Yekta Kopan'ı hepiniz tanıyorsunuz diyeceğim. Bu gerçek bir cümle olacak. Bazen söyleriz hepiniz tanıyorsunuz diye… Ama gerçekten hepimiz tanıyoruz Yekta Kopan'ı. Gerek sesiyle, gerek yüzüyle, gerek yazısıyla... Başka ne var?
Bu kadar herhalde.
Evet, ama hayli kapsamlı bir tanışma. Uzun yıllardır... Çocuklar da tanıyor değil mi?
Evet, evet...
Çocukluktan itibaren tanıdığımız bir figür. Yekta'nın burada yaşam öyküsü var kısaca. Ben de kısaca bazı şeylere değineceğim, babası da tiyatrocu Yekta'nın. Çocukken TRT Ankara'da seslendirme yapmış. Ablası da seslendirme sanatçısı. Yekta radyodaki Çocuk Saati programında seslendirme eğitimi almış. Ankara'da Hacettepe Üniversitesi'nde işletmeyi bitirmiş ve ilk olarak da şiirle başlamış, sonra da öyküye yönelmiş. İlk şiiri de arkadaşlarımın çıkardığı “Yarın” dergisinde yayımlanmış.
Aslında orada şöyle bir şey var, ilk şiirim“Yarın” dergisinde yayımlandı, sanırım 82'deki bir sayısıydı. Ben 14 yaşındaydım.
14 yaşında şiir mi yayımladın?
Evet, evet.
Bravo!
Evet, kendini bilmez bir şeydi. Küstah bir şeydi.
Adı neydi?
Söylemeyeyim, adından ne olduğu belli zaten.
Arşivlerde duruyor herhalde, bulunur.
Duruyor, bulunur. Aramaya değer mi bilmiyorum ama aslında şiirle ilgili bir şey var, bu ilk şiirim değil. Doğan Kardeş dergisinde yayımlandı ilk şiirim.
Bir tek ben yayınlamamışım orada!
“Doğan Kardeş” dergisinde yayınlandığında ben sekiz yaşındaydım. Okur mektupları bölümünde tabii, özel bir şiir bölümü de yoktu. “Doğan Kardeş” dergisinde şiirimin yayımlanacağı haberi geldi. Ankara'dan babam trene attı beni, İstanbul'a geldik. Haydarpaşa, ondan sonra bu tarafa geçtik. Cağaloğlu'na geçtik. bir yere girdik, nereye girdik bilmiyorum. 8 yaşındayım. Babam tabii tüm bilgileri almış. Güzel annem de saçlarımı limonlu suyla taradı, saldı beni sokağa. Girdik, babam bir beyle konuştu. Böyle tıknaz, saçının sadece üst bölümü dökülmüş, yanlarda saçlar var, çok iyi hatırlıyorum. Takım elbiseli...
Papyonlu muydu?
Değildi. Tanır mısın, öyle birini mi tanıyorsun?
Papyonlu değilse, tanımam!
Neyse, o da kalktı. Üç dört kişi de vardı orada. Artık yazı işleri miydi orası, derginin neresiydi bilmiyorum. O da kalktı, arkadaşlar dedi, Ankara'dan yazar arkadaşımız gelmiş, dedi. Ben, bir havaya gir, bir havaya gir... Ben o gazla devam ettim. Kimdi o beyfendi bilmiyorum ama aslında bütün ilk fitili yakan o oldu. Babamın o çok incelikli davranışı... İlk hece ölçüsüyle yazdığım “Dersler” isimli şiirimle sekiz yaşında aslında bu dünyaya girdim. Sonra şiirle devam ettim.
O adama sonradan bir şey ithaf ettin mi?
Tanımıyorum.
Olsun.
