Thomas Hardy’nin Tess of the D’urbervilles romanını düşünün; Nastasya Kinski’nin başrolü oynadığı filmi hatırlayın ya da. Kadın kahraman aşk kurbanıdır.
Yazar bunu simgeleştirmek ister gibi, romanın sonunda Tess’i bir sunak taşının üzerinde uyuya kalmış halde gösterir, namusunu temizlemek için cinayet işledi, ona tecavüz eden adamı öldürdü, şimdi polisi bekliyor, idamı bekliyor.
Sevdiği erkek yanında, onu uyurken izliyor, sonunda geri dönüp onunla evlendi ama çok geç, olan oldu bir kere, erkek onu zamanında koruyamadı, terketti, sırt çevirdi, Tess kendi başına ayakta durmaya çalıştı. Sonunda kavuşsalar da gelecekleri yok artık. Sınıfsal ayrım mı, toplumsal örf mü, kader mi, cinsiyet eşitsizliği mi? Bir şey ayırdı onları bir kere, geri dönüş yok. Aşk bir kez daha kurban aldı.
Aşk hep böyle kurban mı ister? Anna Karenina intihar eder, Emma Bovary intihar eder. Jay Gatsby işlemediği bir suçu üstlenir ve kendini feda eder, sırf sevdiği kadını kurtarmak için. Zengin kız fakir oğlan, ya da fakir kız zengin oğlan, hep bir uçurum vardır aralarında. Kimsesiz Heathcliff de tıpkı yoksul Gatsby gibi para kazanıp aşkına geri döner ama çok geç olmuştur, sevdiği kız onun olamaz artık, başkasıyla evlenmiştir; Jane Eyre karanlıkta aşkının feryatlarını duyup ona koşar, ama bir açıdan gene çok geçtir, Rochester’in hayatı değilse bile gözleri ve onuru kurban edilmiştir aşka. Sadece kadınlar değil, bazen erkekler de aşkın kurbanı olur.
Margeurite Duras’nın Sevgili romanında, Fransız genç kızla Çinli adamın asla evlenemeyecekleri bellidir, gelecekleri yoktur, ırkıçılık üzerinden hem kirli bir alışveriş gerçekleşir o aşkta, hem masum ama umutsuz bir arayış vardır. İki sevgili de elle tutulmaz ama çok önemli bir değeri, masumiyetlerini kurban ederler o aşka, hem de bilerek, çünkü yaşamak için başka çareleri yoktur.
Çinli adam için beyaz kadın ulaşılmaz bir hedeftir. Yıllar sonra Paris’te karşılaştıklarında, “Sizi daima sevdim, hiç unutamadım” diye itiraf edişinde o uçurum, o dokunaklı özlem yüreğimize işler.
Aşk hep kurban mı ister? Öyleyse, niçin?
Aşk neden acıtır? Bu isimle yazdığı kitabında, sosyolog Eva Illouz ilginç bazı noktalara değiniyor.
On Dokuzuncu Yüzyıl edebiyatına, özellikle Jane Austen’in romanlarına bakarak, o dönemdeki aşk ve mutluluk anlayışıyla modern aşk arasındaki farklara değinmiş.
Kadınlar için uygun davranış kalıplarının hala biraz sıkı olduğu bir dönem On Dokuzuncu Yüzyıl, mesela kadınların bisiklete binmesi henüz hoş görülmüyor ya da yanlarında refakatçi olmadan gezmeye çıkamıyorlar. Erkeklerin birtakım sözleri verebildiği ve o sözleri tuttuğu bir dönem -yani etrafta güvenilir erkekler var, istisnalar olsa da. İsteklerle beklentiler birbirinden çok uzak değil. Kişisel duygularla toplumsal değerler arasında belli bir uyum göze çarpıyor. Aşk ve evlilik konusunda alış-veriş gayet açık ve dengeli.
Karl Marx metayı ve sermayeyi nasıl açıkladıysa, Jane Austen de aşk piyasasını, eşit olmayan bireyler arasındaki rekabeti aynı maharetle gözler önüne seriyor. Ama bir önemli farkla: Jane Austen’in aşk piyasasında, Marx’ın meta ve emek piyasasının tersine, herkes hak ettiğine kavuşuyor sonunda, üç aşağı beş yukarı.
Halbuki bugün, modern aşkta, çok daha vahşi koşullar egemen. Bireysellik doruğuna ulaşmış, her şey kişisel mutluluğa endekslenmiş. İstekler sınırsız, beklentiler ölçüsüz.
Olduğumuzdan çok daha özgür sanıyoruz kendimizi, tüketim toplumunda mal seçer gibi, aşkta da istediğimiz kişiyi seçebiliriz sanıyoruz. Kişisel güzellik ve cinsel cazibe, sanki akıldan veya karakter sağlamlığından daha önemli. Günümüzde cinsel cazibe, 19. yüzyılda olduğundan çok daha meşru bir gerekçe, aşk ve mutluluk için. Neredeyse en önemli gerekçe. Kişilik, aile ve çevreden bile önemli. Bir yandan duygusal yakınlık istiyoruz, bir yandan bağımsız olmak istiyoruz. Arzularımız çelişkili.
Sanki sınıfsal ayrımlar kalkmış, toplumsal kurallar gevşemiş. Zengin, ünlü kadın şoförüyle evleniyor, yahut zengin veliaht prens, sıradan bir halk kadınıyla hayatını birleştiriyor. Fakat sonunda ayrılıklar daha vahşi, boşanma gündelik, çekilen acı sanki çok daha büyük. Adeta vahşi kapitalist bir aşk piyasasındayız. Aşırı uçlarda dolaşıyoruz. Bir yanda eşitsizlikleri örten romantik, bireysel aşk hayali var, iki kişi birbirini seviyorsa her engeli aşar diye bir inanç var; diğer tarafta kuralsız ve ölçüsüz bir haz ve mutluluk arayışında çok daha büyük aşk acıları yaşanıyor.
Eva Illouz’a göre, bu vahşi ortamda kendimizi korumak için elimizdeki tek silah ironi –aşka alaycılıkla, mesafeyle, şüpheyle yaklaşıyoruz, kendimizi savunmak için. Ama şüphecilik bu sefer bağlanmayı imkansız kılıyor. Bir yandan da romantik aşka eskisinden çok inanıyoruz, sonra gidip internette eş seçiyoruz, mal seçer gibi.
İroni ve şüphecilik, bizi aşk için gerekli inançtan uzaklaştırıyor; tüketici özgürlüğü ise, aradığımız mutluluğu birkaç tıklama sonra bulacağız gibi bir yanılsamaya sürüklüyor bizi. Sanal dünyayla gerçeklik birbirine karışmış.
Galiba, modern aşkta, bireysel seçme özgürlüğümüzü çok geniş sanarak, büyük yanılgılara sürükleniyoruz. Aşk hep kurban mı ister sorusunu kendime sorduğumda ve bu soruyla dünya edebiyatındaki aşk romanlarına baktığımda, son yıllarda okuduğum en tuhaf aşk romanı, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi geldi aklıma.
Hayatımın en mutlu anıymış, diye hikâyesine başlayan Kemal, ataerkil bir kültürün erkeğe verdiği geniş sorumsuzluk alanında, sosyal dengi olmayan bir kadını ısrarla isteyerek, o kadının hayatını mahvediyor sonunda. Ne ondan vazgeçecek güce sahip, ne de her şeye rağmen onunla evlenecek cesarete.
Sonunda bunu başardığı zaman, iş işten çoktan geçmiştir. Füsun ne erkek dünyasına ne de kendi ihtiraslarına karşı kendini savunabilmiştir. Hardy’nin romanında Tess ne kadar kurbansa, Pamuk’un romanında Füsun da o kadar kurbandır aslında. 1870’lerin İngilteresi ile 1970’lerin Türkiyesi arasında çok da fark yok bu açıdan. Halbuki Jane Austen’in roman dünyasında olsaydık, bu iki kişi ya daha baştan birbirlerine uygun olmadıklarını anlar, ya da çok erkenden hüsrana uğrayıp başkalarıyla evlenirlerdi.
Eva Illouz, Aşk Neden Acıtır kitabında bu noktayı sosyolojik açıdan ele almış.
Günümüzde Freud’cu ve bireyci kültürün kodlarına o kadar kapılmışız ki, aşkta başarısız olduğumuz zaman kabahati kendimizde, çocukluğumuzda, bireysel psikolojide, sevme veya güvenme sorunlarımızda arıyoruz. Halbuki aşkta mutluluğu yahut düş kırıklığını hâlâ en çok belirleyen şeyler, kültürel kodlar ve sosyal koşullardır, diyor. Sonra da ilginç bir şey ekliyor: Romantik aşk hayalini hâlâ yaşatarak, toplumdaki eşitsizlikleri gizliyoruz, özellikle kadın erkek arasındaki eşitsizliği örtüyoruz, halbuki romantik aşk hayali bu eşitsizliklerin tekrar tekrar üretilmesine hizmet ediyor, diye bir sonuca varmış.
Sonra da, bir ilginç noktaya daha işaret ediyor. Hani, 19. yüzyılda ya da en azından Jane Austen’in roman dünyasında, erkekler daha güvenilirdi, toplumun onlardan beklediklerini yerine getiriyorlardı demiştik. Bir söz verirlerse, o sözü tutuyorlardı. Günümüz erkekleri ise pek söz vermeyi sevmiyorlar. Bağlanmakta zorlanıyorlar. Duygularını gizli tutuyorlar, kendilerini ele vermekten kaçınıyorlar. Bu yaklaşım da onlara önemli ölçüde bir egemenlik ve kontrol gücü sağlıyor. Kadınlar ise hâlâ çok sevilmek, değer verilmek, biricik olmak, o erkek için “çok özel” olmak peşindeler.
Bunu düşününce, aklıma çok farklı bir örnek geldi edebiyattan. Sine Ergün’ün Bazen Hayat adlı öykü kitabını hatırladım. 2013’te Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan bu güzel kitaptaki bir öykünün adı “Hayatımın En Güzel Günü”.
Az önce sevişmiş bir kadınla bir erkek yastık sohbetindeler. Erkeğin geçmişte birkaç gün için yoluna çıkan, cinsellik bile yaşamadığı ama büyülendiği bir kadına duyduğu hislere kafayı takmış şimdiki kadın –erkek, “Hayatımın en güzel günüydü” diye tanımlıyor o büyülü karşılaşmayı; kadın, benimle de aynı mı diye soruyor; erkek seni tanıdıkça sevdim diye kaçamak cevap veriyor, kendini fazla açmıyor, savunmada. Kadın, bu erkek için o kadar özel olmayacağını anlayarak, bir şeyin sonuna geldiği duygusuyla doğruluyor yataktan. İşte bir aşk acısı daha.
Eva Illouz’un sosyolojik açıdan irdelediği modern bir durumu, edebiyatta enfes özetliyor bu kısacık, bir buçuk sayfalık öykü. Kadın savunmasız, erkek ise kırılgan ve hep savunmada. Aşk neden acıtır sorusuna güzel bir yanıt.
Eva Illouz haklıysa, bireysel seçim koşullarımız farklı görünse bile aşkta mutluluğu veya acıyı hâlâ toplumsal gerilimler, kültürel kırılma noktaları belirliyorsa, 19. yüzyıl ile günümüz arasında çok da bir şey değişmemiş diye düşündüm sonuçta.
Öyle düşününce de, hem modern-öncesi diyebileceğimiz bir aşkı, hem de gayet modern bir aşk öyküsünü aynı ustalıkla anlatan Sabahattin Ali geldi aklıma.
Kuyucaklı Yusuf, haksızlığa uğramış, kanun dışı olmuş, sevdiği kızı umutsuzca kaçırmış haliyle, neredeyse tipik bir 19. yüzyıl aşk kurbanıdır; ama Kürk Mantolu Madonna’ya âşık olan Raif Efendi, alabildiğine modern bir kahramandır. Bireysel zaaflar, toplumsal gerilim noktalarına takıldığı için aşk acıtır bu romanlarda ve sonunda aşk her zamanki gibi kurban alır.
Belki de böyle bir kozmik yasa var hayatta. Her on mutlu aşk yahut makul evlilik hikâyesine karşı, kurban isteyen bir trajik aşk öyküsü duyacağız her zaman.
Evet, aşk hep kurban ister, çünkü aşk bireyle toplumun kesiştiği en duyarlı fay hattında duran en sarsıcı deneyim. Kendimize verdiğimiz değerle, başkalarının bize verdiği değer arasında, gerçek değerimizi aradığımız, tuzaklarla dolu bir alan. Sosyoloji ne kadar açıklayıcı olsa da, öyle sanıyorum ki edebiyat daima bu fay kırığının en etkili tanığı olacak.
Gene de, Eva Illouz’un Aşk Neden Acıtır adlı çalışması Türkçeye kazandırılmayı bekleyen ilginç bir kitap bence.
(Eva Illouz, Why Does Love Hurt? Polity Press, 2012)