Yaşadığımız hayatlar, asıl değil, aslı gibidir. Biz yine de imkânsız olduğunu bile bile hakikati ele geçirmek üzere, dünyanın, kalbin magmasına doğru inatçı derin kazılar yaparız. İyi ki de yaparız. Aslolanın ele geçirmek değil gitmek, dokunmak, bilmek, hayret etmek, merakta kalmak olduğunu biliriz.
İki yıl önceydi, Roma’da tarihle nasıl sarhoş olunur, bunu deneyimliyordum. İtiraf etmeliyim ki tarih mirasının şatafatlı, göz kamaştıran, hayret uyandıran görkemine karşı Roma’nın yaşadığı gündelik hayatın doğallığı, samimiyeti ve tevazuu daha çok etkilemişti beni. Turistik seyahatlerin olmazsa olmazı yerleri ilk seferde pas geçmek gibi riskli bir inadım vardır. Yanınızda bu inadı kıracak birilerinin olması iyidir, bazen çok iyidir hatta. İspanyol Merdivenleri… O kalabalığın içinde olmak ürkütücü, boğucu ve anlamsızdı benim için. Tam kaçacakken merdivenlerin karşısında adını şimdi anımsamadığım bir çayevi bana göz kırptı. Her şey İtalyan değil İngiliz’di. Keşmekeşi uzaktan, çayımı yudumlarken seyretmek; ancak bu, İspanyol Merdivenleri’ni anlamlı kılabilirdi benim için. Tam cepheden seyrettiğinizde manzarayı, merdivenlerin sağ başında minik bir ev görüş alanınıza, sezdirmeden kendini, girecektir. Çoğu insanın önünden ilgisizce, hızla geçtiği sade, utangaçlıkla kendini silmeye çalışan bir ev… Biraz dikkatle bakarsanız o evin büyük şair Keats’in Anıevi (Keats Shelley House) olduğunu benim gibi heyecan içinde fark edebilirsiniz. İspanyol Merdivenleri artık bunun için çok önemli. Keats’in olduğu kadar Byron’ın, Shelley çiftinin de ruhundan izler taşıyan 19. yüzyıl romantik İngiliz şiirinin Roma’daki mabediyle karşılaşmak paha biçilmez. Desteklerle ayakta durduğu belli olan müze eve ilginin öyle aman aman olmaması üzücü am, şaşırtcı gelmedi ne yazık ki. Biz müze eve girdiğimizde İngiliz oldukları her hallerinden belli orta yaş üzeri, hepsi kadın, on on beş kişi Keats’ın salonunda onun şiirlerini biraz birbirlerine biraz şairin ruhuna okuyorlardı. Genç bir edebiyat uzmanı da şiirlerle ilgili ara ara minik açıklamalar yapıyordu. Soluksuz izlerken bu sahneyi keşke dedim gezmekten, bahçesinde huşu içinde dakikalarca oturmaktan büyük haz aldığım Tevfik Fikret’in bu mütevazılıktaki Aşiyan’ında da böyle hakikatli okurlarla şiirler okunsa, dönem ve şair yad edilse… Böyle incelikleri hayatlar kazansa şimdiki zamanlar eminim bambaşka yaşanır/dı. Kabalık, hoyratlık, sığlık, hodbinlik hep şiirsizlikten.
