Lens bazlı üretim yapan sanatçıların kaleme aldığı metinlerden oluşan ve 60’tan geriye sayacak şekilde numaralandırılarak, 10 yılın sonunda bir milat yaratmayı amaçlayan Axolotl’u kurucularından yönetmen Kaan Müjdeci ile konuştuk.
Bu yılın başında yayıncılık dünyasına yeni bir bakış açısı getiren, üretimlerini bir merceğin ardında üreten sanatçıların yazılarıyla bizi tanıştıran yeni bir yayın ortaya çıktı: Axolotl. Bu yayın, ilk uzun metraj filmi Sivas ile tanıdığımız ve ikinci uzun metrajı İguana Tokyo’yu merakla beklediğimiz yönetmen Kaan Müjdeci ve İstanbul Deneysel Film Festivali’nin kurucu yönetmeni Yavuz Gözeller’in çabalarıyla ortaya çıktı. Axolotl’un hikâyesini, okura sunduklarını, içeriğinin yaratım sürecini ve okurla kuracağı bağı Kaan Müjdeci’den dinledik.
Bundan 10 yıl sonra bir milat yaratmayı amaçlayan ve 60’ıncı sayısıyla geriye doğru sayarak yayın hayatına başlayan Axolotl’un ortaya çıkma safhaları nasıl oldu, beslendiği fikri sizden dinleyebilir miyiz?
Fikri okuduğum biyografi kitaplarından aldığım ilham doğurdu diyebilirim. Çünkü tüm o yaşamlarda şunu görüyorum: Biri, bir yere gitmiş. Orada biri ile karşılaşmış, tanışmış, ortaklaşmış. Bunun sonucunda ortaya yepyeni bir üretim, yepyeni bir akım, yepyeni bir fikir çıkmış. Birbirlerini beslemişler, yenilemişler. Ne yazık ki Türkiye’deyse, birbirimizle karşılaşabileceğimiz ve ortaklaşabileceğimiz mecralar yetersiz. Eserlerimizi, ister yazın olsun ister görsel ancak sona erdikten sonra birbirimize gösterme fırsatımız oluyor. Bu da belli bir noktadan sonra bizi kendi zihinlerimize hapseden, tekrara düştüğümüz bir dünyaya itekliyor. Bunun önüne nasıl geçebiliriz, ne yapabiliriz diye düşündüğüm bir zamandaysa Yavuz Gözeller’in kimi yazılarını okuyordum. Oysa hiçbir yerde yayımlanmamış, yayımlamamış. Kendine yazıyor. Tanıdığım görsel sanatlar ile ilgilenen hemen hemen herkes kendine yazıyor. Oysa hepsi de çok iyi yazılar. Fakat nerede bunlar? Ulaşmak için illa bir günü birlikte mi geçirmeliyiz? İlla tesadüfler hâlinde bir kafede, barda, kokteylde tanışmamız mı gerekir? Birbirimizi besleyebileceğimiz ve birlikte yaratabileceğimiz tarafsız bir yeri yaratmak nasıl mümkün olabilir, bunu sorguluyordum. Bu düşünceleri Yavuz’la da paylaşınca bir mecmua fikri doğdu. Çünkü sanat yapmanın temelinde öz olarak bana göre kendini yenilemek arzusu var. Bunu ise ancak paylaşarak, paylaşımın mümkün olduğu mecralar yaratarak sağlayabiliriz. Yazı ise tüm bunların temelinde yer alan asli öz. Bizim asıl olarak paylaşmamız gereken öz. Axolotl’u da bu anlamda kendimizi yenileyebileceğimiz bir mecra olması düşüncesiyle hayata geçirdik.
“Derleme kitapçık” olarak tanımlanan Axolotl’un 10 sene sonra yayın hayatına veda edeceğini biliyoruz. Aslında 10 sene, kültürel içerik yapan bir yayın için, özellikle Türkiye’de oldukça iddialı bir süre. Bir yandan da bir sonun altını çiziyor. Neden bir ömür biçildi Axolotl için? Bu 10 yıl içinde yayın hayatını sürdürmesi nasıl sağlanacak, bir yol haritası var mı yoksa tamamen yolda mı çizilecek?