Tanımıyorum ki, meçhul kahramanıma olabilir, ama bu sohbetin açıldığı her yerde elimden geldiğince o beyfendiyi anlatıyorum ki bir şekilde insanların zihninde bu canlansın. Ayrıca biz söyleşiden önce buradaki bir yazar adayı arkadaşımla sohbet ettiğimizde ona, 'sakın bir onanma, onay bekleme,' dedim... Birinin onayı değil. Ama bir an var, birinin onaylamasıyla yazmıyorsun. Ben de o şiirleri biri beni onayladı diye yazmıyordum. Ne güzel şiir yazıyor, duygusu yoktu. Ama bir an var, birinin sana gerçekten şair ya da yazar dediği. En azından öyle gördüğü. Bu an değerli. Ondan sonrası çok daha güzel oluyor. Ama o an için, hiç kimsenin onayının bedelini ödeme. Biraz önce sana eksik kalan cümlem buydu. Bunu da tamamlamış oldum.
Ben ne yazık ki “Doğan Kardeş” dergisinde yayımlayamadım. Mine Söğüt bir Doğan Kardeş kitabı yapmıştı, orada senin de eserlerin var mı?
Orada yok. Demek ki alınmaya da değer bir şiir değil! Burada bu kadar samimi olduğu için söyleyebilirim. Şiir şuydu;
''Ne güzeldir şu dersler
Bize bilgi verirler
Türkçe en önemlisi
Öğretir dilimizi'' bu mantıkta ilerleyen bir şiir. Çok bir şeyler beklemeyin yani. Yaş sekiz diyorum ya.
On dört yaşında yazdığın şiiri de okumalısın bence.
Okumam, okumam. Ama orada da çok güzel bir karar verdim. Yaklaşık yirmi yaşıma kadar filan yazdım, yani on dört yaşımdan, on altıda falan aşıktım, devam ediyordum. Artık kişiye özel şiirler falan da yazıyordum. Çok seviyorum şiiri, benim olmazsa olmazımdır. Şiiri o kadar seviyorum ki, şiir yazmaktan vazgeçtim, ona kötülük yapmamak için.
Peki mesela günün birinde yazdığın şiirlerden ya da yazdığın yayımlamadığın şiirlerden bir kitap yapma arzun var mı?
Çoğunu imha ettim.
Öyle mi?
Tabii, tabii... Ben imha etmeyi çok seven bir insanım, yazarım. Şöyle ki imha etmeyi severim, sevmek derken sanki hafif sadist ya da mazoist bir duygudan bahsediyor gibi oluyorum ama şunu severim, yazdığım bir şeyin olmamış olduğuna inandığımda onunla bağımı koparmayı severim. Ve şuna inanırım, gerçekten onda iyi bir şey varsa, onun herhangi bir yeri iyiyse, duruyordur, ama o kötülük önümde hep durduğunda üstünde çalışmak istemem. Çünkü o durunca masada, ben şimdi şuradan toparlar mıyım, şuradan çeker miyim diye patinaj yapıp, saçma sapan bir sürecin içinde oluyorsun. Oysa yırtıp atmak çok zevklidir.
Sen şimdi öykü yazıyorsun, roman yazıyorsun. Bir zaman sonra, ben de bir zamanlar şiir yazıyordum, çok da sevdiğim bir şeydi, şunlara bir bakayım, bir kitap da buradan çıkar, der misin? Bazen diyor insanlar. Ve öyle kitaplar da çıkıyor.
Evet, evet. Buna bir şey demiyorum, bunu yapana da bir şey demiyorum. Büyük de konuşmayayım. Hiç saçma bir şey değil. Elde kalanlardan bir şey yapar mıyım günün birinde, bilmiyorum. Bir de şeyi de bilmiyor insan Haydar, ülkenin bu kadar delireceğini de bilmiyorduk ki. Ben sonradan ne kadar delireceğim onu bilemem. Belki bundan yirmi sene sonra falan öyle bir delireceğim ki ne bulursam yayınlayacağım. A dur, ne güzeldi şu 'Dersler'i de bastırayım falan, olabilir yani. Tek ricam, eğer dostluğumuz, hayatımız devam ediyor olursa engel olun bana. Engel olun. Ya da sizler de tanıyanlar engel olsun. Yapma, diye. Çünkü hakikaten öyle bir şey. Her şeyi bastırayım diye didiniyor insanlar da. Her yazdığımı bastırayım, her dakika yazayım, hepsini bastırayım. Oluyor öyle. İnsanlar deliriyor, ülkeler deliriyor.
