2018’in ilk günlerinde çokça ses getiren bir kitap yayımlandı: Bi’milyoncu. İsmini daha önce senarist olarak yer aldığı dizi projelerinden duyduğumuz Onay Durgun’un ilk romanı Bi’milyoncu. Kitap, okuyucusuna komedi ve dramı bir arada sunarken, polisiye ile de nabızları biraz yükseltiyor.
Onay Durgun, kendi deyişiyle yazmayı da okumayı da -ama yazmayı daha çok- seven bir yazar. Aslında bir doktor olan Durgun, ilk olarak Selçuk Aydemir ve Çağlar Yurt ile birlikte senaryo işleri yaptı; beraber İşler Güçler ve Kardeş Payı dizilerinde yazdılar. Bi’milyoncu onun yayımlanan ilk kitabı. Tefrika Yayınları tarafından geçtiğimiz Ocak’ta yayımlanan kitap çok satar raflarındaki yerini muhafaza ediyor. Onay Durgun’la ilk kitap yolculuğunu, Bi’milyoncu’yu ve gelecek projelerini konuştuk.
Sizi ilk olarak senaryolarınızla yer aldığınız iki dizi projesinden tanıyorduk. İlk kez bir kitapla okurun karşısına çıktınız. İlk kitabınızın ortaya çıkma sürecinden bahseder misiniz? Kurgu süreci nasıl gelişti?
Aslında “yazmak”, lisede “şiir” yazmakla başlayan bir kendini ifade etme biçimi benim için. “Güzel” şiirler yazıp zorla arkadaşlarıma okuttuğum çok oldu. Onun dışında edebiyattan dönem ödevi alıp, şiir defteri oluşturduğumu da hatırlıyorum şimdi ve altı aldığımı. Televizyonla, eski televizyonun hediyesi filmlerle büyümüş bir kuşaktanım. Şiiri beceremediğimi anladıktan sonra da öyküye, kısa tiyatro tekstlerine, kısa film senaryolarına döndüm. Yani aslında kısa da olsa öykü geçmişim var. Gene “güzel” öyküler yazıp arkadaşlarıma okutmak suretiyle…
Uzun öykü, romanımsı macerası ise aslında biraz kıskançlıkla başladı. Bir toplantı esnasında, hafta sonu toplanıp toplanmamayı tartışırken odadaki iki kişinin de imza günü olduğu gerçeği ortaya çıktı. Ben de “seneye gitmeye” karar vermiş oldum. Sonra Tefrika Yayınları'yla bir şekilde ortaklaşarak böyle bir maceraya giriştik. Kurgusal olarak, Adnan karakteri uzun zamandır aklımda olan bir karakterdi zaten. Şimdiden bakınca önceki yazdığım kısa öyküler Bi’milyoncu’ya hazırlık gibi olmuş. İlk yazmaya başlarken kitabın ismi ve “bir milyon lira” fikri kafamdaydı hep. Ama sonunu bilmiyordum. Ama Adnan’ı iyi tanıdığımı bildiğimi düşündüğümden çok da sıkıntı yaşamadım.
Bi’ milyoncu’yu okurken başkarakter olan Adnan’ın kafasının içinde bir yere oturmuş, içinden konuştuklarını ve dışarıdaki kişilerle kurduğu ufak diyalogları dinliyor gibi hissettim. Adnan, sosyal açıdan gelişmemiş bir karakter bana kalırsa. Adnan gibi bir karakteri yaratmanızdaki neden nedir?
Adnan benim için şu anda karşılaştığımız bütün “kişisel” kötü şeyleri üstünde taşıyan “pislik” bir adam. Ama onun pisliği bıçakla, tabancayla yapılanlardan değil. Bir kere her şey hakkında bir fikri olduğunu düşünüyor. İnternet yoluyla ahkâm kesmeye bayılıyor ya da asgari ücretin az olmasına ikna olmuş ama kendi maaşına zam bekliyor. Kadınlarla ilgili fikirleri var, kendini bir şekilde “feminist” bile buluyor; ama kadının erkeğe karşı “mücadelesinin” kendisine karşı da yapılmasını saçma buluyor. Adnan sosyal açıdan gelişmemiş bir canlı. Ve kitapta sadece Adnan’ın gördüğü, duyduğu şeyleri biliyor, fikirlerini öğreniyoruz. Bu bir taraftan okuyucu Adnan’a yakın olsun, onu iyice tanısın diye böyle; diğer taraftan da gerçekleri değil, Adnan’ın bildiği gerçekleri bildiğimiz için öykünün akışında numaralar çevirmeye fırsat versin diye. Keza öykü akışından ayrı bölümlerle de (kurgusal bir numara olarak) daha kolay okunmasını sağlarım diye düşündüm. Kesinlikle kolay okunsun, okur elinden bırakamadan bitirsin diye tasarladım kitabı. Bilmiyorum nasıl oldu?
