16 KASIM, ÇARŞAMBA, 2016

“Artık Arabalar İçin Değil, İnsanlar İçin Bir Köprü Kurmak Lazım”

Çektiği vicdan azabının da etkisiyle birçok yazarın değinmekten çekindiği konulara değinen ve mültecilerin ne konuştuklarını değil, ne hissettiklerini anlamak için çıktığı yolculuklar sonucunda Sürgün’ü kaleme alan Aytuğ Akdoğan ile yeni romanını konuştuk…

“Artık Arabalar İçin Değil, İnsanlar İçin Bir Köprü Kurmak Lazım”

Beşinci kitabın Sürgün yeni çıktı. Umarım kaderi güzel olur; ancak Sürgün’e gelmeden önce son birkaç yıldaki çalışmalarından da konuşalım istiyorum. İçinde birçok görme engelli yazarın da olduğu bir oyun atölyesi kuruldu. Onlar oyunlarını yazdılar ve birçok ünlü oyuncu bu oyunları sahneledi. Ardından bu oyunları Görmesen de Olur isminde bir kitapta topladınız. Bu süreçte neler yaşadığından bahseder misin biraz?

İyi bir “öğretmen” olmadığımı fark ettim. Ben profesyonel biri değilim, duygusal bir insanım. Bu süreçte yazarlar ve diğer eğitmenler benden daha iyi iş çıkardılar. Görmesem de Olur projesi başarıya ulaşmışsa onlar sayesindedir.

Yaklaşık beş ay süresince Anıl Nişancalı ile Ali Ata Bak adlı kitap programını hazırladınız ve 15. bölümle veda ettiniz. Programda aldığınız konuklar ve yaptığınız eleştiriler çok güzeldi, ancak uzun sürmedi. Kültür-Sanat programı yapmanın ne gibi zorlukları var?

Ali Ata Bak, Türkiye’deki ilk absürt edebiyat programıydı ve onu yazıp sunmaktan çok büyük keyif aldım. Hala eski bölümlerin izlenip paylaşılmasından mutluluk duyuyorum. Ancak Türkiye’de kitap okuyanlar azınlıkta. Dolayısıyla kitaplar pek de cazip bir şey değil insanlar için. Bunu hem kendi programım hem de (kaldıysa) diğer kültür-sanat içerikli programlar adına söylüyorum: Tutunmak zor. Gene de tadında bırakmak güzeldi. Tutan kötü diziler gibi uzatacak olsaydık onu bu kadar sevmezdim.

Üniversitede sinema eğitimi aldın ve bitirme projesi olarak Makyaj isminde bir kısa film çektin. Önümüzdeki yıllarda yeni filmler çekecek misin?

Aslında uzun süredir yeni bir şeyler çekmeyi düşünmüyordum ki bu yaz başıma gelen bir şey beni yeniden harekete geçirdi. Bir akşam telefonum çaldı ve bir ses, “Nuri Bilge Ceylan bir proje için sizinle görüşmek istiyor” dedi. “Elbette” dedim, zaten ilkgençlik yıllarımdan beri hayranıydım. Ertesi sabah aldığım adrese gittiğimde kapıyı NBC açtı. Bana edebiyat düşkünü bir genç hakkındaki yeni filminden bahsederken arkasındaki Dostoyevski çizimi göz kırpıyordu. Tuhaftı. Kafka’dan, Rimbaud’dan, Tarkovski’den konuşuyorduk ve ben bu sırada ona olan hayranlığımı gizlemeye çalışıyordum. Çünkü yüzümde kendi ilkgençliğini görüp benden tiksinmesinden endişeleniyordum. Velhasıl yaşayan bu en büyük yönetmenle bir kere daha görüştükten sonra içimde yeniden sinema merakı belirdi. Bu sene mutlaka yeni bir film çekeceğim.

©Nazlı Erdemirel

Dikkat ettiğim kadarıyla özellikle son üç yılda yaşadıkların Sürgün’ü oldukça etkilemiş. Peki, bunlar arasından kitabı yazmanı direkt olarak tetikleyen hangi olay oldu?

Evet, son yıllarda bazı kötü deneyimlerim oldu. Ölümler, mahkemeler ve kendi içimde girdiğim bir vicdan hesaplaşması… Ancak bunların arasından bir seçim yapmayacağım; çünkü hepsinin yazmamda doğrudan etkisi olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, kitabın odak noktasında da bu üç temel mesele var.

Bir yol hikâyesi anlatıyorsun ancak hikâyen Beat Kuşağı hikâyelerinden farklı olarak gelişiyor. Anlatacaklarından dolayı mültecilerle çok fazla yolculuk yaptın. Uzun süre mültecilerin arasında bulundun. Gördüklerinden, yaşadıklarından bahseder misin biraz? En çok hangi konuda sıkıntı çektin?