Ben geçenlerde de anlatmıştım ama bir daha anlatacağım. Çünkü hikâye Orhan Pamuk'tan. Orhan Pamuk ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ile bir ödül almıştı.
Milliyet ödülü.
Evet, kıymetli bir ödül o. Vedat Türkali de almıştı. Başkaları da almıştı galiba. Sonra o zaman “Gösteri” dergisinin aylık olarak çıktığı ve gündemde olduğu bir dönemdi.
O zaman bir “Sanat Olayı” vardı, Bir “Hürriyet Gösteri”, “Varlık”. “Gösteri”nin güçlü olduğu zamanlardı.
82-83 yılları olabilir muhtemelen. Ben de bir kaç ay kadar Doğan Hızlan'la çalıştım. Küçük bir odaydı, herkes gelip giderdi. Edip Cansever'den Tarık Dursun'a, Orhan Pamuk'tan... Orhan Pamuk'tan derken ilk defa orada gördüm Pamuk'u. Görünce tanıdım tabii, 'romanınızı okudum, çok beğendim' dedim. Okumuştum gerçekten. Romanı da şeyden almıştım, Cağaloğlu'nda iki kardeş vardır ya, İran Konsolosluğunun orada kitap satarlar. Yokuşun başında.
Evet, evet.
Kaldırımda. Yakın yıllara kadar duruyorlardı. İkizdir onlar. Oradan almıştım ve okumuştum. Çok da beğenmiştim Cevdet Bey ve Oğulları'nı. O da sevindi. Doğan Hızlan da dedi ki, Haydar da şiir yazıyor, genç şairdir falan dedi. O da, aa dedi ben de yazıyorum. Çok iyi falan dedim. Hiç okumadım ama dedim. Hepinize göstereceğim dedi, Orhan Pamuk.
Bunu sık sık anlat, yapar. Hele iki kere söylediyse...
Yıllar sonra Nobel aldığı zaman, bir akşam Yakup'ta, meyhanede yan yana masalarda tekrar karşılaştık. Unutmamış biliyor musun?
Bu olayı?
Evet bu olayı. Dedim ki, kutlarım Nobel de aldın. Çok sevindim dedim. O da gülerek, ama şiirlerimi göstereceğim dedi.
Gerçekten mi?
Gerçekten. Kaç sene 30 sene falan geçmiş herhalde üzerinden.
Kesin oradan yürüyor bu iş, tamam. Hepinize göstereceğim.
Evet, böyle söyledi. Hiç unutmuyorum.
Tamam, tamam ben de çalışırım şiire.
Sonra geldin ve “Hayalet Gemi” dergisini çıkarmaya başladınız...
Evet, aslında burada özellikle Murat Gülsoy'un adını anmak lazım. Hayalet Gemi deyince Boğaziçi Üniversitesi'ndeki Murat Gülsoy, Mehmet Açar, Ergun Kocabıyık, Nazlı Ökten gibi bir arkadaş grubu gelir akla önce. Hayalet Gemi'yi ben Ankara'da takip ediyordum.
Öyle mi, bilmiyordum.
Tabii, tabii. Derginin okuruyum Ankara'da. İlgimi çekiyor. Türkiye'de örneğini görmediğimiz bir dergi çıkarıyorlar. Çok özel bir şey, ne oluyor falan. Ondan sonra bir tane yazı yolladım ve yollar yollamaz basıldı.
Yazı mı?
Yazı, yazı. Düzyazı. Tuhaf bir kurmacaydı.
Bu dergi de zaten öyle tuhaf bir dergi değil miydi? Tuhaf güzeldir diyerek elbette...
Evet, ondan sonra bana hemen bir güven geldi. Bir yazı daha, arada duruyorum, bir yazı daha... Askerliğimi yaptım o arada. Onu da Ankara'da yaptım. Ve dönüşünde İstanbul'a geldim. Gelir gelmez de 'Hayalet Gemi'cilerle tanıştım.
İki ayda bir mi çıkardı?