Genel anlamda bir işe başlarken ona dair gelecek tahayyülleriniz olur. Kaç yıl devam edebilir? Nerelere gidebilir? Sonucu ne olur? Tüm bunlar ise bir belirsizliğe, işinizin devam edip etmeyeceğine yönelik bir güvensizliğe neden olur. “Bir bakalım, devam etsin öyle görelim”cilik ortaya çıkar. Bunun yerine, en başından nereye gideceğini söylemeyi daha doğru buluyorum ben. Niyetini açık etmenin bir karşılığı var. Türkiye’de, Axolotl adında bir mecmua 10 yıl boyunca yayımlanacak. Daha fazla değil. 11 yıl değil mesela. Ve bu 10 yıllık sürecin sonunda, ortaya sadece bir külliyat değil; aynı zamanda Türkiye sinemasına birçok genç kişinin katılmasını sağlamış olacak. Şimdiden bunu öngörerek hareket etmek, hedeflemek, adı konmamış bir tüzük gibi, amacınıza uygun hareket etmenizi sağlar. O nedenle kervan yolda düzülür gibi değil. Yola dolu çıkmış bir kervanın varacağı son noktaya neleri taşıyacağı üzerine bir serüven bu.
Aslında bu geriye sayım bir tür baskı da yaratıyor mu sizde? Elinizde geriye kalan yayın sayısı belli nihayetinde. Üretim için teşvik eden bir durum olarak değerlendirebilir miyiz bunu?
Baskı değil aksine bir heyecan yaratıyor. Bugün 59. sayısı çıktı ve şimdiden hangi ara 59’a geldi diye hissediyorum ve aynı şekilde 1. sayısına geldiğinde de hangi ara birinci sayısına geldi diye hissedeceğimden eminim. Zamanın akışını bu şekilde duymanın apayrı bir hazzı var. Ve pek tabii, sizin de söylediğiniz gibi bu durum, üretiminizin devamlılığını ve çeşitliliğini görmek noktasında ayrı bir bakış açısını sunuyor. Sınırlı sayınız varken, misal, tekrara düşmek istemiyorsunuz. Heyecanınızı korumak için yeni deneyimlerin mümkünlüğünü arıyorsunuz.
Axolotl’un bu sayısında ve diğer sayılarında da yer alacak yazıların sadece lens bazlı medyayla üretim yapan sanatçılar tarafından üretileceği konusunda bir kararı var. Bunun sebebi nedir? Lens bazlı üretim yapan sanatçılar kimlerdir? Bu bağlamda derginin okura sunduğu misyon nedir?
Eline kamera alan veya düşüncesinde kamerayı gözeterek üretim yapan herkes. Yönetmen, fotoğrafçı, video-artist, senarist, bu bağlamda aklınıza ne gelirse. Çünkü her şeyden önce ben bir yönetmenim. Bir yazar olmak gibi bir iddiamsa yok. Bu gecesini gündüzünü katarak edebi bir metin ortaya koyan tüm yazarlara hakaret olur. Fakat bununla birlikte bir yönetmen olarak en çok yaptığım şey yazmaktır. Senaryo fikirleri, hikâyeler, görüntüye dair denemeler. Bunların her biri, günün sonunda ortaya çıkan filmimin özünü taşır. Oradan başlarım. Sadece ben de değil, lens bazlı çalışan hemen hemen herkes, ilk önce eline kalemi alır ve ister kuramsal, ister kurgusal yapacağı işi tasarlar. Bu bağlamda Axolotl, bir edebiyat dergisinden ziyade bu tasarımlara, bu öykülere, denemelere yer veren, sinemamıza, görsel üretim kültürümüze katılabilecek yeni eserlere gebe olabilen bir özellik taşıyor.
Sayılarda yer alacak sanatçıların seçimi, içeriklere nasıl karar veriliyor peki? Bir açık çağrı söz konusu mu? Axolotl’un spesifik yazar kitlesiyle hedeflediği ortak bir dil var mı?
Başlangıç aşamasında olduğu için şu ana dek yazarlara telefonumuza davranarak ulaştık ama elbette bir mail adresimiz, sosyal medya hesaplarımız mevcut. Buralardan isteyen kişi bize ulaşarak yazılarını gönderebilir, ki uzun vadede arzu ettiğimiz de bu. Sadece kendi çevrelerimizle sınırlandırırsak iddiasında bulunduğumuz yenilenmeyi de gerçekleştiremeyiz. O nedenle, ortak bir dilden bahsetmek mümkün değil. Etik bir değerlendirme söz konusu sadece. Misal, ırkçı, aşağılayıcı, seksist bir söyleme yer vermemek gibi.