Keats son nefesini bu evde vermiş. Ne çok İngiliz, romantizmin kaynaklarını İtalya’da aramış, oradan beslenmiş. İkinci evi yapmış bu toprakları. Salonun bir köşesinde ağır borda kadife perdenin önünde duran Keats büstüne bakarken ve yüzün bize yüzyıllar öncesinden bıraktığı şiir anlamı okumaya çalışırken ister istemez aklıma Jane Campion’un Bright Star filmi geldi. Şairin son günleri, trajedisi, imkânsız aşkı Fanny Brawne. Film, biyografi odaklı çoğu Hollywood filminde olduğu üzere aşk hikâyesini öne çıkarmayı şairin poetik mirasına yoğunlaşmaya yeğlemiş. Yine de Keats’i bu hatırlayış yeni kuşaklara da bu şiir dehasını keşfettirmiştir kim bilir? Filmde Roma neredeyse yoktur. Son nefes, son sahne evden ayrılış… İşte belleğin anımsattıklarıyla o evde olmak. Şimdiki zamanı geçmişe yahut tam tersi geçmişi şimdiye taşımak… Takvimlerle bölünmüş, yapay bloklarla planlanmış hayatın parlayan yıldızları sanki bu tarih dışı anlar. Öyle olmalı…
Vatikan’a gitmek konusunda da gönülsüzüm. Ama orada da Pieta var. Rönesans dehası Michelangelo’nun imzaladığı tek eser. Aziz Petrus Bazalikası’nda… Sistine Şapeli’ndeki Yaradılış freski de var bir de tabi. Ama şapeldeki görevlilerin sert uyarılarıyla mutlak bir sessizlik kuyusuna zorunlu dalış yapmayı reddediyor ruhum. Yabancılığım artıyor. Yalnızca kusursuz bir sanat eserine bakmanın, onu ele geçirmiş olmanın hazzını yaşıyor bakışım o kadar. El ayak çekildiğinde, koskoca Vatikan gecenin örtüsünü üzerine çekip ihtişamlı kibir şimdilik kaydıyla uykuya daldığında birbirine uzanan o simgesel iki parmağın buluşma noktasını merkezime alarak yerle bir olup seyretmek… freskle ancak böyle konuşabilir, yerle göğün kesiştiği yerde kendimi ancak böyle hissedebilirdim. Müzeler bir şeyleri kişiselleştirebilmeye pek imkân vermeyen yerler. Kentin yabancılaştırma efektleri…
Pieta… onun içi durum farklıydı ama… Ona hazır oluşum tamdı. Acı kökene gitmeye zorlar insanı. Hakikatin belki de hiç geri gelmeyecek biçimde üzerinin örtüldüğü, silikleştiği bir çağda acı modern insanın en çok kaçtığı. Motorları maviliklere sürer gibi hızla acının üzerine de sürebilir insan. Meryem’in yüzü, İsa’nın teslimiyeti. Hain’in yüzsüzlüğü, suçun gölgeli tekinsizliği; ölüm mermerin katılığında. Sihir, katı görünenin bir bloğa hapsedilmiş olsa da o sınırlar içinde akıp duruyor oluşunda. Basit bir frekans aralığında her şey. Eşikler çözüp bağlıyor her şeyi. Taşı, suyu…
Uzun koridorlardan geçip Pieta’ya doğru ilerliyoruz. İlerledikçe gerilimim artıyor. Sevgiliyle ilk karşılaşma anı nasılsa öyle. Bazalika’nın girişinde yoğun bir kalabalık. Sağ köşede etrafı çevrelenmiş bir heykel. İşte diyorum işte o. Kalabalığı yarıp yanına yaklaşıyorum. Dokunuyorum, yüzü içiyorum. Taşın akışını kıvrımlarda duyuyorum. An kısalığında olup bitiyor bu. Haz, heyecan çok içten, çok sahi. Eteğin kıvrımlarında imzayı görmek istiyorum, imza yok. Epifani! Gerçek Pieta bu değil. Bu bir kopya… Gerçek olan içeride. Devasa bir cam bölmede. Onun yanı sahtesininki kadar kalabalık değil. Bize küçücüklüğümüzü hissettirecek bir biçimde, katı bir yalıtmayla bizden koparılmış, ayrılmış bir Pieta var karşımızda. Yüce, büyük, mükemmel. İlk anın heyecanı yok bu karşılaşmada artık. Gerçek olanla karşılaşma kopyasındaki etkiyi yaşatmıyor. Öyle ya nesnesini aşan bir şey estetik haz. Bakışın hapsettiği nesnenin kendisi değil, nesnesine gizlenmiş estetik fikir. Sanat fikri… Orijinal ya da kopya nesneyle karşı karşıya geldiğimizde dokunduğumuz ‘dünyanın teni’. Ben bunu Pieta’nın aslında değil kopyasında yaşadım.
Evet Aslı Gibidir. Yaşadığımız hayatlar, asıl değil, aslı gibidir. Biz yine de imkânsız olduğunu bile bile hakikati ele geçirmek üzere, dünyanın, kalbin magmasına doğru inatçı derin kazılar yaparız. İyi ki de yaparız. Aslolanın ele geçirmek değil gitmek, dokunmak, bilmek, hayret etmek, merakta kalmak olduğunu biliriz. İtalyan soylularının ve ruhban sınıfının asıllarla takıntılı, saplantılı ilişkisi sanatın, yücenin,etik ve estetik olanın kıymetini yeryüzüne dağıtmakla ilgili değildi. Toplayan, tutan, cimri bir kibirle biriktiren akıl, kendi zenginleşirken dünyayı yalnızca yoksullaştırır. Asıl ve kopya meselesini bir de bambaşka bir açıdan ve çağının olanaklarının içinden, hatırlayalım, W. Benjamin bize bunu Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı makalesinde açık seçik anlatmıştı.
Bunu kopya ve asıl ilişkisinin geçişli geçirgen doğasını ve gerilimini güneyin gevşeten, ılık, ışıltılı güneşi altında, bakışın sihrini kullanarak, bizi aynalardan, pencerelerden geçirerek, bakış üzerine bakış bindirerek, anlam üzerine anlam ekleyerek ya da böyle böyle anlamları silikleştirip muğlaklaştırarak Kiarostami de Copie Conforme’de (Aslı Gibidir) anlatmıştı. J. Binoche’a durağanlığın, sükûnetin altında kımıldayan hayatı iyimser bir aydınlıkla anımsatan dingin oyunculuğuyla ödül de getirmişti bu film. Çok yakın bir geçmişte yitirdiğimiz Kiarostami’nin İran coğrafyasının dışında çektiği bu film, kadın erkek ilişkilerinin özel alanını merkeze oturtmuş gibi görünse de meselesini, aslında Davut heykeli üzerinden anımsadığımız diyaloglarıyla ve Ademle Havva metaforuna dek bizi geriye çekerek, yeryüzündeki her şeye dair asıl olan ve kopya edilen arasındaki geçişli ilişki üzerine kurar. Bir anlamda Platon’un mağarasındaki gölgelere götürür bizi. Doğunun mistik gölge oyunlarına. Tasavvuf estetiğine… Floransa’da dört Davut heykeli vardır. Ve en yalnız olanı orijinalidir. Kopyasına bakanlar aslını görmüş gibi olurlar. Onunla aslıymış gibi hemhal olurlar. Fikre, temsile yüklenilen anlam ile temsil aslını çoktan gölgelemiştir.
Filmde oyun fikrinden yararlanan yönetmen, temsiliyet ilişkilerinin tıpkıbasım özelliği üzerine sorular bırakmak istemiştir. Her şeyin bir yapıntı, kurgu olduğu bir evrende aslı aramak boşuna mıdır? Asıl hiç ele geçirilemez bir yerde ve yalıtılmış olarak mı durmakta, saklanmaktadır? Orijinal olmaya, onu aramaya gerek var mıdır gerçekten? Kopya ve temsil onun işini pek ala görmekte midir? Öyle olsa bile köke, kökene, ilksel olana merak, onu özleyiş nedendir? Aslı Gibidir, yanıt arayan ve yanıt veren bir film değil. Yalnızca sorular bırakır; sorular yanıttır.
Pencereden yansıyan ışık, içeriye dolan hava, duyulan çanın sesi… dünyanın tenidir. Yinelediğimiz, tekrar ettiğimiz, kopyaladığımız her şeyle durmadan yenilenen sihir oyununa çeşni katmıyoruz yalnızca, asıl olanı genişletip çoğaltıyoruz da.