Bir yılı aşkın süredir devam eden Doğan Kitap’la gerçekleştirdiğimiz ‘Odak Yazar Söyleşileri’nde 2017’nin son konuğu Deniz Türkali oldu. Biz de söyleşinin notlarını okurlarımız için tuttuk. İyi okumalar...
Yılın son ‘Odak Yazar Söyleşileri’nde okurlarıyla buluşan Deniz Türkali’yle yemeklerle başlayan anılarla zenginleşen bir sohbete konuk olduk. Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan Hayatımın Yemekleri ve Türkali’nin Murat Çelikkan’la dört yıl boyunca süren görüşmelerinin sonucunda ortaya çıkan Daha Dans Edicem çevresinde anılarla dolu bu buluşmayı sizlerle paylaşıyoruz.
İlk sorumuz Hayatımın Yemekleri isimli kitabının ortaya çıkışıyla ilgili oldu. Deniz Türkali, “Torunum Ceren’le daha doğrusu ev arkadaşımla J Burçin Atılgan’ın yemek programına katıldık. Burçin bana “Neden bir kitap yazmıyorsunuz?” diye sordu. Ben de “Eğer bu kitabı yazarsam sana ithaf edeceğim” dedim. Zaman geçti, ben biraz tembellik yaptım; çünkü yazı yazmak çok eğlenceli ama bir o kadar da sancılı bir iş. İpek Bilgin, “Ben yanında duruyorum, hangi yemekleri önce yazacağız?” falan derken bana o kadar destek oldu ki sonuç olarak böyle bir kitap ortaya çıktı.” Bu noktada Türkali’den bir diğer baskıda yeni tariflerin de ekleneceği bilgisini aldık. Çünkü “Anlatılacak çok hikâye, yapılacak çok yemek var.”
Konuklardan biri Türkali’nin anılarından, bir yemek davetinde yemeklerinin hiç beğenilmediği anısını hatırlatıp olayın nasıl olduğunu sordu. Türkali şöyle anlattı:
“Şu an menüyü tam hatırlamıyorum. Yemeklerin her şeyi yerindeydi ama lezzetsizdi. Herkes nezaketen ellerine sağlık dedi ama ben hayatımda bu kadar lezzetsiz yemeği bir arada görmemiştim. Masada ne olduğunu tam hatırlamıyorum ama şunu hatırlıyorum, yardımcımın yaptığı acılı ve sarımsaklı bir pazı vardı, bir tek o güzeldi onu da ben yapmamıştım zaten. Çok özendim ama ne eksikti, deseniz lezzeti eksikti derim. Böyle bir şey de hayatımda bir kere başıma geldi.”
Bir diğer anlatılan anı da pazarda kaybolan araba anahtarı. Oldukça talihsiz ama bir o kadar eğlenceli biten bir sona sahip bu da:
“Geçtiğimiz kış değil, ondan önceki kış Meltem’le organik pazara gittik. Ceren de yanımızda. Arıyorum, arıyorum arabanın anahtarı yok. Bir de yağmur başladı mı sırılsıklam olduk. Aklımı kaçıracağım yok, yok, yok. Sürekli neyin yanına gittik diye düşünüyoruz. Bütün pazar seferber oldu, yok. Arabam da kiralık. Aradığım kişi de Ankara yolunda mı ne, anahtar ofiste, ofis şeytanın bakır yumurtladığı bir yerde, alacak olan arkadaş başka bir yerde ki o arkadaş önce karısıyla kızını alıp bir yere götürecek. Benim arabam Bomonti’de ben de Cihangir’de oturuyorum. Yapacak bir şey yok ve ben tabii ki taksi bulamıyorum. Elimde pazar poşetleri neyse en sonunda kendimi eve attım. Paketleri açarken bir baktım semizotunun yanında. Bayağı kâbus yani.”
Yemek yapmaya olan ilgisini, bundan aldığı keyfi anlatması istendiğinde, şunları anlattı bizlere: “Tek başıma olsam da yemeğime özenirim. En sevdiğimse arkadaşlarıma yemek yapmak. Mesela Ece Aksoy’da da vardır ki o çok büyük bir usta, yemek yapıp getirdiği zaman şöyle bir bakar “sevdin mi, sevmedin mi?” diye. Ben de öyle misafirimin önüne yemeği koyduğumda bakarım yüzüne. O çok hoşuma giden bir şeydir.” Konuşmanın seyrinde Jamaika usulü tavuk tarifindeki bira miktarı üzerine bir sohbet başladı. Tane karabiberleri sakın unutmayın! J Ve ufak bir tavsiye: Mangolu yeşil salatayı deneyin.
