22 AĞUSTOS, PAZARTESİ, 2016

Aşk Çoğu Zaman Karman Çorman ve Kusurludur

Orange ve Man Booker ödülleri finalisti Sarah Waters’la, bu yıl Park Chan-wook tarafından beyazperdeye aktarılan ve Cannes’da büyük ses getiren romanı Ustaparmak’ı konuştuk.

Aşk Çoğu Zaman Karman Çorman ve Kusurludur

Bir yanda bebeklerin cinle uyutulduğu, çocukların bıçakla gezindiği, tekinsiz ziyaretçilerin kabul edildiği bir evde, annesi saydığı Bayan Sucksby’nin eteğinin dibinde, sadece “temiz” hırsızlık işleri yaparak büyüyen, öksüz-yetim Susan. Annesi hakkında cinayetten idama mahkum edildiği dışında bir şey bilmeyen, 17 yaşında, sıcakkanlı bir kız.

Diğer yanda çıt çıkarmanın günah sayıldığı dökük bir malikanede, amcasının devasa erotik kitap koleksiyonu işi için sekreterlik yapmak üzere, korkunç katı kurallarla yetiştirilmiş, insanlarla en küçük bir fiziksel temastan bile kaçınan Maud. Annesi hakkında, çocukluğunun ilk birkaç yılını geçirdiği akıl hastanesinde öldüğü dışında bir şey bilmeyen bir genç kız.

Bayan Sucksby’nin evinin kapısı, beyefendi olarak bilinen usta dolandırıcı Richard Rivers tarafından çalınınca, Susan’la Maud’un yollarının kesişeceği hikaye de başlamış olur. Beyefendi, karanlık bir malikanede tek başına büyüyen bu zengin kızı kendisiyle evlenmeye ikna etmek için Susan’ın yardımına ihtiyaç duymaktadır. Elbette bu vurgun planından Susan da kârlı çıkacaktır.

Sarah Waters’ın 1800’lerin sonunda, Londra’da geçen muhteşem tarihi suç romanı Ustaparmak hakkında daha fazlasını söylemek, gerilim ve heyecanla geçecek kim bilir kaç saati kesinlikle mahvetmek olur. Ancak bu gerilimin, okuyana tutkulu ve karanlık bir aşk hikayesi, dolayısıyla unutulmaz bir deneyim vaat ettiğini de eklemek gerek.

O yüzden sözü -uzatmadan- sorularıma yanıt verme nezaketini gösteren Sarah Waters’a bırakıyorum.

Ustaparmak matruşkayı andıran bir roman. Kahramanların neredeyse hepsinin görünen yüzünün ardında bir başkası yatıyor, her davranışlarının ardında bir başka niyet gizli. Üstelik hikayeyi iki kere, hem Susan’ın hem de Maud’un bakış açısından, bazı düğümleri çözerken bir yandan da yeni düğümler atarak anlatmışsınız. Romanı nasıl inşa ettiğinizi çok merak ediyorum…

Böyle bir romanı inşa ederken, hikayenin haritasını önceden çizmem gerekti. Hikayede büyük bir sürpriz var, başlangıç noktam da orasıydı: Bu sürprizin dört-beş ana karakteri içermesi gerektiğini bildiğimden, hikayeye dahil olacakları açıyı bulmalıydım; geriye doğru çalışarak her bir karaktere bu dahiliyet için bir motivasyon verdim. Fakat bunun hikayenin sadece ilk kısmı olacağını da biliyordum. Karakterler yola belirli niyetlerle koyulsalar da, süreçte hisleri değişiyor. Çarkları harekete geçiriyorlar; fakat bir süre sonra makinenin bir kısmı yepyeni bir yönde ilerlemeye başlıyor ve bu durum, diğer kısımları da etkiliyor. İş iyiden iyiye karmaşıklaşıyor! Yine de kafamda tüm hikaye hep açıktı (itiraf etmem gerekirse, bir dolu not almam gerekti). Ve nihayetinde, roman zengin bir konuya sahip olsa da, özünde duygularla ilgili. Sue ve Maud'la, kendileri hakkında öğrendikleriyle ve birbirlerine gösterdikleri duygularla ilgili. Kitabın kalbi burası, ben de yazarken hep buraya döndüm.

Sarah Waters

1800’lerin sonlarında, Londra’nın kirli arka sokaklarında geçen bir hikaye anlattığınız halde, okuyana tanıdık gelen o kadar çok duygu var ki Ustaparmak’ta… Sizin gözünüzle, karakterleriniz bugünün insanlarıyla nasıl bir paralellik gösteriyor? 

