İstatistik analize göre klasiklerin matematiği... İngiltere'de kapanma riski altında olan kütüphaneler için başlatılan kampanya... Amazon Sitesi Edebiyatın Darth Vader'ı mı?.. Edebiyatta vampirlerin başlangıçtan bugüne geldiği nokta... Faulkner’ın jeneratör gürültüsünden doğan başyapıtı… Renkli bir dünya edebiyatı gezintisi sayfalarımızda…
Klasiklerin Matematiği Var
Polonya Nükleer Fizik Enstitüsü, bu kez edebiyat çalıştı ve yüzü aşkın klasiği inceledi. Elde edilen sonuçsa sıkı okurları şaşırtmayacak: Klasiklerin bir matematiği var, en matematiksel olanı da Joyce'un başyapıtı Finnegan'ların Uyanışı...
Önce nasıl bir matematikten söz ediyoruz, onu anlayalım. Dickens'tan Shakespeare'e, Dumas, Mann, Eco ve Beckett'inkiler de dahil ele alınan her bir kitap ayrıntılı bir istatistik analizine tabi tutuldu. Cümle uzunluklarına ve uzunlu kısalı cümlelerin sıralanışına bakıldı. Bir ortalama çıkarıldı. Bir anlamda cümle uzunluklarına göre ritimlerinin olup olmadığına bakıldı. Sonuçta birer fraktal yapıdan oluştukları görüldü. Buna göre aynı dokulardan oluşan bir yapı gibi her bir kısım bütünle ve diğerleriyle ilişkiliydi. En karmaşık ve kusursuz fraktal ise Finnegan'ların Uyanışı'ndaydı.
Kar taneleri ve galaksileri betimlemekte de kullanılan bu modelleme yöntemine göre bazı yapıtlar Henry James'in Büyükelçiler'i gibi tempolu bazıları da tersine sakindi. Bir kısmıysa daha karmaşık yapıları barındırıyordu. Bulgular James Joyce'un “Gerçekten dünyadaki en büyük mühendislerden biriyim, en büyüğü değilsem de,” cümlesini daha anlamlı kılıyor, tabii.
Çalışmada görev alan bilim insanları, yapıtların çoğunun böyle bir matematikle tanımlanabilecek kadar belirgin ritimler ortaya koyduğunu ancak en çarpıcı ritimlerin özellikle hipertekst niteliğindeki bilinç akışı tekniğiyle yazılanlarda yer aldığını da açıkladılar. Buna karşın Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'sinin ciltleri söz konusu matematiğe cevap vermiyordu. Enstitü adına açıklama yapan Prof. Drożdż'a göre bir önemli sonuç da, yazarların doğadaki fraktal matematiğini bilim insanlarından önce, sezgisel olarak keşfetmiş olduklarıydı.
The Guardian
“Şimdi Susarsak, Sonra Konuşacak Bir Şey Kalmayacak!”
İngiltere'de kütüphaneler kapanma riski altında. 6 Şubat'taki Ulusal Kütüphaneler Günü yaklaşırken yazarları ve okurları bu gerçek ortak bir kampanya başlatma fikrinde buluşturuyor. Hareketin öncüleri arasında bulunan çocuk kitapları yazarı Philip Ardagh durumu keskin bir açıklamayla tanımladı: “Konuşalım, sonra konuşacak bir şey olmayacak!” Polisiye yazarı Ann Cleeves, Ulusal Kütüphaneler Günü elçisi seçildi ve herkese gidip yerel kütüphaneye üye olmaları çağrısında bulundu: “Kütüphaneler sadece bizi daha hoşgörülü ve bilgili kılmaz, herkese eşit erişim hakkı ve bilgi sağlamakla demokrasiyi de aşılar.”
İngiltere'de yüzün üzerinde kütüphanenin kapanma aşamasına gelmesi üzerine geçen yıl yerel toplum örgütleri yazarlarla el ele vererek bu yılki Kütüphaneler Günü için etkinlikler hazırladılar. Bu kapsamda 6 Şubat'ı izleyen hafta boyunca ülkenin çeşitli kütüphanelerinde 400'ün üzerinde etkinlik düzenlenecek. 9 Şubat'ta da Parlamento'da bir toplantıya katılarak kütüphanelere destek isteyecekler.
The Guardian
Amazon Sitesi Edebiyatın Darth Vader'ı mı?
Washington'da bir araya gelen yayıncılar, avukatlar ve bürokratlar, Amazon sitesinin birtakım anti-tröst yasalarınca denetim altına alınmadığı takdirde piyasalardaki artan etkinliği ve tekel niteliğindeki nüfuz alanını tartıştılar. Toplantıya katılanların hemen hepsi siteyi “edebiyatın Darth Vader'ı” olarak nitelendiriyordu, kontrol altına alınmazsa edebiyatta bir “nükleer kış”ın başlamasına yol açacaktı.
Ekonomist Paul Krugman'a göre Amazon'un kitap perakendeciliğindeki pazar payı, neredeyse Rockefeller'in 1911'den önce Standard Oil şirketinin petrol piyasasındaki payına denk bir oranda. Hatırlanacağı üzere Yüksek Mahkeme yasadışı bir tekel olduğu gerekçesiyle Standard Oil'i 34 şirkete bölmüştü. ABD'nin bu en büyük internet kitap perakendecisi, internetteki matbu kitap satışlarının yüzde 75'ini, e-kitapların yüzde 75'ini, yeni kitap satışlarının yüzde 40'tan fazlasını, yazarın kendi basımı olan kitaplarınsa yüzde 85'ini elinde bulunduruyor. Kurum aynı zamanda Birleşmiş Yazarlar örgütünün de kurucusu.
İkinci büyük yayıncı yılda 15 bin çeşit kitap satarken, Amazon her yıl yelpazesine 500 bin kitap ekliyor, bu rakamsa Harvard Üniversitesi'nin kütüphanesininkine eşit neredeyse... Codex Grubu'nun elindeki verileriyse Amazon tekelleşmesinin ne kadar karşı konulamaz olduğunu bir başka açıdan ortaya koyuyor: 2010'da kitap satışlarının yüzde 72'si raf satışıydı. Bugünse bu oran yüzde 3'e düştü. Online satış, yani satış bölgesinde fiziksel olarak bulunmaması, şirketin farklı eyaletlerde ödemesi gereken satış vergisinden de kurtulmasını sağlıyor, rakamca 600 milyon doları buluyor bu verginin tutarı... Görüldüğü üzere belli ki çok kısa süre içinde ABD'de Amazon için bir fren çekilecek.
Ayrıca tabii Amazon’un saldırgan pazar egemenliği stratejisi, onu bazı durumlarda istismara da sürüklüyor. Örneğin Hachette'le anlaşmazlığa düştüğünde kurumun kitaplarını stoklarda bulundurmama, hatta çok yüksek indirimlerle satma ve tabii siparişleri bekletme gibi Hachette'i çok zor durumda bırakabilecek kirli oyunlara girmişti. Neyse ki Kasım 2014'te nihayet anlaştılar. Piyasada böyle bir tekelin oluşması sadece yayıncıları değil, şimdiden yazarları da etkiledi, gelirleri düştü.
www.insidesources.com
Edebiyatta Vampirler: Uzun ve Kanlı Bir Tarih
Vampirler edebiyata Avrupa halk edebiyatından dâhil oldular. 1700'lerin ortalarında Sırp köylerinde bir vampir paniği yayıldı. “Kurban”lar, geceleri yakın zamanda ölen akraba veya komşularının tasallutuna uğradıklarını ve bu ölülerin kendilerinden hayat soğurduğunu söylüyorlardı. Bunları söyleyenler de bir iki gün içinde ölüyorlardı.
Ürken köylüler “saldırgan” ölülerin mezarlarını açtıklarındaysa “vampir işaretleri”ni görüyorlardı: Ölümden sonra uzamaya devam eden saç ve tırnaklar, ağızda kan ve çürümeyen cesetler. Kitlesel panik şiirde kendini kısa sürede gösterdi. Heinrich August Ossenfelder'in 1748 tarihli şiiri “Vampir”, bu alandaki ilk örnek oldu. Masallar ve efsaneler İngiltere gazetelerine ulaşınca vampir edebiyatının temeli atıldı. İngiliz edebiyatındaki ilk vampir Robert Southey'nin “Muhrip Thalaba”da yer alır. Kahraman Thalaba, kısa süre önce ölen ve vampir olarak geri dönen karısı Oneiza'yla yüzleşir. Avrupa masallarında esas budur: Vampirlerin kurbanları genelde yakınlarıdır.
Edebiyatın bir sonraki etkileyici vampiri daha tanıdık bir kaynaktan geldi: Mary Shelley'nin Frankestein'ı. 1816'da Shelley ve kocası Percy Bysshe Shelley, Lord Byron ve kişisel doktoru John William Polidori ile birlikte Geneva Gölü kıyısında bir köşkte bir araya geldi. Aşırı yağmurlu bir yazdı, herkesi eve kapatmıştı. Bu sıkıcı boşlukta Byron herkesin birer hayalet öyküsü yazmasını önerdi. İşte bu “oyun” Frankenstein'ı doğurdu. Polidori ise Lord Byron'dan aldığı esinle Vampir'i yazdı. Bu novella bir pop-kültür fenomeni oldu, onlarca vampir öyküsü ve oyunu piyasaya yayıldı. Kraliçe Victoria'nın bile bu oyunlardan birine gittiği söylenir.
Elli yıl sonra, Sheridan Le Fanu 1872'de ilk ünlü kadın vampire hayat verdi: Carmilla. Carmilla, bir genç kadının bir şatoda bir vampire av olmasının öyküsüydü ve 25 yıl sonra yayımlanan Bram Stoker'ın Dracula’sı akademisyenlerin de dikkatini çekecek ölçüde Carmilla'yı hatırlatıyordu. Kont Dracula, 200'den fazla filmde görüldü.
1922 tarihli Alman korku filmi “Nosferatu” da Stoker'ın Drakula'sını zemin alıyordu. Bu filmdeki Kont Orlok'u güneş ışığı imha ediyordu. Edebiyattaki vampirlerin evrimi sürmeye devam etti. 1954 tarihli Ben Bir Efsaneyim'de ilk zombi ortaya çıktı.
Ancak vampirlere kalp veren ilk yazar Ann Rice oldu. Kan emici canavarlara bir arka plan öyküsü ekleyen Rice'in çoksatar vampirleri sadece sempatik değil aynı zamanda seksiydiler. Vampirle Görüşme, “türe hayat verme” payesine sahip oldu. Böylece güncel yetişkin fenomeni “Twilight”a erişildi.
Ölmeyen köylülerden tehlikeli aristokratlara oradan da kalp hırsızlarına uzanan bu uzun vampir hikâyeleri bitecek gibi de görünmüyor.
Tracy Mumford, http://www.mprnews.org/
Jeneratör Patırtısında Doğan Başyapıt
1929 sonbaharında henüz 32 yaşındaki William Faulkner ailesinin Mississippi Üniversitesi'nin kampüsündeki evinden ayrılmış, birkaç blok ötede kendine bir daire kiralamıştı. Yayımlanmış üç kitabı olmasına karşın bu işten pek para kazanamamıştı. The Saturday Evening Post gibi dergilerde öykülerinin yayımlanması gibi kârlı ulusal pazarlara da henüz ulaşamamıştı. Eşi Estelle ve iki üvey çocuğuyla ev geçindirecek hali yoktu. Elektrik santralında gece devriyesinde kömür taşıyıcı olarak çalışmaya başladı. Kendi tarif ettiği üzere işi kömürü kürekle el arabasına yükleyip kazana atılacağı noktaya getirmekti. Gece yarısı civarı kömür ihtiyacı azalıyor ve iş kolaylaşıyordu.
Dinlenmek olanağı sağlayan bu boşluklarda Faulkner “yeni bir romana başlayarak dinlenmeyi” seçti. El arabasını masa olarak kullandı. Gece 12 ile sabaha karşı 4 arası, dinamonun çalıştığı yerin bir duvar ötesinde, Döşeğimde Ölürken'in ilk taslağı sadece altı haftada çıktı. Bu kitap, Ses ve Öfke ile birlikte Faulkner'ı modernist romanın ustaları arasında sokacaktı. Bu kitap yoksulluğun vahametini merkeze aldığı ilk yapıtı oldu. Önceki romanlarında savaş gazilerini, ukala entelektüelleri, profesyonelleri ve çiftlik sahibi elitleri anlatmıştı.
Ancak bu kitap başkaydı. Burada işçi sınıfı bir ailenin mücadelesi ardı. Metin ailenin yaşadığı sıkıntılarla 1929 krizinin bağlantılarını ortaya koyuyor, bir kriz anlatısı teşkil ediyordu. Ancak kriz ve acılar Faulkner'ın bu kitaptaki modernite ile ilişkisini açıklamaya yetmez. İşin içinde bir de dinamo var. Sonuçta romanın hazırlanışında fon müziğini santral “sağlamıştı”. Faulkner'ın tarif ettiği üzere dinamo “derin, sürekli uğuldayan bir gürültüyle” çalışıyordu.
Yoksa Faulkner'ın kitaba yüklediği yaratıcı enerjinin kaynağı bu dinamo gürültüsü müydü? Güneyli taşralıların dillerini yansıtan parlak diyaloglarının, iç dünyalarının tuhaf lığı ve şiirselliğiyle harmanlamasını bu gürültü mü sağlamıştı?
Yarım yüzyıl önce Henry Adams, dinamo ve türevlerinden modernite amblemleri oldukları gerekçesiyle kaçınırken, Faulkner bunları hem kucakladı, hem de özümsedi. El yazmalarını hızla daktiloya çekti.
Sonuç cüretkârlıktı, ileri görüşlülüktü, pervasızca deneysellikti ve edebi tabirle son derece dinamik bir metindi ortaya çıkan. Kısa süre içinde Faulkner'ın da anladığı üzere roman tam bir yetenek şöleniydi. Kudreti kurgusundaki manzara ve koşullardan da ileri gelmiyordu, asıl gücünü sanayi modernleşmenin açtığı iktidar alanından alıyordu.
Jay Watson, http://theconversation.com/