Aslında Sürgün klasik bir yol romanı olarak başlamıştı, ancak mültecilerin canları pahasına kat ettiği yolları görünce, bu yol hikâyesini onlarla birleştirmek istedim. Ortadoğu, Afrika ve Doğu Avrupa’ya gidip mültecilerle ne kadar aynı yoldan gidebiliyorsam gitmeye çalıştım. Bu süreçte en çok sıkıntı çektiğim konu ise dil oldu. Sağır ve dilsiz gibiydim yanlarında. Sonradan bunun aslında en güzeli olduğunu fark ettim, çünkü önemli olan ne konuştuklarını değil, ne hissettiklerini anlayabilmemdi.

Savaşın olmadığı daha iyi bir yer mümkün mü sence? Kaçışlar son bulabilir mi?

Savaş hiçbir zaman bitmez. Tüm insanlık silahlarını gömse bile benim iç savaş olarak nitelendirdiğim bir vicdan muhasebesi de var ki o hiçbir zaman bitmez. Hadi işin varoluşçuluk kısmını vs. bir kenara bırakalım, mülteciler örneğin Almanya’da da dünyanın en mutlu insanları haline dönüşmüyor. Gittikleri ülkelerde de büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Bürokrasi bunlardan en sorunlusu.

Seçtiğin konu itibari ile politik mesajlar da veriyorsun. Aslında birçok ismin yazmaya çekindiği mülteci konusunu işlediğin için bu mesajlar çok doğal. Sürgün’ün yazım sürecinde çekinip çıkarmak zorunda kaldığın politik mesajlar/konular oldu mu?

Hayır olmadı. Otosansür sansürden daha tehlikeli bir şey. Ancak şunu da belirtmek isterim ki, ben politik biri değilim ve politik romanlar yazmam. Çok sevdiğim bir söz var: “Edebiyat, edebiyat olarak siyaset yapar.” Ben bir roman yazarıyım. Bir derdim, meselem varsa bir kurgu oluşturur, karakterler yaratır, diyaloglar yazar ve sözcükleri damıtarak meselenin özüne –yani bireye, insana– ulaşmaya çalışırım. Sistem eleştirisi politik bir şey olarak görülebilir, ancak benim derdim insanoğluyladır.

©Nazlı Erdemirel

Sürgün’ün yazım süreci yaklaşık olarak ne kadar sürdü?

Yazmak bir senemi, düzenlemek ise dokuz ayımı aldı. Sözcükleri damıtmaktan kastım buydu. Çay demler gibi yazmak lazım bir kitabı. Yavaş yavaş, sözcükleri ince ince işleyerek –ve yeri geldiğinde metindeki tüm gereksiz sözcüklerden kurtulmayı becererek! Ben mesela bazen önceden yazdığım bir cümleyi on farklı şekilde daha yazmaya çalışırım; içlerinden en iyisini alıp, kitapta onu kullanabilmek için…

Bir vicdan azabı çekiyorsun ve bu durum kitaplar yazmana sebep oluyor. Sürgün biraz daha rahatlamana yardımcı oldu mu, yoksa yine vicdan azabı çekerek yazacağın yeni eserler var mı?

Günah çıkartmak için yazan biri olduğum için muhakkak ki yeni kitaplar yazacağım, ancak hemen değil. Önümüzdeki birkaç yıl içinde –şansım yaver gider ve hayatta kalabilmeyi bir süre daha becerebilirsem– yeni bir kitap yazmak değil, yeni bir film çekmek istiyorum. Bütçe bulabilirsem uzun, bulamazsam kısa metraj. Ya da bilmiyorum, belki de kafayı iyice sıyırır ve bir keşiş gibi dünyanın öbür ucundaki bir manastıra kapanırım. Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum…

İnsanların “yalnız, fakir, deli, alkolik” gibi sürekli bir etiket yapıştırma ve bundan hiç rahatsız olmama tavrını nasıl buluyorsun? Sanki kitapta bunların da etkisi var gibi.

Kolayca tanımlamak istiyoruz insanları. Siyah-beyaz, zengin-fakir, dindar-ateist vs. Bu tür yaftalarla onları tanıyabileceğimizi zannediyoruz. Oysa bu yaptığımız kendimizi içeride, onları da dışarıda bırakarak hapsetmekten başka bir şey değil. Bence artık arabalar için değil, insanlar için bir köprü kurmak lazım. Herkes birbiriyle kucaklaşıp şarkılar söylesin falan demiyorum, en azından birbirimizi öldürmemeyi beceremez miyiz? Zaten taş çatlasa 60-70 sene yaşıyoruz şu dünyada. Kulağa çok mu geliyor? Gözünü kapatıp ellerini birbirine çarp! Hop işte 70 yaşındasın. Neyse, soru neydi bu arada? Bir şekilde cevaplamışımdır umarım…

Bunca yaftalama, etiket yapıştırma, cinsiyetçi söylem, politik söylem hayatımızın her alanını kapsadı iyice. Bu durum edebiyatımızı ne derece etkiliyor? Yazarlarımız ellerine kalem aldığında artık bu konulara özen gösterip üsluplarını değiştiriyorlar mı sence? Mesela senin Sürgün’de değiştirmene sebep olmuş. Rüzgâr, Gece, Ateş, Araf gibi cinsiyetsiz isimler kullanmışsın hep…