İki ayda bir... İlk yola çıktığında aylıkmış. Yani ilk döneminde, sonra birinci senenin sonunda tahmin edebileceğin nedenlerle, dahası mantık da onu gerektirdiği için iki ayda bir tematik bir şekilde çıkıyordu. 'Hayalet Gemi'cilerle tanıştım, arkadaş olduk, zevklerimiz tuttu, anlaşır olduk ve ben sürekli yazarı oldum. Çok kısa bir süre içinde yayın kurulu üyesi oldum. Ve yayın kurulu üyesi olunca sandım ki her şey çok çok güzel olacak. Yayın kurulu üyesi olmak bu tip dergilerde biraz da şöyledir, ay başında derginin dağıtımını yaparsın. Kitapçı kitapçı... Sana derler ki bilmem ne bölgesi senin, böyle dergileri kolunun altına sıkıştırıp koli koli dağıtırsın, paraları geri alamazsınız.
Dayak yemek de var işin içinde!
Ya çok acayip. Bir kitapçı, adı lazım değil, çok iyi satış yapıyor. Adını verip de şimdi onu kötü tanıtmayayım. Geçmiş zaman, ne olacak... Bir gün para alacağız ve hiç unutmuyorum, yirmi lira alacağımız var. Fakat matbaa o kadar sıkıştırıyor ki, yirmi liraları toplamak çok değerli. Yirmi oradan, kırk oradan, on oradan... Matbaaya bir para gitmesi lazım. Yirmi lira almak için gittim. O zamanın da büyük parası değil. Bugünün yirmi lirası aslında neredeyse. Bekliyorum, paramız yok diyorlar. Bu arada kasa açılıp kapanıyor ve durmadan içeriye paralar giriyor. Gözümün önünde oluyor. Beş dakika bekledim, on dakika bekledim. Sonra adam, kapatma kasanın önünü yav dedi. Ben o tarihte Sait Faik Hikâye Armağanı almış bir yazardım. Fena da değildim. Kovuldum oradan. Zordu ama çok güzel bir süreçti hayatımda.
”Şiir Atı” dergisini ve kitaplarını çıkarırken biz de dergileri kendimiz dağıtıyorduk. Sonra bir türlü para vermediler. Dört kişi gittik, bütün dergi ekibi olarak...
Baskın!
Evet, baskın yaptık. Sonra adam dedi ki, para falan olur mu, siz beni zarar ettirdiniz falan. Nasıl dedik. Dergileriniz burada duruyor, yer işgal ediyor, sizin bana para vermeniz lazım dedi.
Şaka! Adı lazım değil bir kitapçı mı bu da?
Yok, dağıtımcı. Öyle oldu. Sonra bana saldırıyorlar diye, üstümüze kağıt hamallarını saldı. Neyse... “Hayalet Gemi” altmış sayıdan fazla çıktı değil mi?
Yok yok daha fazla. “Hayalet Gemi” tam on yıl çıktı. 10. yılda yayın hayatına veda etti. Tam 10 yıl. 1991-2001...
O yıllardan Nazlı Ökten'in yazılarını hatırlıyorum tabii. Ergun Kocabıyık' ı da tanıyorum tabii, çok severim kitaplarını. Ama edebiyatçı olarak sen, Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy tabii özellikle aklımda kaldınız. Sonra sizde mesela ben bir şair tavrı gördüm. Genellikle birlikte dergi çıkaranlar şairlerdir. Şiirin fıtratı demeyelim de doğasında vardır.
Niye fıtrat deyince gülüyorsunuz ya?
Mahsus söylüyorum demeyeceğim, derken de söylüyorum.
Güzel kelimedir fıtrat.
Fıtrat demeyeceğim, doğasında vardır, özünde vardır. Üç sayı çıkar, beş sayı çıkar ama o bir şair tavrıdır. Genellikle tabii öykücüler kendi başlarına bir dergi çıkarır. Sizde mesela böyle hani sen de varsın, Ayfer de var, Murat da var... Sonra birlikte davrandınız. Seminerler yaptınız, öykü çözümlemeleri yaptınız. Genelde birlikte görüldünüz. Hatta bir şeyler devam ediyor şimdi de değil mi?
Evet, bu akşam onlar da bir etkinlikte.
Bu da benim hoşuma gider ayrıca. Öykücülerin, romancıların şair gibi davranması...