Özellikle basılı bir dergide alışık olmadığımız bir düzen söz konusu içeriklerin basımında. Öykü olarak tanımlanan bu yazılarda öyküde biçimsel değişiklikler yapılmış. Belki öykü olarak tanımlamak da tam karşılamıyor. İçeriklerin yapılarını siz nasıl tanımlıyorsunuz? Yeni bir şeyler söylemek yeni biçimlere mi ihtiyaç duyar?
Axolotl’un yazarlarının lens bazlı medya üreticilerinden oluştuğunu söylemiştik. Bu noktada da öyleyse klasik bir dizgi yerine neden yazıları da sanki bir film kurgular gibi kurgulamayalım dedik. Çünkü hareketli görüntüyü takip etmek ile sayfa düzeninde peşi sıralığıyla akışkan bir yazını okumak birbirinden çok başka algılanımlara sahip. Bizim burada yapmaya çalıştığımız da, okuma deneyimini, görsel kültür birikimiyle sayfalar içerisinde kurgulamaya yönelik. Yoksa, yeni bir şey söylemek yeni biçimlere ihtiyaç duyar gibi bir iddia değil. Fakat biçimin kendisinin bir şey söylediği de muhakkak.
Axolotl bildiğimiz üzere hayatta kalmak için kendi organlarını yiyebilen bir bakıma “minnetsiz” bir canlı. Kolektif bir üretimi benimseyen dergi için bu ismi tercih etmenizdeki sebep nedir?
Kolektiviteden ziyade, Axolotl ismini tercih etmemizin nedeni daha önce de açıkladığım kendini yenileme düşüncesiydi. İsmi öneren de doğada kendi kendini yenileyebilen halihazırda böyle bir canlı zaten var diyerek Yavuz’du. Düşüncenizin, imge boyutunda dahi olsa bir canlı olarak karşınıza çıkıyor olması apayrı bir haz.
Bunun yanında eğer kolektiviteden bahsedeceksek, bana göre, kendisini tekrar kurmuş bireyler kolektif bir üretimin içerisinde yer alabilir. Buradaki tekrar kelimesi önemli. Çünkü, ilkin hiçbir zaman kim olduğunuzu bilmiyorsunuz. Size yakıştırılmış, ailenizden, çevrenizden, çocukluğunuzdan gelen imajlar var. Bunlardan sıyrıldıktan sonra bir birey oluyorsunuz, bir bireylik inşa ediyorsunuz. Bu noktada da kolektif, her bireyin, bireyliklerini de muhafaza ederek birlikte hareket ettikleri bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Sizin bu bağlamda, “minnetsiz” olarak gördüğünüzü ben “muhtaçlık ilişkisi kurmayan” olarak algılıyorum. Çünkü birine muhtaç olduğunuz düzlemde, onunla olan ilişkinizin samimiyetini de sorgulamaya başlarsınız. Onunla sadece o, o olduğu için mi, yoksa başka sebeplerden dolayı mı birliktesiniz bir sorgu hâlini alır. Buna karşılık, çare bulamadığında, hayatta kalmak için hiç kimsenin değil de kendinin organlarını yiyen bir Axolotl bana çok daha güven veriyor. Çok daha samimi geliyor. Belki sürekli gülümsüyor olması dahi bundandır. Çünkü her şeyden önce kendini biliyor. Hepimizin öncelikle bilmesi gerektiği gibi.
Axolotl’a bakış açımı değiştiren bir cevap oldu. :) Peki işin biraz temeline inersek merceği odağına alan sanatçıların yazıyla olan ilişkisini bir sinemacı olarak nasıl tanımlarsınız? Sizin için yazı görsel medya üretimlerinde nerede konumlanıyor?
Yazı ya da hikâye yazmayı, görsel medya üretiminin yapı taşlarından biri olarak görüyorum. Mesela bizim sinemamızın bütünlüğüne bakınca iki eğilim buluyorsunuz. İlki ana akım film üretimi. Diğeriyse, senaryosundan yönetmenliğine, zaman zaman kurgusuna bile varana dek bütünlüğüne bir tek kişinin hakim olduğu filmler. İkisi de Türkiye sineması için gerekli eğilimler. Ama bence üçüncü bir şeye daha ihtiyaç var, o da ortaklaşa yapılan projeler. Bu noktada senaryolar yönetmenler için daha da önem kazanmış oluyor. Mevcut senaryolara destek vermez, yeni senaryoların önünü açmazsak sinemamızdaki üretimi ve çeşitliliği artıramayız. Bu noktada süreli bir yayın olarak Axolotl, birçok genç sinemacıya görünürlük sağlayabilecek. Ama biz daha da ileri gidip bir de her yılın sonunda hak eden yazarları senaryolarını gerçekleştirebilmeleri için ödüllendirme kararı aldık. Sonuçta bir senaryo yazmak hatırı sayılır derecede emek istiyor. Bitirmesi bazen aylar bazen de yıllar sürebiliyor. Bunun da ekonomik bir karşılığının olması gerektiğini düşünüyoruz.
