Eskişehirliyim. 56 yaşındayım. Altı kardeşin en büyüğü, ‘Haydar abi’yim. Yazları kurak ve sıcak, kışları yağışlı ve soğuk geçen şehrimin milli bayramları da, dini bayramları da, Hıdrellez gibi kutsal günleri de, çokhalklı, çokkültürlü yapısından ötürü çokeğlenceli olurdu. Biz altı kardeş ayrı kardeşler olmadan, evimizin çokkardeşli yapısından ötürü bu bayramlar bizim için de çoksesli, çokrenkli günler olurdu.
Eskiden ‘Yalıman Adası’ olarak gittiğimiz, şimdilerde ‘Adalar’ diye bilinen, Porsuk nehrinin geçtiği, artık köprüleri, sandalları, gondolları, botlarıyla ünlü merkezinde öğrenci kafeleri var. Bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde orası aile çay bahçeleri, mısır satıcıları, dondurmacılar ve yazlık sinemalarla doluydu. ‘Çirkin Kral’ Yılmaz Güney az konuk olmamıştır yaz günleri Adalar’daki açıkhava sinemalarına. Elbette gözümüze, gönlümüze ve kalbimize de. Yazlık sinemaların yanına ise bayramlarda lunapark kurulurdu. Harçlıkları kapan çocuklar doğru Adalar’a. Ben pek gitmezdim, o zaman da şimdiki gibi sıkıcı biriydim. Ders çalış, kitap oku, gözlük tak. Sokağa çıkma, top oynama, çember çevirme, uçurtma uçurma...Hayat mı bu çocukluk mu?
Değil. Biliyorum. “Ben Başkasının Sokağı Olsaydım...” başlıklı şiirimde hem Eskişehir’e hem de tabii kardeşlerime olan sevgimi anlatmaya çalışmıştım. Şiiri yazmayacağım şimdi buraya. Sadece ondan söz edeceğim. Yani ‘şair bu şiirde ne anlatmak istemiş?’ sorusunun, ‘şair’i tarafından yanıtlanması sayabilirsiniz bunu. Bu şiirde, Eskişehir, annelerin çocuklarıyla bir, yani birlikte, büyüdüğü bir sokak olarak tarif ediliyor. Sonra yaş sırasına göre kardeşler anlatılıyor. Kardeşlik yaş sırasınaa göre değildir elbette, boy sırasına göre de değildir. Kardeşliğin sırası yoktur. Ben en çok tanıdığım kardeşlerimden başlayarak yazdım bu şiiri diyeyim. Ya da en uzun zamandır tanıdıklarımdan. İşte o zaman da, Kemal, iyi yürekli bir sokak, Halil, lunaparkında kardeşliğin en masum oyun olduğu sokak, Ali, adından doğru da elbette, yurdum gibi sevdiğim sokak ve kızkardeşlerimden büyüğü Dilek, inceliğinden geçilmez bir sokak, Nazan’sa güzelliğinden asla vazgeçemeyeceğimiz bir sokak olarak resmediliyor, tarif ediliyor, nakşediliyor bu şiire. Ayrıca Dilek ve Nazan için ‘şair abi’, “İkisi de ömrümün en kibar semtleri” diyor ki, elhak öyledir. Ve toplam 14 dizeden ibaret olan şiir şu iki dizeyle bitiyor: “Ben başkasının sokağı olsaydım/ içimden kardeşlerim gibi geçin isterdim”.
Halil sokağı...Lunapark...Oyun. Halil, benden 4 yaş küçük kardeşim. Ramazan ya da Kurban, hangisiydi unuttum, bir dini bayramda diş ağrısı tuttu. Yıl 1968, 1969 olmalı. Annemle babam köye gitmiş olmalılar. O zaman şimdiki gibi iletişim olanağı yok, ne telefon ne başka bir şey. Hastane de devlet hastanesi, sigorta hastanesi, doğumevi, bir de subayların hava hastanesi. Öyle özel hastane filan yok. Nazlı Babaannemden para aldım. Sağlık ocağı gibi bir yer mi buldum yoksa açık bir diş hekimi mi, bilmiyorum. Diş çekilmedi, diş ağrısını uyuşturmak için bir ilaç koydular. Halil’in ıstırabı tümüyle bitmediyse de biraz azaldı. Elinden tutup yürüterek çarşıya getirmiştim. Kardeşime bir güzellik yapayım istedim. ‘Hadi Halil, Adalar’a gidelim, lunaparkta eğleniriz’ dedim. Ağzını açamıyordu, başıyla onayladı.
Eskişehir’in çarşı içi küçüktür, her yere yürüyerek gidersiniz. Adalar’a geldik, her taraf bizim gibi çocuklarla, gençlerle ve çocuklarını getirmiş ana babalarla dolu. Adalar’ın girişinde de, hala durur, bir pastane vardır, fakat Halilciğim ağzını açamadığı için ona bir tatlı ya da yaş pasta ısmarlamam imkansız. Ee, kardeşim bu durumdayken benim de
abi olarak yemem olmaz herhalde. Adalar’a girdik, lunaparka gideceğiz. Birden bir ses duydum, ‘Ankara Sanat Tiyatrosu burada, hadi, iki oyun bir bilet 2,5 lira!’ Ankara Sanat Tiyatrosu, Yani AST! O yılların efsanevi tiyatrosu. Asaf Çiğiltepe’nin kurduğu, onun kazada ölümü üstüne Güner Sümer’in yönetimini üstlendiği, sonra da bayrağı Rutkay Aziz’e devrettiği devrimci tiyatro sonunda Eskişehir’e de gelmişti demek! O yıllarda Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu var mı yok mu bilmiyorum ama, Halk Oyuncuları’nı biliyorum, sanırım Eskişehir’de de yasaklanan ‘Pir Sultan Abdal’ı oynuyorlardı. Bir de Avni Dilligil Tiyatrosu kalmış aklımda. Belki de Avni Dilligil bir oyunda Hacı Bektaş Veli’yi oynuyordu. Karıştırıyorum. Fakat AST, özellikle 12 Mart Muhtırası öncesi, Türkiye’de devrimci hareketlerin yükseldiği dönemlerin en gözde tiyatrosu. Kapıdaki çocuk bağırmaya devam ediyor: ‘Hadi Ankara Sanat Tiyatrosu burada, iki oyun bir bilet, 2,5 lira!’ Çay bahçelerinin yanında küçük, salon gibi bir yer. Daha önce hiç dikkatimi çekmemiş, demek ki tiyatroymuş! Bunu düşünüp düşünmediğimi bile hatırlamıyorum. AST ya! Hemen iki bilet alıyorum. İçeri giriyoruz. Hayır içeri giremiyoruz. Kalabalıktan geçemiyoruz. Herkes ayakta. İçerde yoğun bir ter, eğlence ve erkek kokusu. Biz küçüğüz, bir şey göremiyoruz, boyumuz yetmez, oyunu önlerden izlememiz gerek, İyi de hangi oyun? Ne önemi var, oyunun adını bile bilmiyoruz ama Ankara Sanat Tiyatrosu oynuyor ya, yeter! Bir yandan da merak ediyorum acaba hangi oyun oynanıyor? Görmemiz gerek. Biz, ayakta hararetle, coşkuyla el çırpan erkek topluluğunu aşıp öne gitmeye çalışırken, topluluğun ‘aç, aç, aç!’ diye bağırmaya başladığını işitiyorum. Demek ki perde daha açılmamış, seyirciler açılması için alkış tutuyorlar!
O yıllarda 12 yaşındaki çocuklar şimdiki çocuklar kadar çok şey bilmezlerdi. Hele benim gibi bir ‘hanım evladı’, hadi ‘ana kuzusu’ diyelim! AST diye tiyatroya gelirdi, oyuna da böyle gelirdi! Ön sıralara geçmeyi başardığımızda, esmer, kısa boylu, dolgun ve çıplak bir kadının sahneye benzer bir yükseltide oynadığını gördük. Altında yalnızca kırmızı bir külot vardı. Ve çıkaracak gibi yapıp çıkarmıyordu, böyle yaptıkça da kalabalık daha arzulu buir sesle, daha yüksek perdeden bağırıyordu:’Aç, aç, aç!’ Açmıyordu. Ben Ankara Sanat Tiyatrosu diye neye ve nereye geldiğimin şaşkınlığını yaşarken, kardeşim Halil ağlamaya başladı, sanırım o yıllarda ilkokul 1. sınıfa gidiyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da ‘Abi seni babama söylicem, beni kötü yerlere getirdin!’ diyordu. Evet kötü bir oyuna gelmiştik birlikte ama bunda benim de suçum yoktu. Okuduğum gazetelerden, dergilerden ve babam da siyasetle ilgili bir insan olduğu için ondan doğru bildiğim AST sanıp girmiştim içeriye. Keşke girmez olsaydım! Aklımca Halil’e de abilik yapıp, onu mutlu edecek bir yere geldik diye sevinmiştim.
Sahnedeki kadının ‘aç’masını filan beklemeden tabii zor bela dışarı attık kendimizi. Halil’in ağlaması kesildi. Lunaparka gittik, atlıkarıncadan, çarpıyan otolara kadar ne varsa bindirdim. O da beni babama söylemedi. Zaten söylemezdi de, öyle bir çocuk değildi, değildir.
Bu yazıyı yazdıktan sonra ona sordum, ‘Peki kardeşim. Seninle sonradan hiç tiyatroya gittik mi?’ diye. Ben unuttum, ikimiz de yetişince, devrimci tiyatrolara gitmişiz, galiba Maksim Gorki’nin ünlü romanından sahneye uyarlanan “Ana”yı izlemişiz birlikte, fakat hangi tiyatro, hangi yıl oynamış, onun da aklında kalmamış, benim de.
Oyuna ilk nasıl geldiğimin hikâyesi de sayılır bu unutulmaz bayram anısı.