Aslında 2000'lerde, tam da 2000 orada aslında bir kırılma gibidir. “Adam Öykü”nün varlığı, “Varlık” Dergisi'nin daha yeni bir yapılanmayla genç yazarlara kapısını açmaya başlaması. “Varlık” eskiden bu konuda daha katıydı. Flan, filan... Birkaç tane de iyi yayınevi editörünün, Can Yayınları'ndan İlknur Özdemir o zamanlar genel yayın yönetmeniydi, atağını saymak lazım, cesur bir hareketti. Hiç tanınmayan bir adamı, benim kitabımı bastı.
Öyle mi?
Tabii, tabii... O dönem Sema Kaygusuz, Akın Sevinç, Hakan Şenocak... Çok isim var, çok isim var. Bu cesur bir tavırdır. Dolayısıyla yeni bir dil gelir. Bu cesur tavırla vücut bulmuş bir edebiyatçı, mesela Hakan Günday'ı Om Yayınevi bastı. Kinyas ve Kayra'yı. Hakan bir de o zaman kaç yaşındaydı. 18-19 yaşındaydı. O tarihte Kinyas ve Kayra gibi bir de büyük bir kitabı basmaya yayınevi cesaret eder mi? Etmez. 2000'lerde yayıncılık çok büyük bir krize girmeye başlamıştı. Çıkmıyor, yeni bir şey çıkmıyor. Yeni isim çıkmıyor, kitap satışları falan... Gerçekten bir kan değişimi gerekiyordu. Galiba o kan değişimini gören birkaç yayıncı, birkaç editör iyi bir yerden okuyunca biz de toplu halde bir yerden aktık oraya. Bir arada çıktık, ne güzel bir şey. Biz Hakan'la her görüştüğümüzde, ikinci dubleye falan geçmeden daha görüşür görüşmez bu durumu anlatırız, ilk tanışma anımızı falan hatırlarız. Çok güzel bir şeydi. Dolayısıyla sadece “Hayalet Gemi” ve kadrosunun değil, o dönemde beraber yola çıkmış insanların saygınlığını da beraberinde getirdi.
Şair tavrı dediğim biraz o. Akım olarak, hareket olarak, dergi olarak şairlerde çok vardır birlikte davranma. Cumhuriyet tarihine baktığında romancıların, öykücülerin daha tekil, kişisel maceraları vardır.
Romancılar, öykücüler daha kedi gibidir. Onlar tek başlarına yaşarlar ve uzaktan kibirli kibirli dünyaya bakarlar. Şairler sokak köpeğidir. Beraber çete olmayı severler.
Ben şunu bir yere yazayım bir...
Yoo yoo, sokak köpeklerine bir övgüdür bu. Birbirlerini kollayan, birbirleriyle beraber davranmak isteyen, bulundukları alanın içinde kendi özgürlüklerini korumak için her türlü mücadeleyi veren, gerekirse kavgayı, gerekirse arabanın altında kalmayı göze alabilenlerin yaptığı çok büyük bir mücadeledir. Sokak köpeği bütün o mücadeleyi verirken, kedi ağacın tepesinde böyle bekler. Kibirlidir.
Bazı kediler de onlara öykünür. Görmüştüm çünkü. O köpekler öyle dolaşırken, köpek yürüyüşü gibi onların arkasından giden kediler vardır.
Evet , evet... Ben de öyle bir kedi gördüm. Çetenin içindeydi. O biraz bana benziyor bence. Sevmiş köpek çetesini, orada dolaşıyor benim gibi. Ben de öyleyimdir ya severim. Ben kediciyim aslında, kedi çok severim ama o benzetmeyi de çok büyük bir sevgiyle ve açık yüreklilikle yapıyorum. Kedi böyledir ama, bir yandan da kendini beğenmiş, kendine yeterlilikten kaynaklanmış bir özgüvenli bir hali vardır, kibirli bir hali vardır. Her zaman steril bir hali vardır, kendini temiz tutar. Sokak köpekleri buna aldırmaz ve buna aldırmayacak kadar cesur olanların da edebiyattaki karşılığı ancak şairler olabilir. Çünkü bir tanesi korunaklı bir alan içinde var olanı yeniden yaratan bir dile sığınırken, şair gerekirse dili parçalayıp yeniden yaratacak kadar cesurdur.
Sen şiir yazmasan da şiir yazıları yazmanı rica ediyorum... Senin ilk kitabın Fildişi Karası 2000'de çıktı. Şimdi kaç kitabın oldu?
10-11 galiba...
Çok çalışkansın. Nerdeyse bir buçuk yılda bir kitap çıkarmışsın. Biraz da çalışkanlığından bahsedelim.
Tabii bir de bunların dışındakiler var. Bunların haricinde editörlüğünü yaptığım kitaplar var, derlemelere verdiklerim var, sadece bazı yerlerde yayımlanmış özel yazılar var. Bunları bir toplam bakış açısı olsun diye söylüyorum.
Bir de Altkitap var değil mi?
Bir parantez de onu söyleyeyim. Altkitap'ı da ve AltZine'yi de artık ben yapmıyorum.
Ne zamandan beri?
Birini 98'de, birini 2000'de kurdum. 10 senedir ikisini de yapmıyorum. Bende değiller ama şöyle bir şey oldu. O çok önemlidir. 97-98... Diğer çalışkanlık kısmını unutmayarak oraya geçiyorum. 97 ve 98 benim için şeydi, bu internet ya da sayısal yayıncılık ortamının hoşluğuna kendimi kaptırmıştım. Çünkü orada geleceği gördüm. Gelecek de değil, o anı... Tam bir Zeitgeist'di. O anı görüyordum. Çok çalıştım o konuda. Bir tanesi hatta Yapı Kredi'nin “Tanzimat'dan Bugüne Türk Dergiciliği” sergisinde son dergiydi: AltZine. Yani Tanzimat'da başlayan yolculuğun son geleceği nokta budur biçiminde onurlandırılmıştı. Altkitap ise hala Türkiye'nin tek sayısal yayınevi. Hala bir ikincisinin olmaması düşündürücü. Hala düzenli bir şekilde çıkıyor. Ve şöyle bir şey söyleyeceğim, bunu her yerde söylüyorum ve yayıncıların da bunu anlamamasını anlayamıyorum. Her kitap yılda yüz bine yakın indiriliyor. Ücretsiz olmasının rolü var, biliyorum. Ama sorun yok. Yüz bin kişiye kitap okutuyorsun.
Neler onlar?
Öykü var, deneme var. Biz bir dönemde içerik bulmakta sıkıştığımızda, açıkça söyleyeyim üniversitelerde çokça araştırma yaptım ve bitirme tezlerini kitaplaştırır gibi yaparak, bazen başlıklarını değiştirerek bitirme tezlerinden faydalandım. O kadar güzel bir cevap buldu ki okur nezdinde. Ama son on sene önce artık yaptığım diğer işlerle birlikte yetişemeyeceğimi anladığımda, kendi içinden gelen bir kadro yaptım. AltZine'de bana zamanında yazı gönderen, ilk yazısını gönderen, beraber tanıştığımız, çay içtiğimiz insanlar onlar geçtiler sonra. Onlara emanet ettim ve ben çekildim. Yani kendi doğurduğu çocuklar şu anda ona bakıyor.
Yani olması gereken oldu.
Süper bir şey. Bir de ben şeyi sevmem, bir şey artık bir iktidar alanı gibi olmaya başlayınca, on sene, on beş sene o işi siz yaptığınızda, o işin iktidarının sahibi oluyorsunuz. Ve ister istemez bir muktedir dilinden konuşmaya başlıyorsunuz. Hele ki edebiyatta veya sanatsal bir üretimde bir iktidar veya bir muktedir dilinden konuşan bir insana asla inanmadığım, tahammül edemeyeceğim gibi bir şey de var. Gerçek edebiyat her türlü iktidarı yıkmak isteğinde olmalı, kararlılığında olmalı ve eyleminde olmalı. Bu eyleme, bu eylemliliğe inanan bir insanın kendi içinde edebiyat iktidarı yaratması kadar saçma bir şey olamaz. Sonuç olarak ben onlara bıraktım, gençler devam ettirmeye başladı ve ben çekildim. Çalışkanlık meselesine de gelince ben kendimi hiçbir zaman istediğim kadar çalışkan bulmadım, dürüstçe söyleyeyim.