60’ıncı sayının “Takdim” bölümünde göçün temas alanının ve gücünün önemini yitirdiğini ve şu an koşulsuz ve kolay erişebilirliğin teması sıradanlaştırdığını ve bunun da yüzeyselliği arttırıp yenilenmenin önüne geçtiğini söylüyorsunuz. Göçün üretim açısından önemi nedir sizce? Bugün bilginin ve erişebilirliğin sınırlarının kalkmasının yüzeyselliği tetiklediğini düşündüren ne oldu?
Heidegger, “sadece görmek için bir yere gitmek, orayı ötekileştirmektir,” diyordu. Şu an, eğer bir afet veya savaş sonucu değilse, pek çoğumuzun yaptığı da bu. Görmek için, bir diğer deyişle tüketmek için, daim olan bir turistlik hâli. Bu ise bana göre kişiler arası yaşamda ortaklaşma adına olan birlikteliklerin önüne geçiyor. Çünkü bir yere gittiğinizde, eğer turistseniz döneceğiniz bir yer vardır. Bir başka yere aitsinizdir. Orada ne kadar kaldığınızın bir anlamı yoktur. İster iki yıl, ister iki gün. Turist olmanın algısıdır bu. Oysa göç edenin başka bir yeri yoktur. Olduğu yer neresiyse, oradadır artık. Orada olma hâli, yaşamının orada olduğu anlamına gelir. Yaşamının oradalığı ise, paylaşıma açıklığını, birlikte inşa etmeye gerekliliği doğurur. Japon turistin fotoğraf karesinden ibaret kalmaz. Nefes alır. Bununla birlikte bilginin erişebilirliğinin artması ve sizin bir bilgiyi ne denli işlediğiniz birbirinden ayrı şeyler. Erişebilirliğin artmasıyla yüzeyselliğin paralel ilerlediğini düşünmüyorum. Popülasyon artmış olduğu için yüzeysellik daha bir görünür, karşılığı niceliksel anlamda daha bir belirgin olmuş olabilir. Bunun temelinde, bilgiye erişebileceğiniz sitelerin artması değil, bireylerin sanki birer bilgi üretiyormuşçasına paylaşımda bulundukları yanılsamasını yaratan sosyal medya siteleri var. İkisini birbirinden ayırabilmek gerek. Yoksa ne güzel ki, bilgiye dilediğimizce erişebiliyoruz. Ortaçağ Avrupa’sında yaşamıyoruz. Değil mi?
Henüz sondan iki sayısı yayımlanan Axolotl’un okurlardan aldığı dönüşler nasıl oldu? Okurla ilişkisi açısından Axolotl şu an ne durumda? Bu yayına erişmek okur açısından nasıl mümkün oluyor?
Böyle birinin olduğunu bilmiyordum, diyen de var; onun yazıları olduğunu bilmiyordum diyeni de. Sanıyorum bir kafa karışıklığı, bir şaşkınlık doğuruyor Axolotl okuyucusunda- ki bu çok güzel bir şey bence. Çünkü ancak kafanız karıştığında yeni bir düşünce keşfedersiniz ve yine ancak yeni bir şey yapmış olduğunuzda insanların kafasını karıştırıyorsunuzdur.
Bunun yanında okurlarımız ve yayına ulaşmak isteyenler Axolotl’u Beyoğlu’nda Robinson Crusoe, Pandora, 22; Beşiktaş’ta Minoa ve Kadıköy’de AltıKırkBeş’ten ücretsiz olarak edinebilir; arkasında bulunan IBAN numarası üzerinden dilerlerse, dilediklerince değer biçerek yaşamasını sağlayabilirler. Keza son olarak her zaman maille veya sosyal medya hesaplarından ulaşarak Axolotl’u da talep edebilirler.