Daha Dans Edicem’den konuşulmaya başlandığında okurlardan biri Türkali’nin özenilecek güzellikte bir çevrede yaşadığını ve kişisel özelliklerinin hayranlık uyandırdığını söyledi. Bu noktada çok hoşuna giden, Türkali’nin İngiltere’de aradığı Michael’ın hikâyesini anlatmasını istedi: “İşin enteresan tarafı ben Michael’ı buldum İngiltere’de. Çocuğa da beni bir daha arama dedim ardından gittim buldum.”
Türkali’nin kendisine yöneltilen “Daha Dans Edicem, nasıl ortaya çıktı?” sorusuna cevabı: “Murat’ın kitapta da yazdığı gibi, bir gün yine bir şeyler anlatıyoruz birbirimize. Murat’ın eşi Meltem, “Siz bunları neden kitaba dönüştürmüyorsunuz?” dedi. Şöyle bir şey var, insanın kendi hayatı kendine ilginç gelmiyor. Oysa ki hayattaki her bir hayat diğerlerine göre çok ilginç. Benzer hayatları yaşasanız bile dinamikleri farklı, bakış açınız farklı; şu anı siz başka, ben başka anlatırım. Dolayısıyla herkesin bir kitabı olsa keşke. Ben işte öyle dediğimde herkes dalga geçti, “Seninki de ilginç değilse kiminki ilginç?” diye. Sonra Murat, “Ne dersin yapalım mı?” dedi ki önceden de gelmişti yaz, basalım diye. O zaman ben daha çok erken, yaşanacak çok şey var, daha dans edicem :) diyordum. Bu kitapta da her şeyi anlatmadım, zaten 350 sayfa. Neyse hep ara vererek devam ettik, çeşitli şeyler yaşandı ve dört senenin sonunda çıktı bu nehir sohbet. Hiç sansür yok kitapta. Murat’la birbirimize ikizim deriz. Çok çok yakınım, onun da rahatlığı var.”
Türkali’nin yeni bir kitapla ilgili bir çalışması olduğunu ve bu çalışmanın başlığının da “hayatımın erkekleri” olduğunu öğrendik. Bunun bir dedikodu kitabı değil, erkek dünyasında var olma hikâyesi olduğunu söyledi. Bunun üzerine bir roman mı yoksa anı kitabı mı? olacağı merak konusu oldu. Bu sorunun cevabını zamanı geldiğinde öğreneceğiz.
“Yazmak çok zevkli ama zor.” (D.T)
Konu tiyatroya geldi. Eski oyunlarından, gelecek projelerden ve yeni tiyatro gruplarından bahsedildi: “Geçtiğimiz yıl hem Dot’ta oynadım hem de İkincikat’ın oyunu olan Fü’de Serra Yılmaz’la oynadım. Şimdi de tek başıma oyun-performans arası bir şey hazırlıyorum. Bir de seneye bıraktığımız bir projemiz var: Bebek Jane’e Ne Oldu?. Onu da Aliye Uzunatağan’la oynayacağız. Ayşenil Şamlıoğlu sahneye koyacak. Yeni tiyatro gruplarını da her zaman destekliyorum; çünkü çok önemli olduklarını düşünüyorum. Bir sürü çok iyi oyuncu, yönetmen, oyun yazarı var. Türkiye’de tiyatro bence altın çağlarından birini yaşıyor.”
Ve şöyle devam etti: “Çok güzel bir genç tiyatrocu kuşağı var. Dizileri sevmiyoruz ama şöyle bir faydası oldu, önce güzel kızlar, güzel erkeklerden gidiliyordu yan kadro hep iyi oyunculardan oluşuyordu. Gençler şunu gördü: oyuncular güzelliğe çirkinliğe değil oyuncu olmaya takarlarsa gelecek var. Dolayısıyla birdenbire iyi bir genç oyuncu kadrosu ortaya çıktı. Biz de, bir önceki kuşaklar, onları görüp kendimizi yenilemeye başladık. Karşılıklı etkileşim çok iyi oldu.”
Tiyatrodan bahsetmişken sinemadan konuşmasak olmazdı. Türkali söze şöyle başladı: “Benim bu sinemayla derdim nedir bilmiyorum? :) Çok heyecan verici buluyorum özellikle genç sinemacıların ürettikleri şeyleri. Onun dışında diğer üretilen komediler benim tarzım değil. Cem Yılmaz’ın kendine özgü bir tarzı var mesela. Filmleri de kendi tarzı içinde çok başarılı. Beni hep gençlik heyecanlandırıyor.”
Meriç Mekik şu konuları açtı: “Bu yıl kitap fuarında izdiham oldu, kitaplara ilgi arttı, müzik aynı şekilde, konser salonları doluyor, oyunlara bilet bulunmuyor, sinema salonları aynı şekilde... Galiba ülkenin gündemi o kadar yoğun ki bir noktada herkes çok sıkıldı, kendini edebiyata, sanata attı, umut orada çünkü.” Türkali bu yargılara katılarak şunları ekledi: “Baskının olduğu her yerde sanat, kültür sıçrama yaşar; çünkü baskı insanları daha çok sanat yönüne yöneltiyor. Söylemek istediğini ifade etmek için sanat bir araç oluyor. Çalkantı, baskı zorluğu arttırıyor ve üretimi körüklüyor. İç ve dış dünyayı ifade ederken nasıl bir dil kullanacağın önemli. Söylemek istediğini söyleme yolu ararken sanat giriyor araya. Sinemada nasıl, tiyatroda nasıl anlatacaksın, bunları arıyorsun. Mesela Cem Mansur, her konserinden önce küçük konuşmalar yapar. O konuşmalardan birinde şunu anlatmıştı: İtalya, Rönesans’ı yaşamış, din savaşları, bağımsızlık savaşları, iç savaşlar yaşamış... En büyük ressamlar, müzisyenler, yazarlar vs. hep İtalya’dan fışkırmış. İsviçre’de ise hiçbir şey olmamış, hep sakin bir ülke. Onlar da ürete ürete guguklu saati üretmiş. Yani hareket her zaman işe yarıyor.”
Okurlardan biri konuyu İstanbul Kırmızısı’na getirdi ve düşüncelerini merak etti. Türkali filmle ilgili şunları söyledi: “O başka bir düş, her yönetmenin kendisi için bir iş yapma özgürlüğü vardır. Ferzan’ın bu filmden sonra çektiği Napoli Velata’yı herkes göklere çıkartıyor, çok merak ediyorum. Ferzan, İstanbul Kırmızısı’nı kendine çekmiş, o kadar hakkı var onun da.”
Okurlardan biri konuyu İstanbul Kırmızısı’na getirdi ve düşüncelerini merak etti. Türkali filmle ilgili şunları söyledi: “O başka bir düş, her yönetmenin kendisi için bir iş yapma özgürlüğü vardır. Ferzan’ın bu filmden sonra çektiği Napoli Velata’yı herkes göklere çıkartıyor, çok merak ediyorum. Ferzan, İstanbul Kırmızısı’nı kendine çekmiş, o kadar hakkı var onun da. İstanbul Kırmızısı benim de Ferzan’ın en sevdiğim filmleri arasında yer almıyor ama dediğim gibi bazı yönetmenlerin kendi için bir iş yapma hakkı vardır, o da bu hakkını kullanmış. Filmde bir sürü şahane oyuncu var. Çiğdem mesela benim konservatuarda hayran olduğum biriydi.”
Deniz Türkali’nin ilgi çeken hayatından bir noktayı da anlatması isteniyor: Ernesto Casalini ile yaptığı evliliği ve İtalya’daki hayatı.
“Ernesto’yu en son 2000’de gördüm. İtalya’da da Milano’da yaşadım ama Casali’ni ailesi bütün İtalya’ya yayılmış olduğu için, kayınvalidem ve iki kardeşi Roma’da, bir diğeri Napoli’deydi, bir diğeri ise Palermo’daydı. Bu sebeple biz genelde geziyorduk. İtalya gerçekten mucizevi bir ülke. İtalyanlar tutucu oldukları için kayınvalidem yaptığım yemekleri yemezdi ama lokantaya gittiğimizde de öyleydi. Ama önümde yaptığı için yemekleri tariflerini öğreniyordum :)”
İtalya’dan kalkıp Cihangir’e geliyor muhabbet ve dönüşümün yoğun yaşandığı İstanbul’da şu anki Cihangir ile ilgili fikrini soruyor okurlar. Türkali, “79’dan beri Cihangir’deyim. Ben Cihangir’i çok seviyorum. Bütün arkadaşlarım orada. Eski ruhundan neyi kastettiğiniz önemli. Biz geldiğimizde hiçbir şey yoktu. Zamanla kafeler, restoranlar açıldı. Biz Leyla’yı açtığımızda o kadar ünlü oldu ki emlakçılar tarifi “Leyla’ya 50 metre” gibi tanımlarla yapar oldu. Ama artık yok. Meydanda oturan arkadaşlarımın sorunu gürültü. Doğru değil yerleşim merkezinde bunların olması.”
