkurgusu
Günümüzde George R.R. Martin gibi birçok fantastik kurgu yazarı Tolkien’in kalıpçı bakışını kırdı ama ben şahsen bu tür bir fantastik anlatıyla ilk olarak Müstecaplıoğlu ile karşılaştım. Daha sonra yazar, fantastikten polisiyeye dokuz roman daha yazdı ve hepsinde bu “eşitlikçi” tavrını sürdürdü. Şimdi ilk defa bilimkurgu tarzında yazdığı bir romanıyla karşı karşıyayız. Doğan Kitap’tan yayımlanan kitabın bir alt başlığı da var: “Bir İstanbul bilimkurgusu”. Malum, Emrah Serbes’in “Bir Ankara polisiyesi” alt başlığıyla sunduğu Behzat Ç. serisinden beri benzer sloganları kitap kapaklarında görüyoruz. Yerli bilimkurgu tarzında yazılan ve sayısı her geçen gün artan romanlar da bu albenili slogan altında birleşirlerse geleceği merak eden okurlar için bir koleksiyon yolu açılır.
“Geleceği merak etmek...” Bilimkurgu tam da bu meraktan doğmuştur. Bu açıdan bilimkurgu romanları ile tarihi romanların benzeştiğini düşünmüşümdür hep. Biri geçmişi, diğeri geleceği anlatır bize. Diyeceksiniz ki, tarihi romanlar araştırmalara ve çoğu zaman gerçek kişilere dayanır, doğru ama tarihi romanlardaki olayların birebir tarih kitaplarında anlatıldığı gibi gerçekleştiğini kim iddia edebilir? Böyle baktığımızda aslında tarihi romanların hepsi “alternatif tarih” romanıdır. Bilimkurgu da farklı değildir, o da yazarın “olası geleceği” yaratma çabasının sonucudur. Joseph Conrad, H.G. Wells için boşuna gelecek yüzyılların tarihçisi demez. Her iki tür de aslında okurun, içine doğduğu zamandan başka bir zamana gitmesini sağlar ve okura “zamansız”lık hissini yaşatır. “Zamansız”, Osmanlı Cadısı için önemli bir kelime ama bunu öykünün sürprizlerini kaçırmadan anlatmamız çok zor.
Müstecaplıoğlu’nun Osmanlı Cadısı, benim bir noktada benzeştirdiğim tarihi roman ile bilimkurgu tarzını bir araya getiren bir kitap. Hatta Osmanlı Cadısı için “tek roman görünümünde iki roman” da diyebiliriz çünkü okurken her ne kadar içten içe iki öykünün ortak bir yerde buluşacağını biliyorsak da bu buluşmanın kitabın neresinde nasıl gerçekleşeceğini hayal edemiyoruz. Bir geçmişe gidiyoruz, bir geleceğe. Bir geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’ndayız, bir uzak geleceğin İstanbul’unda. Bu ikili yapıya sonlara doğru yeni bir mekan ve zaman da ekleniyor. Fakat romanın sürprizlerini el vermemek için bu konuyu atlayalım...
Romana geçmişle başlamayı tercih etmiş yazar. “Şahmeran, yandan gelen devasa bir dalgayı cesurca göğüsledi, ama güvertede her kim varsa yerle yeksan oldu, saçlarını denizde ağartmış usta halatçılar bile tüyü bitmemiş miçolarla birlikte dört bir yana savruldu.” cümlesiyle okur kendini bir anda fırtınanın içinde adı Şahmeran olan bir kalyonun içinde buluyor. Müstecaplıoğlu’nun en iyi yaptığı şeylerden biri bu: Hareketli sahneleri edebi lezzetten ödün vermeden anlatmak. Türk Edebiyatı’nda bilimkurgu, korku, fantastik, polisiye gibi türler yakın geçmişe kadar yeterince yazılmadığı için aksiyonlu bir sahne anlatmak konusunda çok pratiğimiz yok. O yüzden, farzı misal bir kavgayı, bir kovalamacayı veya bir savaş sahnesini anlatırken kolaya kaçabiliyoruz. Ya da tam tersine edebiyat yapalım derken okurun hayal etmesi gereken aksiyonlu mizanseni gereksiz şekilde karmaşık bir hale sokabiliyoruz. Barış Müstecaplıoğlu bu noktada hareketli sahneleri edebi anlatmak ile basit anlatmak arasında doğru dengeyi tutturuyor. Özellikle ilk bölümdeki fırtına sahnesi ile Çeşme Limanı’ndaki savaş sahnesinin Türkçe dilinin olanaklarıyla aksiyon anlatmak konusunda ders niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz.
Barış Müstecaplıoğlu, bu tip sahneleri yazmak konusunda antrenmanlı bir kalem. Perg Efsaneleri ve Şamanlar Diyarı isimli serilerinde bu sahnelerden çok vardı. Fakat bu defa, zaman zaman İhsan Oktay Anar’ı anımsatacak şekilde eski kelimeleri de kullanan bir dil tercih etmiş, bunun da altından kalkmış. Romanın gelecek bölümlerinde ise modern bir dil tercihinde bulunmuş. Tarihi bölümlerdeki edebi tat yerini bilimkurgu bölümlerinde daha çok Philip K. Dick tarzı yalın bir anlayışa bırakıyor. Uzak bir gelecek olsa da karakter isimlerinin Kemal, Hande, Gül, Zeynep, Neşe gibi klasik isimler olması şaşırtıyor en başta. Kemal’in ev bilgisayarının adı bile Muhittin Efendi! İsimler en başta yabancılaştırıyorsa da Müstecaplıoğlu bu bölümlerde inandırıcı bir gelecek dünyası kurmayı başarmış. Popular Science gibi popüler bilim dergilerini takip ettiği çok belli, gelecek yıllarda insanoğlunun kullanacağı teknolojiler konusunda son derece mantıklı varsayımlara imza atıyor yazar. Bu yeni dünya düzenine göre zenginler dev kulelerde yaşıyorlar, kuleler arasında asansörlerle ya da helimobil isimli uçan araçlarla geziyorlar. Zengin olmayanlar ise yerde yaşıyorlar ve zenginler gibi yüksek teknoloji ürünlere sahip olamıyorlar.
Gelecekte kullanılan objelerin tasvirleri oldukça inandırıcı. Romanın en sempatik karakteri kadın mucit Okyanus’un icatları bir harika. Aynı başarı geçmişte kullanılan silahlar, binalar ve kıyafetlerin tasvirlerinde de mevcut. Araştırmaya verilen önem, Kemal’e musallat olan küme baş ağrısı hastalığının anlatılışında da kendini gösteriyor.
Çok bilinmese de 1000 kişiden 1’inde görülen bu nörolojik rahatsızlık insanoğlunun çektiği en büyük acılardan olarak tanımlanıyor. Hep aynı mevsimlerde ve belli saat aralıklarında yaşanmasından dolayı da migren gibi diğer baş ağrılarından veya zamanı kestirilemeyen psikosamatik rahatsızlıklardan ayrılan bir yanı var. Müstecaplıoğlu bu hastalığı tanıtmakla kalmamış, roman kurgusunun önemli bir parçası haline getirmiş. Olay örgüsünün ilerleyişi sinematografik kurallara uygun bir şekilde ustaca ilerliyor. Sadece iki öykünün birleşmesinden sonra açıkta kalan bazı konuların diyaloglarla aktarılmasına takıldım ama o bölümler de bir Sherlock Holmes tadı vermiyor değil.
Bir Türkiye Distopyası
Bilimkurgunun alt türlerinden biri olan "distopya" da beliriyor Osmanlı Cadısı’nın gelecek bölümlerinde. Çok uzun zamandır tek partinin hüküm sürdüğü, emniyetin robot polisler tarafından sağlandığı katı bir devlet düzeni söz konusu. Bu diktatöryel yönetime sadece İstanbul Eşitlik Hareketi kafa tutabiliyor. E tabii bu eşitlik yanlısı örgüt, devlet tarafından “yasa dışı” ilan edilmiş. Sadece o da değil, mesela İnce Memed de yasaklanmış. Hatta devlet öyle bir algı operasyonu yönetmiş ki Yaşar Kemal’in gerçekten yaşayıp yaşamadığı bir muamma olmuş. Hiç şüphesiz Müstecaplıoğlu gelecek bölümlerinde güncel siyasi olayların bir yansımasını ortaya koyuyor ve Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya ve 1984 gibi tuttuğu tarafı belli etmekten kaçınmıyor. Bu yüzden rahatlıkla “Bir Türkiye distopyası” sloganını da Osmanlı Cadısı için kullanabiliriz. Her distopya gibi karanlık ama tıpkı Fahrenheit 451 gibi aydınlık bir geleceğe kapı aralayan bir distopya.
Distopya romanları dışında Osmanlı Cadısı'nda bilimkurgu filmlerinden ve çizgi romanlardan izler var. Superman, A.I., Matrix, Equilibrium bunlardan bazıları. Osmanlı Cadısı’nın bu saydığım eserler gibi bilimkurguyu Türkiyeli okura sevdireceğini ön görmek zor değil. Yıllardır hor görülen polisiyenin yükselişinden sonra sıra bilimkurguda olabilir. Bu tarzdaki romanların artışı, Ayşe Kulin'in Tutsak Güneş’i gibi yerli-yabancı birçok distopya eserini “çok satan” raflarında görüyor oluşumuz bir tesadüf değil. Eskiden toplumsal gerçekçi abilerimiz bilimkurguyu ülke gerçeklerinden uzak olduğu gerekçesiyle itelerdi ama şu an geldiğimiz noktada bilimkurgu, özellikle de distopya türü Türkiye’nin gerçekliği oldu. Tam da bu yüzden, günümüzü anlamaya çalışan, geleceği merak eden ve önümüzdeki yıllara umutla bakmak isteyenlerin bu tarz "zamansız" romanlara ihtiyacı var. Kıssadan hisse, çok doğru bir zamanda imdadımıza koştu bu cadı!
Görseller Christopher Balaskas'a aittir.