Evet, sağlam bir detay yakalamışsın. Kitaptaki çoğu karakterime özellikle cinsiyetsiz isimler verdim, çünkü örneğin Rüzgâr bir yerde, “Ben bir erkek değilim! Ben bir insanım.” diyor. Çünkü öyle ya da böyle, özünde herkes insandır işte! Dolayısıyla sokaktaki ya da kitaplardaki eril dilden ben de memnun değilim, ancak argo için aynı şeyi söyleyemem. Sürgün mesela, “Hadi s....r olup gidelim!” cümlesiyle başlıyor. Ne yalan söyleyeyim, seviyorum bu kirli sokak dilini. Küfrün değil ama argonun doğrudan ve kültürel bir üslubu olduğunu düşünüyorum –elbette tadında bırakarak kullanınca.

Yaptığın itiraflar aslında insanların maddi hırslarını, çıkarcı düşüncelerini, kaygılarını, gündelik dertlerini ve basit yalanlarını yüzlerine vuruyor. Bugüne kadar “kitabı okuyunca kendime geldim, modern dünya ile kendimi ne çok oyalamışım” diyen oldu mu hiç?

Evet böyle yorumlar da aldım, ancak bir yazarın başına gelebilecek en güzel şey, yazarken kendisinin bile düşünmediği bir detayı ya da sonucu bir okurun yakalaması. Mesela biraz önce sana yalan söyledim. Kitaptaki çoğu karakterime özellikle cinsiyetsiz isimler koymadım aslında. Evet, böyle bir amacım vardı, ama isimlerini sanırım daha çok fonetik oldukları için bu şekilde seçtim. Ya da bilinçaltım bu isimleri bilerek; düşünüp tasarlayarak böyle koydu, ama tam hatırlamıyorum. İlginç…

©Nazlı Erdemirel

Sürgün’ün ilk sayfalarında, “En kötü kitabı çok satmış, diğerleri ise hiçbir zaman o kötü başarıyı yakalayamamış bir yazardım ben.” diyerek önceki kitaplarına da bir paragraf açıyorsun. Sence okur yapımızdaki sıkıntılardan mı kaynaklı bu durum? Yoksa sürekli ilgi ve merakın yön değiştirmesi mi?

Aslında ilgi ve merakın sürekli yön değiştirmesi güzel bir şey. İstikrarlı olanlardansa değişime açık insanları daha çok severim. Ancak edebiyat “piyasası” diye bir gerçek var ve okurlar ısrarla onlara ne verilirse onu almakta ısrar ediyor. Bu yüzden bir dönem kişisel gelişim kitapları patlıyor, sonra bir bakıyorsun her yerde fantastik vampir romanları sonra da Sabahattin Ali giriyor çok satanlara! Ne iş anlamıyorum hakikaten… Ben bir okur olarak kendi okuyacağım kitabı arayıp bularak edinirim. İnsanlar da “reklamları atlayıp” böyle yaparsa daha nitelikli kitaplara erişebilir diye düşünüyorum.

Ayrıca “Oysa bir yazarın çivilerin, dikenlerin üzerinde oturup kalemiyle değil, kanıyla, yüreğiyle yazması lazım!” diyorsun. Gerçeği yahut hakikati anlatmaktan daha kolay meselelere sığınan edebiyatçılar ve bundan hoşlanan okur yapımız sence ne derece zedeliyor edebiyatımızı?

Epey. Geçen gün birisi bir fotoğrafımın altına şu yorumu yazmış: “Günlük hayat zaten yeterince kasvetli ve zor, bir de gidip neden senin kitaplarını okuyayım ki?” “Valla,” dedim, “sen de haklısın. Ama masallar için de biraz büyük değil misin?”

Okurlarınla örneğin kitap fuarlarında buluşacağın zaman, “İmzayı boş verin, gelin sarılalım” diye çağrı yapıyorsun. Peki bu duruma okurların nasıl tepki veriyor?

Sarılarak. Kitap fuarları enteresan bir yer. Bu ay gene var mesela ve gene aynı şeyi söylemeyi düşünüyorum. Bu imza olayında boktan bir hiyerarşi durumu var sanki. İnsanların sıraya girip imza alması ve ardından gitmesi biraz saçma değil mi? Tamam, bunda el yazım korkunç derecede kötü olduğu için imza atmaktan çekiniyor olmamın da etkisi var, ancak onca yolu gelmiş bir insana imza vermektense sarılmayı tercih ederim. Yılda bir-iki kez de bar buluşmaları yapıyorum. Mesela diyorum ki, “Şu gün/şu saatte Kadıköy’deki şu bardayım” İnsanlar oraya geldiklerinde daha uzun ve derin muhabbet etme şansımız oluyor, hatta bu buluşmalarda birbirleriyle dost olan birçok okurum oldu. Bana asıl keyif veren şey bu işte…

Yeni yolculuklara çıkmadan önce son olarak okurlarımıza ne söylemek istersin?

Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin elle… Şaka şaka. Valla ne diyeyim, Allah’a emanet olsunlar…

0
15287
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage