"Ben, uykusuz bırakan hikayeler anlatmaya geldim" diyen Yavuz Ekinci’nin yedi kere yazdığı yedinci romanı Günün Birinde, Kavafis’in şiirinden hareketle, barbarları bekleyen bir köyün tedirgin hikâyesini anlatıyor. Yıkımın yaklaştığını bilenlerin korkulu bekleyişine, masallarla örülmüş uğultulu bir dünya eşlik ediyor. Ekinci ile dünün ve bugünün romanı olan Günün Birinde’yi, yazına ve yarına dair umutları konuştuk.
Bu yedinci kitabın. Ve yedi kez baştan yazdığın bir roman. O zorlu yazım sürecini anlatır mısın biraz?
Eskiler “iyi bir hançer yedi suda dövülür” derler. Bu sözü hiç unutmadım. Öyle aklımda kaldı. İyi bir roman da yedi suda dövülmeli diye düşündüm. Roman bitikten sonra yedi kez çıktı alıp okuyup notlar aldım. Bu tekrar artıkça romanın nasıl gün be gün güzelleştiğini gördüm. Ben de romanın yazma sürecinden çok o romanı yaşama zamanı vardır. Roman çalışma masama oturduğum zaman veya onun için araştırma yaptığım zaman değil romanın bütün hayatımı kaplamasını beklerim. Öyle olur ki onunla yatar, onunla kalkar, onunla yer, onunla içerim. Ve roman bitince boşluğa düşmüş gibi yapayalnız kalırım. İşten atılmış, zorla emekliğe çıkarılmış biri gibi olurum.
O sürece ucundan kıyısından şahit olan biri olarak sorayım; bir ara isim olarak Barbarları Beklerken’i düşündüğünü biliyorum. Sonra neden vazgeçtin? Ve dahası Kavafis’in bu şiirinin romanınla nasıl bir bağı var?
Ben sezgiyle yazan biriyim. Romanın ilk isimi Barbarları Beklerken’di. Fakat zamanla değişti. Bunun değişmesinde barbarlarla başlayan çok kitabın olması ve zamanla masal formunun romana baskın çıkması etkili oldu. Bütün yazım sürecinde Kavafis’in sesi hep kulağımdaydı. Roman yazarken sürekli şiir okurum. Çünkü sanatçılar arasında şeytanın masasına en sık oturan şairlerdir ve onların dehasına her zaman ihtiyaç duymuşumdur.
Günün Birinde, yaklaşan felaketi karşılamaya hazırlanan bir köyün sakinlerinin öyküsü. Ve sen romanı yazarken kendi felaketini yaşamış coğrafyaları gezdin. Yakılmış, tarumar olmuş köylere gittin mesela. Gördüklerinin ne kadarı ve nasıl sızdı bu romana?
Romanın duygusu ve atmosferi bekleme, korku ve tedirginliktir. Boşaltılmış, yakılmış köyleri gezdim. Geriye kalan yıkıntılar arasında gezinirken köylerin yakılma anını değil köylerinin yakılmasını bekleyen insanları düşündüm. Adım adım onlara doğru gelen felaketler için ne düşündüler? Ne hissettiler? Nasıl tepki verdiler? Araştırmalar yaptım. Cengiz Han’ı bekleyen şehirlerin neler yaptıklarını araştırdım fakat maalesef çok az bilgi bulabildim veya doğru kaynaklara ulaşamadım. Gördüklerim, duyduklarım ve okuduklarım ne kadar romana sızdı bilmiyorum ama gördüklerim, duyduklarım ve okuduklarım olmasaydı bu roman da olmazdı.
Bu son romanının dili ayrıca etkiledi beni. Bir masal anlatmışsın. Amar ve Sara’nın masalı. Metin kendi mi çağırdı bu dili yoksa sen baştan böyle kurmayı mı hedeflemiştin?
Romanın ana kahramanı Amar Dağı’nın eteklerine kurulan Cevizler Vadisi’dir. Her yerin bir masalı, efsanesi ve hikâyesi vardır. Hikâyesi, masalı, efsanesi olmayan bir yerin değeri de az olur. Masal, Cevizler Vadsi’nin tarihi, hafızası, geçmişi ve köküdür. Cevizler Vadisi yok olursa masalı da, efsanesi de, hafızası da, tarihi de yok olacak. Bu masalı metin kendisi çağırdı. Bir masal yazabileceğimi hiç düşünmemiştim. İlkin masalı yazmak istemedim, kararsız kaldım. Sonra romanın uzun bir bölümü masal olur mu diye düşündüm fakat gün geçtikçe masalın metin için ne kadar gerekli olduğunu hissettim. Ve dinlediğim masallardan, okuduğum efsanelerden, duyduğum söylencelerden el alarak Amar ve Sara’nın masalını yazdım. Amar ve Sara bir aşk masalı. Ahmet Güneştekin, Amar ve Sara’nın aşkını tuvale işledi. Bu resim karşısında gözlerim doldu. Tanrının yedinci gün dünyaya baktığı gibi resme baktım. Dönüp geriye baktığımda artık ölsem de gam yemem diyebilirim, çünkü artık bir masalım var.
İnsan derdi kadar büyük olur
Ahmet Güneştekin ile başka bir çalışma daha yapacağınızı duydum. Ondan da biraz bahsedebilir misin, hazır sözü açılmışken.
Günün Birinde bulunan Amar ve Sara’nın masalı Ahmet Güneştekin’in desenleriyle bu yıl eylül veya ekim ayında kitap olarak çıkacak. Bu kitapla birlikte Amar ve Sara’nın tablosu da sergilenecek.
Kulağa şahane geliyor! Masala dönersek, peki Şahmeran’ın derisine yazılan bu masal nasıl şekillendi? Bazı Ortadoğu efsanelerine dayandırdığını söylüyorsun. Hangi efsaneler var arkasında?
Efsaneleri, masalları, söylenceleri seviyorum. Masal karanlık odamın dışarıya açılan bir penceresi gibidir. Hikâyelerinde DNA’larla birbirine bağlı olduğunu düşünüyorum. Tıpkı insanlar gibi hikâyeler de DNA’larla bazı özelikleri ve karakterleri birbirine devreder. İnsanın bir DNA’sı olduğu gibi hikâyenin de bir DNA’sı vardır. İnsanlık nasıl birikimini nesilden nesille DNA’larla birbirine aktarıp devrediyorsa, hikâyelerde bu DNA’larla birbirine devrettiklerini düşünüyorum. Amar ve Sara’nın masalı da dinlediğim, okuduğum masallardan ve efsanelerden doğdu. Onlardan el aldım, onlardan ses aldım.
Yine kutsal kitaplara göndermelerin var. Bütün kitaplarında seni o metinlere çeken nedir?
Bugünün sırrı sadece bugünde saklı değil. Aynı zamanda geçmişte saklıdır. İnsanlık tarihiyle, insanla en güçlü bağ kurduğum yer ve zaman efsaneler, mitler, masallar ve kutsal kitapları okuduğum zamandır. Bir masalı okurken, bir efsaneyi dinlerken benden binlerce yıl önce bir mağarada ateşin etrafına toplanıp bu masalı dinleyen insanlarla aynı zaman düzleminde buluşurum. Tıpkı sevdiğiniz birinin müze evine giderken hissettiğimiz duygu gibi. Efsaneler ve mitler bugünün toplumunu, kültürünü, insanını, yaşam biçimini derinden etkiler. Bir ağaç için o ağacın kökü ne kadar değerliyse insan için de efsaneler, mitler, masallar ve kutsal kitaplar o denli değerlidir. Kutsal kitapları sadece dinlerin buyruğu olarak görmüyorum. Kutsal kitapları insanlığın ortak kültürü ve ortak hikâyesi olarak görüyorum.
Herkesin konuştuğu, çok sesli, çok açılı bir roman bu. Felaket her gözden başka türlü görünüyor ve okurken dehşeti farklı açılardan yaşıyor insan. Çok anlatıcılı yazmanın nedeni herkesi anlamamızı sağlamak mı?
İlk yazdığım taslakta tek anlatıcıyı denedim ama bunun roman için büyük bir handikap olduğunu hissettim. Çünkü ben orada yaşayan birinin barbarları bekleme hikâyesini değil, Cevizler Vadisi’nin barbarları bekleme hikâyesini anlatmak istiyordum. Her karakter felaketi farklı bekler. Herkesin felaketi başkadır. İnsanın korkusu ve tedirginliği kaybedeceği kadardır. Eyüp için felaket, dedelerinin ve ailesinin bugün dek gömüldüğü o toprağa gömülememektir. Havva için ise felaket gelecek olanların tecavüzüne uğrama korkusudur. Çocuklar içinse felaket televizyon ve oyuncuklarını kaybetme endişesidir. Müslüm içinse felaket öldürüleceğini düşünmektir. Felaket, hayata olan beklentilerimize bağlıdır.
Edebiyat hakikaten birbirimizi anlamamızı sağlar mı? Hoş görmemizi, affetmemizi ve hatta belki sevmemizi? Çok şey mi bekleriz yazıdan böyle şeyler istersek?
Edebiyatın ne işe yaradığını bilmiyorum ama edebiyat olmazsa hayatımın ne kadar karanlık ve çekilmez olduğunu biliyorum. Yazıdan çok şey bekleme yerine insandan çok şey beklemeliyiz. Çünkü biliyorum ki insan derdi kadar büyük olur.
Günün birinde mutlu hayatlar olacağı kesin
Sibel Oral’a verdiğin röportajda “evimin karşısındaki dağlarda süren çatışmalar yüzünden çocukluğum kırsalda çatışmalarda, ilk gençliğim Batman’da faili meçhullerin arasında geçti” diyorsun. Şimdi nereye geldin? Yürüdüğün yol ve geldiğin yer bir yazar olarak sana neler kattı, bir insan olarak senden neler aldı götürdü?
Artık karanlık insanın kalbinde, ruhunda ve sesinde. "Felaket Çağı"nda doğdum ve "Felaket Çağı"nı yaşadım. İnsanın insana olan öfkesi çığ gibi büyüdüğüne şahit oldum. Kimsenin kimseye tahammülünün artık kalmadığını gördüm. Öldürme tutkusunun bir ur gibi bu çağın insanın ruhunu nasıl kapladığını gördüm. İnsanların “Öldür! Öldür! Öldür!” sevinç çığlıklarını duydum. Şahit olduğun her şey seni esir alır. Şimdi nereye geldim? Eskiden ölmemiş olmanın utancıyla yaşıyordum şimdi hiçbir ölümü durdurmamanın çaresizliğiyle kahroluyorum. Bir baksana, daha hayatının baharında olan gençlerin kanları oluk oluk toprağa akıyor. Hiçbir şey bir insanın canından daha değerli değildir.
Bir oh diyemeyecek miyiz? Mutlu hikâyeler yazmak var mı dersin kaderde?
Evet, bir oh diyeceğiz. Umutluyum. Biliyorum bu ülkede umut avuçta kor taşımak kadar zor. Ama asla umutsuz değilim. Çünkü Sur’daki evlerin duvarlarında açılan kurşun deliklerine kuşlar yuva yaptı. Kaderimde mutlu hikâyeler yazmak var mı onu bilemem. Açıkçası çok da mutlu hikâye anlatasım da yok. Çünkü ben okuyucuyu rahatız eden, uykusunu kaçıran metinler yazmaya geldim. Ama günün birinde mutlu hayatlar olacağı kesin.