Bazıları hiç paralellik göstermiyor, tam döneminin insanları. Sue, Londra'nın suçla sıvanmış arka sokaklarında yankesiciler tarafından yetiştirilmiş, okuma yazma bilmeyen öksüz bir çocuk; Maud ise bir anlamda istismarcı amcası tarafından üst sınıfın izole dünyasında yetiştirilmiş genç bir varis. Viktoryen köklerinden şaşmayan, hakkıyla Dickensvari bir hikaye yazmak istiyordum. Yine de roman özellikle genç kadınlarca çok tutuldu, sebebininse hepimizin Sue ve Maud gibi, çeşitli zamanlarda, özellikle de gençken yaşadığı gibi, hayatta kendi yolumuzu bulma çabamız. Sue ve Maud ihanete uğruyorlar, kandırılıyorlar, fakat yine de hayatta kalmayı ve kendileri adına düşünüp hareket etmeyi öğreniyorlar. Masumiyetle başlayıp deneyimde sona eren bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu yolculuğu nihayetinde binlerce yıldır yapıyor insanlar, bu yüzden tarihi bağlamı ne olursa olsun hepimiz görünce tanıyabiliyoruz.

Ustaparmak’ta anlatılan aşk hikayesi o kadar doğal ve gerçek ki; Maud ve Susan bile başlarına geleni bir süre anlamıyorlar. Ayrıca Susan’ın da, Maud’un da bütün çıplaklıkları ve karanlık yanlarıyla, kusursuz değilse bile gerçek bir aşk yaşadıklarına şüphe yok. Aşk sizce nedir? 

Aşk olarak deneyimlediğimiz şeyin zaman zaman birçok farklı şeyi de barındırdığını düşünürüm. Birine bir eksikliğimizi kapattığı için ilgi duyarız veya hayatımızda belirli bir rolü doldurur; gerçek biri yerine bir fanteziye aşık oluruz. Fakat gerçek aşkta, bana kalırsa, basiretlilik oluyor. Hayatımızda sadece aşkın doldurabileceği bir boşluk olduğundan birinden hoşlanmak değil bu. Karşımızdaki kişiyi olduğu gibi görebilmek. Kısacası evet, gerçek aşk çoğu zaman karman çorman ve kusurludur; veya şöyle söyleyeyim, karman çormanlığı ve kusurları kaldırabilir. Bu durum hem lezbiyen aşk hem de heteroseksüel aşk için geçerli. Bu anlamda aralarında bir fark olduğunu düşünmüyorum.

Ustaparmak, evet, nefes kesici bir tarihi suç romanı. Ancak suçu da yeniden tanımlamayı gerektiren bir roman sanki. Çünkü (iki kadın arasındaki) aşk bile suç Ustaparmak’ta. Aynı şekilde, kadının özgürlüğünü istemesi de suç… Bu bakış açıyla, Ustaparmak için feminist bir roman diyebilir miyiz? 

Kendimi kesinlikle feminist olarak görüyorum ve kurgumun da feminist gündemi olduğunu umuyorum. Kadınların hayatlarına, hikayelerine saygılı bir ilgi duymak feminist bir harekettir: Kadınları tarihsel aracılar olarak ciddiye almaktır. Bu zaman zaman kadınları kurban olarak göstermek anlamına gelebilir çünkü kadınlar çoğu zaman daha büyük sosyal sistemlerce baskı altında tutuluyor, güçleri ellerinden alınıyor. Zaman zamansa bu sistemleri mağlup ettiklerini veya tersine çevirdiklerini göstermek anlamına da gelebilir. Ustaparmak'ta sonuncusunu yaptığımı umuyorum. Kitabımın bu anlamda ilham verdiğini düşünmek elbette hoşuma gider.

Biraz da Maud'un amcası için sekreterlik yapmasından bahsetmek istiyorum. Maud sadece gelecekte sahip olacağı servet açısından değil, erotik olarak da bir arzu nesnesi haline gelse de, kimse ona ne arzuladığını sormuyor. Kadınlar açısından ne yazık ki değişen bir şey yok o günden bu yana. Benimle aynı fikirde misiniz, merak ediyorum. Daha da önemlisi, bu gidişatı değiştirme şansımız olduğuna inanıyor musunuz? 

Roman bir porno koleksiyonu içeriyor, biz de pornoyla kafayı bozmuş bir dünyada yaşıyoruz; içinde yaşadığımız dünya, çoğu erkeklerce yaratılmış seksüelize resimlerle dolu. Ustaparmak aracılığıyla sorgulamak istediğim bazı konular şunlar: Kadın cinselliğinin temsili erkeklerce kontrol ediliyorsa, bu kontrolün kadınlara geçmesi mümkün mü (ve istediğimiz bir şey mi)? Kadınlarca yazılmış porno istiyor muyuz? İstiyorsak, neye benzeyebilir? Romanda lezbiyen aşkın rol oynadığı, pornografik bir geleneğe şahit oluyoruz, fakat bu her zaman heteroseksüel ana yemekten önce gelen, iç gıcıklayıcı ordövr. Kadın karakterler önce geleneği kendi gündemlerine uygun olacak şekilde manipüle edebilse de, günün sonunda bunun ötesine geçerek yepyeni bir şey hayal etmek zorunda kalıyorlar. Bence şu anda kadınların (ve erkeklerin) karşılaştığı bir güçlük bu: Kadın arzusunu gerçeğe sadık, cinsiyetçi olmayan bir şekilde nasıl temsil ederiz? Bu elbette heyecanlı bir güçlük. Karşısında korkuya kapılmamıza gerek yok.

Viktorya dönemini anlatırken kendinizi evinizde hissettiğiniz aşikar. O sokaklar, o insanlar, dönemin dili ve atmosferi o kadar canlı, renkli ve gerçek ki! Böylesine zengin bir roman yazmak muhakkak çok çalışmayı gerektirir!

Romanlarım için çok araştırma yapıyorum ve bu araştırmadan keyif alıyorum. Aslına bakarsanız benim için geçmişte geçen kurgu yazmanın lükslerinden biri, o döneme kendimi adamam, o dönemi tanımam, o dönemle mest olmamdır. Viktorya dönemi öğrenmesi ayrıca zevkli bir dönemdi, özellikle de Ustaparmak'ın geçtiği 1860'lar, çünkü o zamanlarda destansı bir yön var: Büyük sanayi, büyük binalar, büyük, gotik kuruluşlar var; hatta zamanın modası bile büyük; boneler, şapkalar, devasa etekler... Kısacası kostüm ve günlük hayat tarihine, fotoğraflara, resimlere aktım. Kır hayatını, yasadışı hayatı, akıl hastanelerinin nasıl çalıştığını, kısacası kitapta geçen her şeyi araştırdım. En önemlisi de, döneme ait romanlar okudum. Bu dönemde sansasyon romanları çok yazılmış, mesela Wilkie Collins'in The Woman in White'ı melodram, aile içi şiddet, aile sırrı doludur. Bu türe sadık kalacak, fakat yine de modern bir aklıselimlik de getirecek bir roman yazmaya çalıştım.

Kadın bakış açısıyla, (özellikle) tarihi romanlar yazmanızla tanınıyorsunuz ve elbette yazar olarak bu seçimi yapmanızın bir nedeni vardır…

Doktora derecem için çalışırken tarihi kurguyla ilgilenmeye başladım. Tezimi on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren İngiliz edebiyatında 'eşcinsel geçmiş' fikri üzerine yazdım. Araştırmamın parçası olarak Viktoryen eşcinsel yeraltına baktım ve insanı kendine hayran bırakan birçok hikayeyle dolu olduğunu anladım: erkek seks işçiliği, feminist siyaset, cross-dress (karşı cinsin kıyafetlerini giyme)... Tezimi bitirirken bunlarla ilgili bir roman yazmak istiyordum ve böylece ilk romanım Tipping the Velvet ortaya çıktı. Çoktan kurgu yazmaya, geçmişe bakıp buradan daha önce sıkça anlatılmamış hikayeleri çıkarmaya tutkun olmuştum. Kadının tarihi beni ayrıca büyülüyor çünkü resmi kayıtlarda izini pek bırakmamış; hesaba katılamayacak kadar "ev içi" görülmüş hep. Hayata geçirmek istiyorsanız hayal gücünüzü çalıştırarak boşlukları doldurmanız gerekiyor. Bu zorluk da benim hoşuma gidiyor.

Park Chan-wook, romanınız Ustaparmak'ı Handmaiden adıyla sinemaya uyarladı. Filmi izleme şansınız oldu mu acaba? Filmle kitabınız arasında bir kız kardeşlik kurabildiniz mi? 

Filmi izledim, çok da beğendim ve evet, filmle kitap kesinlikle yakından bağlantılı. Park Chan-wook dönem, yer, kültürel referanslar gibi birçok bileşeni değiştirse de, benim yazdığım şekliyle hikaye, filmin temelinde kalmış ve benim bakış açımdan daha da önemlisi, film romanın ruhuna bağlı kalarak, kendi yıkıcı amaçları için plan yapan erkekleri manipüle eden kadınları göstermiş. Bence feminist bir film olmuş. Ayrıca görsel olarak da çok etkileyici!

0
8477
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage