Y.Ü.K., özellikle kadınlar olarak, içinde yaşadığımız bu şiddet ve ayrımcılık ortamında bir farkındalık yaratabilecek, sorular sordurabilecek ve bazı şeylerle yüzleşmemizi sağlayabilecek bir kitap. Üstüngel Arı ile okumaktan son derece keyif alınan ama bir yandan da keyif kaçıran yeni romanı üzerine konuştuk.
Pek çok şeyin iyiye doğru gitmediği bir zamandayız yazık ki… Etrafımızı günden güne saran bir şiddet dili hâkim her yerde, işin kötüsü bu şiddet yalnızca dilde değil… Ülkemizin hatta içinde bulunduğumuz coğrafyanın tamamında, her gün karşılaşacağımız kesin olan bir şey oldu artık ayrımcılık, şiddet ve buna bağlı gelişen olaylar…
Fakat böyle bir durumda bile bir umut var. Çünkü, neyse ki, hâlâ edebiyat ve sanat var, bu edebiyat dünyasında filizlenen pırıl pırıl genç kalemler var. Üstüngel Arı da bu yeni kuşak yazarlar içinde öne çıkan bir isim. İlk kitabı Hikayesi Olan Ölüler ile kendinden söz ettirdi, şimdi de yeni romanı Y.Ü.K. ile bizlerle buluştu.
Hikâyesi Olan Ölüler ile hızlı bir giriş yapmıştınız edebiyat dünyasına, şimdi Y.Ü.K. geldi ve bu roman da oldukça ilgi çekeceğe benziyor. Siz memnun musunuz halinizden?
Halimden memnun olduğum gün, bitermişim gibi hissediyorum. Sadece yazmakla ilgili söylemiyorum bunu. Genel, hayatın birçok alanıyla ilgili olarak böyle hissediyorum. Çünkü memnuniyet, rutini kabul ettirir. Memnun değilim. Hiçbirinden ve hiçbir şeyden memnun değilim. İşimden, ülkemden, yaşadığım şehirden, metrobüsten… Umarım günün birinde memnun da olmam. Çünkü iyiye giden neredeyse hiçbir şey yok. Halimden memnun olursam, halim orada olmaya devam etmek ister. Haliyle iyiye giden daha az şey kalır geriye. Rutinleşirim. Aynılaşırım. Sıradanlaşırım. Aynılaşmak, üretici-tüketici açısından bakıldığında bir yanıyla güven vericidir aslında. Starbucks’tan bir americano siparişi verirken, gelecek olan americanonun daha önce Starbucks’ta içtiğin americanolarla aynı olacağı beklentisiyle verirsin siparişi. Kahve alırken problem yok. Ama sanatta benzer bir kaygı içine girilirse sanatçı artık üreticiden ziyade, tıpkı bir fabrika gibi seri üretici olmuştur. Seri üretimden de ancak ürettiğinden memnun olmayarak kurtulabilir. Tabii artık bunun için yeterince geç kalmamışsa.
Kitabınız çıktıktan sonra, “Oh be!” deyip bir süre herhangi bir şey yazmaz mısınız yoksa hemen yeni hikâyeler aramaya mı başlarsınız? Yazarlığın tatili oluyor mu?
Kitap çıktıktan sonra değil de, asıl “Oh be!”yi dosyayı yayınevime teslim ettikten sonra dedim. Bu da gerçi, “Oh be! Kurtuldum” gibi bir rahatlamaya karşılık gelmedi bende, özellikle de Y.Ü.K.'te. Hikâyesi Olan Ölüler'in yazım süreci üç ay sürmüştü. E, bir de ilk kitap heyecanı. İnsan bir an önce okurla buluşsun istiyor. Fakat Y.Ü.K.'ü bir yıla yakın sürede yazdım. Dosyayı teslim ettiğimdeyse kendimi bir yıllık bir ilişkiden çıkmış gibi hissettim. Bırakasım gelmedi. Zor ayrıldım. Yas tuttum. Haliyle yenisini aramaya başlamak çok kolay olmadı.
Yazarlığın tatili olur mu; ayinsel bir süreç değilse yazar için, olur tabii. Çünkü yazmak zihinsel olduğu kadar fiziksel de bir eylem. Aklında dünyanın en iyi hikâyesi de olsa, o masanın, o bilgisayarın, o daktilonun, o kalemin, o kâğıdın başına fiziksel olarak da geçmen gerek. Benim tatillerim genelde o masanın başına geçmek istemediğimde oluyor.
Y.Ü.K. için nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz? Nelerden beslendiğinizi düşünüyorsunuz yazarken? Ya da bilinçli bir beslenme mümkün mü yazar için, yoksa kendiliğinden mi oluyor bu işler?
Hazırlıktan ziyade bir karar verme süreci geçirdim. Anlatmak istediğim hikâyeler vardı ama hangisini anlatacaktım? Hikâyesi Olan Ölüler'de -ilk soruda bahsettiğim- beni memnun etmeyen şey neydi? Onun üstüne çıkabilir miydim? Nasıl çıkabilirdim? Süreç biraz böyle başladı ama yolda da hikâye oldukça değişti, gelişti, olgunlaştı ve meyvesini bu bir yıllık yolculuğun içinde verdi diyebilirim.
Hikâyenin içerdiği konuyla ilgili beslenmek içinse televizyonu kapatıp pencereden dışarı bakmam yeterli oldu. Bu kitapta ne var? Aşk var. Tıpkı pencerenin dışında da olduğu gibi. Bu kitapta ne var? Şiddet var. Tıpkı pencerenin dışında da olduğu gibi. Bu kitapta ne var? Kadın var, taciz var, tecavüz var, şiddet var, intikam var, kan var, ölüm var… Bunlara alışığız. Her gün sokağa çıktığımızda tüm bunların içinde yaşıyoruz. Öyle ki Twitter’ı açıp sayfayı sadece tek bir kez aşağı kaydırsak, şu saydıklarımın hepsiyle ilgili bir habere mutlaka rastlarız. Bu ülkede maalesef çok klişe ama sanatçı için sokağa bakmaktan daha iyi bir beslenme yöntemi yok. Keşke olsa. Ben de isterim her yerde çiçekler açsın, ben de “Çiçekler Kimin İçin Açıyor” diye aşk romanı yazayım. Kim istemez. Ama işte yazmak ya da genel anlamda sanatsal bir ürün yaratma arzusu, bir tarafıyla dert edinmekle de ilgili geliyor bana. Çünkü sanatçı işgüzardır. Dert etmez, dert edinir. Neyi dert edindiği de nihayetinde kendiyle ilgilidir. Haliyle önce kendinden beslenir. Fakat yazar için bilinçli bir beslenme de elbette mümkün ve hatta gereklidir de. Kendinde olan, kendiliğinden olan bir şeyler mutlaka vardır ve onlara güvenilebilir. Onlar yazarı bir müddet yükseltecek ve hatta belki atmosferin dışına bile çıkaracaktır ama uzaya çıkmak için takviye güç de gerekir. Zira oturduğu yerden başarıya ulaşabilen iki canlı vardır: Tavuklar ve Stephen Hawking. Bu ikili arasından uzaya hangisi kadar çıkmak istediğine, biraz da o takviye güçler karar verir.
Genç bir yazar olmak, edebiyat dünyasında yer edinmek ne kadar zor? İnsanların sizden bir şeyler beklediklerini düşünüyor musunuz? Ya da bu beklentileri karşılamaya çalışıyor musunuz?
Edebiyat dünyasında yer edinmek ne anlama geliyor, çok emin değilim. Daha geçtiğimiz günlerde bir üniversitenin "Edebiyat ve Felsefe" söyleşisi için Yunus Günçe davet edildi mesela. Belli ki herkesin edebiyat dünyasıyla ilgili bir fikri ve karmaşası var, tabii ben de dahilim buna. Dolayısıyla bu dünyada nasıl yer ediniliyor, yer edindim mi, yer edinmenin beş şartı nedir gibi bilgilerim yok. Bu, “bakın bir roman yazdım ve Türk edebiyatında yer edindim”den ziyade bir süreç gibi geliyor bu bana. Zamanla, iyi işler de ortaya koyuyorsan, adın zaten artık o dünyadan ayrı anılmayacaktır, dolayısıyla süreç içerisinde yer edinmiş olacaksındır. Kendi adını idefix’te aratıp bir ürünle karşılaşmak, senin edebiyat dünyasında yer edindiğin anlamına gelmemeli. Bu, zamanla görülecek bir süreç.
Beklenti karşılama konusuna gelince de şunu söyleyebilirim, benim yarışım her şeyden önce kendimle. Kendimden o kadar çok şey bekliyorum ve bu beklentilerimi o kadar karşılayamıyorum ki, başkalarının beklentileri ister istemez ikinci planda kalıyor.
Sizce Y.Ü.K. nasıl bir roman oldu? Elinize basılmış ilk örnek geldiğinde, “İşte bu!” dediniz mi?
Dedim, çünkü kapak görseli çok başarılıydı. :) Nasıl bir roman olduğu konusunda kendimi ölçüt alıp konuşursam, iyi bir roman oldu diyebilirim çünkü iki romanım var ve romanlarım içinde en iyisi bu. :) Bunun dışında okurun gözünden bakmaya çalışarak kendi romanımı değerlendirmek istemem.
Y.Ü.K. dolu dolu bir kitap olmuş; sorgulatıcı hatta yüzleştirici… Gündelik yaşamımızda, haberlerde, sosyal medya paylaşımlarında belki onlarcasını gördüğümüz ve bir o kadarına kayıtsız kaldığımız olaylara tanık oluyoruz. Fakat romanı okurken bunları düşünmek zorunda kalıyoruz, o durumun içinde kalsak ne yapacağımızı düşünmek… Sizin amacınız da bu muydu yazarken?
Okurken eğer o karakterle eşleştirebiliyorsak kendimizi ya da anlatımın içinde kendimize yer bulup o durumda kalsak ne yapacağımızı düşünüyorsak, bu aslında gündelik hayatta gördüğümüz olaylara o kadar da kayıtsız kalmadığımızın göstergesidir belki de. Sadece gündelik hayat, gündelik oluşu gereği, bizi kayıtsızlaştırıyor yahut kayıtsızmış gibi gösteriyor olabilir ama bu, yaşananların farkında olmadığımız, onları önemsemediğimiz, onlara kulaklarımızı tıkadığımız anlamına da gelmez. Ne olursa olsun kendimizi gördüğümüzle, izlediğimizle, okuduğumuzla eşleştirip onunla bir duygu alışverişinde bulunabiliyorsak zaten o dünyadan sandığımız kadar uzakta değilizdir bana göre. Bir şekilde o dünyanın içinde, o dünyanın parçasıyızdır. Kendi adıma konuşmak gerekirse, “Evet, bu amaçlarından biriydi,” diyebileceğim bilinçli bir karar mıydı ya da zaten bu kendi başına bilinçli bir karar olabilir miydi, bilmiyorum. Okurun okurken yaptığını ben yazarken yapmaya çalışmış olabilirim tabii. Siz okurken karakterin yerine kendinizi koyuyorsanız, yazar onu yazarken o karakterin kendisi oluyordur. E, bunu karşı tarafa geçirebiliyorsam da ne mutlu banadır.
Bana göre sizin de dahil olduğunuz genç kuşak daha duyarlı, daha farkında her şeyin… Kitabınızı kadınlara ithaf etmiş olmanız da bir farkındalığın sonucu diye düşünüyorum. Zaten kitapta işlediğiniz konu itibarıyla da kadınların ülkemizdeki en büyük sorunlarından birine değiniyorsunuz. Kadınlar, ne yazık ki, ülkemizde çok erken tanışıyor tacizle, hatta tecavüzle ve erkekler (daha doğrusu “egemenler” demeliyim belki de) bunu görmezden geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Evet, kitabı kadınlara ithaf ettim hatta tam da söylediğinize uyan şekilde Nâzım’ın dizeleriyle, “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen tüm kadınlara adanmıştır” diyerek ithaf ettim. Çünkü maalesef evet, bu ülkede soframızda yeri öküzümüzden sonra geldiği için kadınlar, yalnız cinsel tacizle, tecavüzle değil aynı zamanda büyük psikolojik tacizlerle, tecavüzlerle de mücadele ediyorlar. Hem de her gün ve her dakika. Bir erkek olarak benim bunları söylemem çok basit. “Tabii ki farkındayız”ın altını ben ne kadar doldurursam doldurayım, bir tarafıyla hep boş kalacak. Çünkü bir noktasıyla farkında değiliz. Evine gitmeye çalışırken vahşice öldürülen biz değiliz, şort giydik diye tekmelenerek öldürülmeye çalışılan biz değiliz, giydiğimiz bir etek yüzünden bakışlara maruz kalan biz değiliz… Diyelim ki hadi bunlar, haberlere konu olan marjinal örnekler. Daha gündelik düşünelim; sadece bir cinsiyete sahip olduğumuz için işyerinde her gün duygusal saldırılara, ayrımcılıklara, mobbinglere katlanan da biz değiliz. Okuduğumuz haberlerin yüzlerce katı kadar okumadıklarımız var, çünkü bir habere konu olacak kadar ileri gitmemiş ayrımcılık/şiddet olayları yaşanıyor her an çevremizde. Dolayısıyla kadınların uğradığı fiziksel yahut psikolojik şiddete olan algımız, bir noktasıyla hep kapalı, bir noktasıyla hep eksik, bir noktasıyla hep sakat. Ülke gidişatına bakıp var olan bu durumun daha iyi istikamete gitmediğini görmek içinse ne yazar olmaya gerek var ne de başka bir şey. Biraz kulağımızı kabartsak, çığlıkları zaten duyacağız.
Taciz, tecavüz haberlerinin ayyuka çıktığı bir dönemden geçiyoruz ne yazık ki, siz de kitabınızda bu konuyu derin bir biçimde işliyorsunuz. Peki, sizce bu olayların bu kadar artmasının nedeni ne?
“Olaylar umarım artıyordur,” demek isterim çünkü artıyor olması en azından bir dönem daha az olduğu anlamına gelir. Bana kalırsa şu an artmakla birlikte daha görünür hale gelmiş olması gibi bir durum da söz konusu. Örneğin, ben Zonguldaklıyım, geçtiğimiz günlerde Zonguldak’ta bir kız yurdundan öğrencilerin kaçırılmasıyla ilgili haber okudum. Sosyal medyada yankı buldu, protesto edildi ve bunların ardından bir tutuklama geldi. Bundan on sene, on beş sene önce sosyal medya aktif değilken kimse kaçırılmıyor muydu yoksa insanların kendi başlarına gündem oluşturabilecekleri platformları mı yoktu? Maalesef ikincisi daha akla yatkın geliyor. Bu olaylarla ilgili bir artış olduğuna şüphe yok fakat aynı şekilde gündeme gelişlerde de bir artış var. Yani aslında ne kadar boktan bir yerde ne kadar boktan insanlarla birlikte yaşadığımızı yeni yeni öğreniyor gibiyiz bana kalırsa. Çünkü geçmişten de çok fazla haber gün yüzüne çıkıyor bugünlerde. “20 yıldır bu köyde yaşananlar akıllara durgunluk verdi” benzeri bir habere -spesifik bir gün bile vermiyorum- son 10 gün içinde mutlaka rastlamışızdır örneğin. Gerçi son günlerde, parlamenter sistemin hangi aksaklığı sebebiyle toplumsal istikrarı başkanlıkla sağlayacaklarını geçerli argümanlarla dile getiremeyen siyasetçileri dinliyoruz ağırlıklı olarak ama yine de rastlamışızdır.
Şu an özgürlüklerin kısıtlandığı, farklı seslerin zorbalıkla susturulduğu, televizyon kanallarının kapatıldığı, gazetecilerin, akademisyenlerin, sanatçıların işlerinden uzaklaştırıldığı yahut hapse atıldığı, kendinden olmayana yaşama hakkının bile tanınmadığı bir dönemden geçiyoruz. Daha kapalı, daha Ortadoğu’yu ve İslam kültürünü sahiplenen bir topluma doğru evriliyoruz. İşin kötü tarafı, bu zihniyetin iktidar tarafından da üstü kapalı ya da değil, destekleniyor oluşu. Yani başbakan çıkıp, “Tekme atmak olmamış, rahatsızlığını mırıldanabilirdi,” derse, o tekmeler atılmaya, o herifler de adliyeden gülümseyerek çıkmaya devam eder, bunun okumasını yapmak için sosyolog olmaya gerek yoktur. Çünkü gülmek hakikaten devrimci bir eylemdir ve o herif bilinçli ya da bilinçsiz, devrimci bir motivasyonla yapmaktadır bunu. Çünkü istenilen ya da tepedekilerin, istiyoruz diye lanse ettikleri toplum ve hayat zaten bu işte. Gülümseyerek çıkarsın adliyeden çünkü iyi bir şey yapmışsındır toplumun için. Çünkü herkes sınırını bilmelidir. Çünkü kadın, kadınlığını bilmelidir. Çünkü ahlaklı olunmalıdır. Çünkü kadın bedeni insanı ahlaksızlığa yöneltir. İşte bu düşünce yapısı desteklenmeye devam ettikçe taraftarını da bulacaktır ve zamanla kitleler kendini bu sistemin askeri sayıp, tekme atmayı da, dövmeyi de, yaralamayı da, öldürmeyi de kendine hak görecektir. İşin daha da kötü tarafı, bunu yaparken yanlış bir şey yaptığının farkında olmamasını bırakın, aksine, ülkesine, vatanına, milletine, geleneğine, göreneğine, dinine, “köklü” geçmişine de hizmet ettiğini düşünecek, kendi çapında bir katharsis’e ulaşacaktır. Kısacası iktidar ya da egemen düşünce yapısı, söylemini değiştirmediği müddetçe -değiştireceğine dahi en ufak bir umut kırıntım yok- tüm bu yaşananlar maalesef katlanarak artmaya devam edecek gibi görünüyor.
Biraz da şeytanın avukatlığını yapmak istiyorum, küçücük bebeklere bile tecavüz edilen bir coğrafyada, içinde benzer bir dram barındıran bir kitap yazmak bu durumdan faydalanmak istemek midir?
Bu durumdan faydalanmaktan ziyade, bu durumdan etkilenmek diyebilirim. Örneğin Hikâyesi Olan Ölüler'de de hatırı sayılır bir bölüm, seksenlerde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlardan, dönemden, işkencelerden bahsetmiştim çünkü her ne kadar o dönemi yaşamamış olsam da seksenleri bedel ödeyerek geçirmiş bir ailede büyümüş biri olarak bunlardan etkilenmiştim. Faydalanmak biraz kötücül tınısı olan bir kelime. Biz daha Gezi’de gaz yemeye devam ederken Gezi kitapları, Gezi ajandaları çıkartmak faydalanmaya daha yakın geliyor bana. Darbe ya da bana çok komik gelen ifadesiyle “kalkışma girişimi” süreç tarihsel olarak devam ederken, “darbenin arka yüzü” ana fikirli kitaplar çıkarmak, sonuçlarını göremediğimiz -çünkü sonuçlarını görüp tecrübe edebileceğimiz,doğru analizler yapabileceğimiz kadar üzerinden zaman geçmemişken- 15 Temmuz Belgeseli gibi nabza şerbet yetiştiren çalışmalar yapmak, faydalanmaya daha yakın geliyor bana. Kadın konusunu, bir dönem popüler olan ama sonrasında popülaritesini yitiren ve popülaritesini yitirmeden bir şeyler üretip onun ekmeğini yemeye imkân tanıyan bir malzeme gibi görmüyorum. Aksine, yukarıda bahsettiğim, çağın getirileriyle daha görünür hale gelmiş ve daha görünür olduğu için de insanları daha çok etkileyen, kemikleşmiş bir sorun bana kalırsa.
Olağan bir aşk hikâyesi olabilecekken her şeyi olağandışı bir düzleme çeken bir hikâyeye tanık oluyoruz kitabınızda. Romanın kahramanı Başar aşk üzerine uzun uzun düşünüyor, sorular soruyor, bizlerin de düşünmesine neden oluyor… Sizden, sizin düşüncelerinizden ne kadar iz var Başar’ın konuşmalarında? Aşk, tıkanmış bir lavabo mudur?
Başar’ın anlatımında benim düşüncelerimin izi mutlaka büyük ölçüde vardır. Fakat şunu söyleyebilirim, Hikâyesi Olan Ölüler'deki Bilen karakteri, yine tümüyle ben olmamakla birlikte, daha otobiyografik bir karakterdir. Başar’ı yazarken bana kalırsa kendimden biraz daha uzaklaştım. Kurgusal anlatı anlamında da bunu bir başarı olarak nitelendirebilirim.
“Aşk, tıkanmış bir lavabodur”a gelirsek, bu öncelikle Başar’ın değil Keş Esat’ın lafı. :) Ama tabii benim cümlem olduğunu kabul edip savunmam gerekirse şunu söyleyebilirim, evet, aşk tıkanmış bir lavabodur; çünkü tıkanmış bir lavaboda iş yapmak kolay değildir, sizi uğraştırır. Aşk da kolay değildir, o da sizi uğraştırır. Öyle Kore uyarlaması Türk dizilerindeki gibi değildir aşk. Her şey o kadar iyi gitmez âşık olunca. Zamanla bir şeyler mutlaka tıkanır. Tıkanmaya rağmen devam edebiliyorsan, işte o zaman aşk olur. Ama hepsinden önemlisi, evet, aşk tıkanmış bir lavabodur çünkü bir lavabo tıkanmışsa bir geçmişi var demektir. Âşık olduğunuzda, âşık olduğunuz kişiyle bir gelecek hayal edersiniz ama âşık olmak, aynı zamanda o kişiyle bir geçmişe sahip olmak istediğiniz anlamına da gelir. Kısacası, lavaboları tıkamaktan korkmayın ama boruları da çürütmeyin tabii. :) Sevgiler ve sevgiler.