Onun dışında ben Adnan’ı çok iyi tanıyorum, ama sevmiyorum. Umarım okuyucu iyice tanımış olur ve sever. Bana sanki Adnan’ı severse, işi eleştirişi daha çok geçer gibi geliyor. Ama ben Adnan’ı sevmiyorum.
Roman komedi ögeleriyle süslenmiş biraz polisiye biraz durum anlatısı. Yazarken bu türden bir anlatıyı kurma isteğiniz neden? Metnin sizi zorladığı yerler nereler oldu?
Polisiye, akışı sağlayan şey oldu. Ama bir polisiye yazmayı hiç düşünmedim. Adnan’ı değişik durumlara sokmak için bir bahane polisiye benim için. O yüzden de aslında polisiye durumun finali değil de Adnan’ın son hâli daha önemli benim için. Zaten Adnan da çok ilgilenmediği için, polisiye kısmın bütün cevaplarını da bulamıyoruz.
Metin de açıkçası beni en zor zorlayan şey bi’ milyondu, onunla ne yapılacağı.
Senaryo daha diyaloglardan oluşan bir tür. Bu kitapta hikâyeyi düzyazı ile sunarken sadece ufak diyaloglarla beslemişsiniz. İkisini karşılaştırdığımızda sizin için senaryonun ve romanın, zor ve kolay yanları neler?
Senaryo, filmi diziyi izlerken repliklerden oluşur evet, ama her sahnenin bir durum bölümü vardır zaten ve bir sürü parantez içi… Yani bir sahne planlarsınız sonra bu sahneyi görüntüyü, kurguyu, replikleri, müzikleri kullanarak canlandırmaya çalışırsınız. Dizilerimizde de filmlerimizde de repliksiz “anlar” vardır. Çok replikli anlar da. (Aklıma yağmur suyuyla beyazlaşan rakı bardaklı bir sahnemiz geliyor. Sahnede replik yok denecek kadar azdı.) Kitapta da diyaloglardan kaçınmadım. Ama sürekli Adnan’ın içinden baktığımız için diyaloğa çok da gerek kalmadı.
Onun dışında senaryo; yazıp, yönetmene teslim ettiğiniz, çok sıkı kuralları olan, oyuncularınızın ve diğer bütün ekibinizin ellerinde canlanan bir şey. Romanda ise tamamen yazarın inisiyatifinde her şey. Bu benim için özgürleştirici idi. Diğer taraftan senaryoya daha hâkim hissediyorum kendimi, roman korkutucu oldu o yüzden.
Kitabın ismi de hikâyenin geneli gibi sürprizli. Bi’ milyoncu dediğimizde içerisinde ucuza satın alabileceğimiz lüzumlu lüzumsuz eşyayla dolu dükkânlar geliyor akla. Evet, hikâye bir milyonun peşinden gidiyor ve bi’ milyoncuda geçmiyor ama neden bu ismi tercih ettiniz?
Bi’milyoncu Adnan. Bu Adnan’ın hikâyesi, isim oradan geliyor. Ve bi’ milyoncuların verdiği “ucuzluk”, biraz da kalitesizlik hissi bana Adnan’ı hatırlatıyor. Aslında kitabın arkasına olayların bi’ milyoncuda geçmediğini de ekledik. En kaba hâliyle okuyucu ile oynadığımız bir oyun.
Romanda Adnan’ın kadına bakış açısını konuşmak isterim. Hayatı boyunca geride kalmış bir adam ve bunun farkında olması şartlarını ve yaşadıklarını değiştirmesinde yardımcı olmuyor. Aksine bu onu açgözlü biri haline getiriyor. Ve kadınlara yaklaşımı ve bakışı sadece cinsel açlık kapsamında oluyor. Neden böyle bir bakış açısı seçtiniz?
Aslında Adnan’ın kadınlara bakışıyla ilgili ufak ama net bir bölüm var kitapta. Cinsel açlığı da var evet, her şeye olan açlığı gibi. Hayatı yaşamayı seviyor- istiyor, ama beceremiyor. Bana kalırsa Adnan’ın cinsel açlığı da öğrenilmiş bir açlık. Zaten kitapta bu açlığını giderme de yok. Bir yerden sonra kendini “kadını”na adama, cinselliği elinin tersiyle itmenin havasını da atmak istediğini öğreniyoruz.
Romanda başlarda insanın sosyal medya kanallarında kendini sunuşunda farklılıklar gösterdiğinden, whatsapp gruplarının çeşitliliği ve ikiyüzlülüğünden bahsediyorsunuz. Daha sonra Adnan’ın evini döşerken televizyon, bilgisayar ve artık evlerimizin olmazsa olmazı espresso yapabilen kahve makineleri gibi modern çağın “çok gerekli” ama aslında çoğunlukla kullanmadığımız ev eşyalarıyla doldurduğu evine bakarken gururlu olduğunu söylüyorsunuz. Bu kitapta karakter tahlilleri yaptığımızda modern çağ insanının bir eleştirisi diyebilir miyiz?
Modern, sadece güncel anlamında. Aslında vahşi zamanlarda yaşıyoruz, kendimiz de çevremizde çok vahşi. İlkel hazların peşindeyiz. Ne yazık ki… Evet, diyelim. :)
Duman meselesine değinmek istiyorum. :) Müzik grubu Duman’la nedir alıp veremediğiniz? :) Romanda kendilerine birkaç kez denk geliyoruz.
Ben Duman’ı çok severim. Adnan da çok seviyor. Benim esas derdim Burak Kut’la. Şaka bir yana Duman güzel bir yerli müzik grubu örneği. Adnan’ın neden bilinmez en sevdiği gruplardan ama çok da anladığı bir şey değil müzik. Ondan başka bir anlam yok. I love Duman.
Biraz da romanın öncesinden konuşalım isterim, dizi çalışmalarınızdan örneğin. Selçuk Aydemir ve Çağlar Yurt ile yollarınız nasıl kesişti? Televizyonun sevilen işlerinden ikisini beraber yazdınız. Bunların başarılarını neye bağlıyorsunuz?
Anlatmayı seviyorum gene anlatayım. Eskiden “Benimsinemalarım” diye bir kısa film portalı vardı internette. Ülkenin nerdeyse bütün kısa filmcileri oradan konuşur, paylaşır, kaynaşırdı. Ben de kısa film senaryolarımı yollayıp duruyordum. Site toplaşmalarından birinde Selçuk’la buluşmuş olduk. Çağlar’la da site konuşmalarından tanışıyorduk. Mecburi hizmetle, askerlikle uğraşırken, Çağlar’la yüz yüze tanıştık, ben İstanbul’a dönünce de Çağlar’ın çağrısıyla Selçuk’la haberleşerek senaryo işlerine profesyonel olarak girmiş olduk. Aslında arada yazdığımız çok iş oldu da ekrana İşler Güçler’le çıkmış olduk. Sözün özü Çağlar ve Selçuk olmasa, ben doktor olacaktım. Hayatımı değiştirdiler.
Onay Durgun’un yazma rutini nedir peki? Ayrıntılara dikkat eden birisiniz bana kalırsa. Günlük hayatınızda çokça gözlem yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Ayrıntıları seviyorum. Okurken de yazarken de, izlerken de. Ama oturup gözlem yaptığım olmuyor. Daha çok bakınca onu görmek fark etmekle ilgili sanırım. Yazma rutinimde evde yazmaya çalışmak, olmayınca da sakin bir yer bulup. Fikir bula bula, mola vere vere yazmak var. Bir iyi özelliğim de o gün yazacağımı ya da yazamayacağımı anlamam. Bence yani.
Peki gelecek projelerinizden biraz bahseder misiniz?
Gelecek… Sinemayı her zaman istiyorum. Şimdi bir dizi hazırlığımız var. Ne kadar başarıyoruz bilemiyorum ama bir şekilde her yaptığım, yaptığımız işte iddialıyız aslında. Kendi içime sinmeden, işi başkasına okutmam bile. Roman benim için yeni bir alan, bir meydan okuma. Aslında biraz tepkilere bakarak karar vereceğim ikinci kitap için. “Olmamış” hissi alırsam okuyucudan bir daha bu yola girmem sanki. Zaten parası da azmış. :)