Konu elbette edebiyat ve siyasi tarih açısından Türkiye için önemli isimlerden biri olan Vedat Türkali’ye geliyor. Deniz Türkali’nden ebeveyn olarak Vedat Türkali’den ve kendisine ebeveyn olarak etkilerinden bahsetmesi istendi.
“Sancılı, acılı, keyifli, çok mutlu, çok mutsuz böyle bir şey. Muhtemelen kızım da benim için aynı şeyleri söyleyecektir. Zeynep’le aramızda her zaman büyük bir aşk, onun bana duyduğu büyük bir öfke vardı. Hem kendim için hem de kendi ebeveynlerim için söylüyorum, ebeveyn olmak zor. Biz hepimiz katilleriz aslında evet biraz sert bir laf oluyor ama biz kendimizden sonrakilerin kendi perspektifimizden bir şeyler olsunlar istiyoruz. Bu tabii ki çok iyi niyetli ve değerli ama bu formasyonun çocuklara iyi gelip gelmeyeceği konusunda bir fikrimiz yok. Dolayısıyla çocuk sahibi olmak da tehlikeli ve zor, çocuk olmak da aynı derecede tehlikeli ve zor bence. Karşılıklı aşktan, sevgiden yana bir sorunumuz yok. Ben kendime bir iktidar kurulmasından nefret ettiğim için Zeynep’i çok fazla özgür bıraktım. Sonra gördüm ki büyük bir hata; çünkü onun buna ihtiyacı varmış. Bunun ölçüsü de sana, döneme, duruma, çevreye göre değişen bir şey.”
Bu noktada katılımcıların kadın ve çocuklu olmaları nedeniyle aralarında çocuk yetiştirmek ve çevresel faktörlerin etkileri konularında paylaşımları oldu. Türkali 60’ların ve şimdinin Londra’sından örnekler verdi:
“Ben bilgisayarın yalnızlığa ittiği inancına katılmıyorum. 68’lerde Londra’daydım hatta Michael’la trende tanıştık. Bir sürü insanla yolda tanıştık. Geçen yıl gittiğimde herkesin elinde bilgisayar ya da telefon var, önüne bakıyordu. Bu da mesela başka bir sosyalleşme. Buradan değil de oradan sosyalleşiyor. Ne olduğunu bilmiyorsun, diyorlar tamam ama o zaman da bilmiyordun. Zaman içinde tanırsın. Değişen bir dünya var bunu kabul etmek lazım. İyisi de var kötüsü de. Bize şimdi olumsuz yanı daha çok gibi görünüyor, inşallah yanılıyoruzdur. Benim bütün bu konuşmalar içinde en çok canımı yakan doğanın yok olması. Dünya üzerinde bir kavgadır gidiyor ama üzerinde kavga edecek bir dünya kalmıyor. Sona doğru gidiliyor ama gidinceye kadar tadını çıkarın bence, başka çare yok :)"
Kişisel gelişim konusuna dair konu açıldığında Türkali konuyla ilgili şunları söyledi: “Kişisel gelişim kitaplarının birine bak, bir bilmediğin bir şey yok, iki hepsi birbirinin aynı ve laf salatası. Kendini tanı, içine yolculuk et vs. İçine yolculuk herkes zaten ediyor. Kendiyle hesaplaşmayan insan olamaz. Bütün hikâye doğru hesaplaşabiliyor musun? Bunların hepsi görece kavramlar.50’li yıllarda Dale Carnegie isimli bir yazar vardı onun kitapları son derece kötü, son derece yanlış, son derece kapitalist düzenin insanlarını yetiştirmeye yönelik kitaplardı. Bunlar da onun bir başka türlüsü. Bunlar bireyci olmaya yöneltiyor, birey olmaya değil. Bu çok tehlikeli ve kötü bir şey. Dayanışma duygunu kaybedersin. Kendini olduğun gibi kabul et! Niye edeyim, deli miyim? Kendimi ileri atacaksam, yakınlarımı ileri taşıyacaksam eleştireceğim tabii ki. İlişki böyle olur. Kendini olduğun gibi kabul et, al başına belayı. Hırsızım aman ne güzelim diye sev kendini. Olur mu?”
Deniz Türkali’yle Kalamış Havasu Kafe’de okurlarla birlikte anılardan yemeklere, edebiyattan sinemaya, aileden değişen dünyaya varana kadar pek çok konu hakkında konuştuğumuz, yüzümüzün çokça güldüğü keyifli bir buluşma oldu.