Niye böyle söylüyorsun, dün de Enis Batur söylüyordu.
Dürüstçe söyledim. Kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne mi inanmıyorsun? Tamam onları yaptım ama yeterince çalışkan bulmuyorum kendimi.
Dün akşam Eskişehir'deydim. Tepebaşı Belediyesi'nin kent ve kültür söyleşilerini Enis Batur ile başlattım. Ben Eskişehirliyim ve çok severim Eskişehir'i.
Ben de Eskişehir doğumluyum, biliyorsun değil mi?
Tabii... 'Türkiye, Eskişehir olsun!' diye bir sloganım da var. Enis batur'la başlattık söyleşileri. Çünkü o da Eskişehir'li.
Özen Yula Eskişehirli.
Özen de Eskişehirli. Hayli Eskişehirli var. Yüz elli tane kitabı var Enis'in. Yüz elli kitap… Bir de yurt dışında çıkmış otuz kırk kadar, on üç dile çevrilmiş kitapları var. bu verimlilik filan dedim, ya ne verimliliği falan dedi. Nasıl ne verimliliği, 150 kitap dedim. Dedi ki, bu ortalama bir şey. Nasıl ortalama bir şey dedim! Dağlarca'nın da yüz elli, yüz elli sekiz kitabı var. Biliyor musun? Yüz elli sekiz kitap…
Şaka, bilmiyordum.
Evet, Dağlarca yüz elli sekiz tane kitap bıraktı. Yirmi tanesi çocuk kitabı. Çocuk şiirleri... Bu da çok önemli. Yani yirmiden fazla çocuk kitabı yazmak mühim bir şey.
Ortalama diye neyi kast ediyormuş Enis Batur?
Anlamadım ben de, olur mu dedim. Yves Bonnefoy var dedi. Çok ünlü bir Fransız şair. 92 yaşında... 75 yaşına kadar bir sürü kitap yazdı, Türkçede de var. Bir sürü çeviri. Şiir üzerine, politika üzerine kitapları filan. Yetmiş beş yaşından doksan iki yaşına kadar altmış yedi tane kitap yazmış.
Şaka?
Vallahi. Bir de Fransızca yazıyor, üstelik!
Aydın Boysan'ın da ilk kitabının çıkışı çok genç bir yaşında. Sonra açılıyor, biriktirmiş demek ki. Enis Batur, çok özel bir ada. Çok özel...
2000'de ilk kitabın çıkmış. Sonra ortalama bir buçuk yılda bir kitap çıkarmak iyi bir şey. Bir kitap bir diğerine benzemiyor. Bazen bir dönemin kitapları birbirine benzeyebilir. Öykücülerde olsun, şairlerde olsun. Sonra üç-dört kitap, sonra insan farkına varır. Ya ben başka bir şey yazayım kafasına geçersin. Ama sen hepsinde başka şeyler deniyorsun. Özellikle metin içi oyunlar, dil oyunları, metinle ilgili şeyler... Ve hepsi yeni baştan ele alınmış...
Bir de orada şöyledir. Bazen, özellikle ilk iki kitapta olur bilirsin. O zamana kadar yazdığın öyküleri bir araya getirip, bir kitap haline getirirsin. Özel olarak o kitap için çalışmış değilsindir. Yıllar içinde yazdıkların vardır. Orada bile ben öykü kitaplarında da hep bir omurga isterim. O öykü kitabı bittikten sonra o omurganın, bir tren rayı gibi o rayın üstündeki manzaraları görsün isterim okuyucu. Dolayısıyla bir hat oluşturmaya çalışıyorum. Ya öyküleri öyle dizerim, ya öykülerin içindeki imgeleri öyle ararım. Ya da eğer bu yapıya uymayan bir şey varsa çıkarır atarım ve baştan çalışırım. Öykü kitaplarının da o yüzden bir çoğul dünyanın içinde tekil bir duygu bırakabileceğine inanırım. Öykü kitabını kapatırsın ve aklında bir şey kalır. Bir cümle kalır ya da bir his kalır. o his, çok dağınık bir yapıda oluşamaz diye düşünürüm. O öyküyü de alayım oradan, burada da bunu yazmıştım falan filandan oluşamaz diye düşünüyorum.
Tabii, tabii. Yani şimdi senin son kitabından da konuşacağız birazdan da, erkek hikâyeleri ya da erkekler hakkında hikâyeler... Daha önce okuduğum kitaplarından biri de Kediler Güzel Uyanır... Seninle karşılaşmıştık hatta. Yanımdaydı tam da kitap. Okullarda yazı derslerinde, yazı atölyelerinde bir sürü şey okutuyorum. Çünkü orada mesela Kediler Güzel Uyanır kitabında çok fazla şey vardır. Derste okutuyorum bu kitabı. Değişik arayışlar vardır. Kısa hikâyeler, farklı biçimler, üsluplar, arayışlar... Değil mi? Karbon Kopya'da da...
Karbon Kopya, bu anlamda en çok uğraştığım kitaplardandır ve yeniden oralarda olmak istiyorum. Çok özledim oradaki şeyi. Fakat orada da şöyle bir şey oldu, bazı dönemlerinde bir şey yapıyorsun. O bir şey yaftalanıyor ya... Mesela bir dönemde çok manası varmış gibi postmodern edebiyat diye bir şeye taktılar. Edebiyatta bir kavramsal karşılığı olmayan, dönemsel, felsefi bir şeyin Türkiye'deki yanlış okuması üzerine yaftalar yapıştırmaya başladılar ya, birazcık edebiyatının içinde üst kurmaca varsa birazcık varsa hemen biri çıktı buna postmodern dedi. Ben bundan o kadar korktum ve nefret ettim ki! Karbon Kopya döneminde bulduğum huzuru, yazma huzurunu bir daha bulamadım. Çok eğleniyordum çünkü. Karbon Kopya öykülerini yazarken ben evde bayağı kendi kendime gülüyordum. Sonra ilacımı alıp yatıyordum, sorun yok. Bu huzurdan kaçmak zorunda kaldım. Çünkü yaftalanmak çok kötü bir şey. Bir de olmayan bir şeyle yaftalanıyorsun. Anladın mı, öyle bir şey yok. Ama şeyi seviyorum. Aramayı seviyorum. Aramaktan oluşuyor zaten. Bu yolculuğu çok seviyorum.
Postmodern diye yaftalamak 80'lerde çıktı, 80'lerin hemen arkasından. Tabii karşılığı da daha çok politik bir karşılıktı. Yani şey gibi, eski hikâye, toplumcu gerçekçi, eleştirel gerçekçi ve o kalıpların dışında bir şey olarak. Ama şöyle bakıldı, eğer farklı bir şey yazıyorsan, çok da politik görülmüyorsa yazdıkların o zaman postmoderndi ve bu kaçış edebiyatıdır bir anlamda, denildi.
Tabii, tabii... Kolaycılık.
Üst sınıfın, üst dille kurduğu bir edebiyattır diye. Bu tabii romanda böyle oldu, öyküde böyle oldu. Şiirde de böyle oldu.
Şiirde kimler böyle yaftalandı?
Enis Batur, Lale Müldür de...
Ahmet belki yemiştir...
Yok Ahmet Güntan değil ama Seyhan Erözçelik yemiştir. Daha aklıma gelemyen isimler olabilir. Böyle bir şey oldu. Tabii en çok da mesela Murat Gülsoy'un başına gelmiştir. Murat için falan çok söylenirdi değil mi? Orhan Pamuk'u zaten biliyorsun. Söyleniyor. Kara Kitap'tan başlıyor.
O zaman Don Kişot ne oluyor diye soruyorum: Postmodern mi değil mi? Yazınsal ve türsel onu tartışırız.
Hatta biraz daha düşünürsen bizden de Ahmet Mithat Efendi'ye kadar götürülür.
Tabii, postmodern.
Neydi, Kapanda Üç Kaplan mı, o kitap değil mi? Yazarı İnfante miydi?
Evet, İnfante.
Yemek tariflerinden futbola her şey vardı içinde. Çok güzeldi onu okumak.
Yazmak da zevklidir. Yazmak da iyidir.
Not: Söyleşinin ikinci bölümü yarın sayfamızda olacak.