BİLİMKURGU, Mark Bould, Çev: Sinan Okan, Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap
Mark Bould’un kitabı bilimkurgu sinemasına yazılmış uzun bir aşk mektubu gibi sona eriyor belki. Okurunu uzun bir izlenecek filmler listesiyle de baş başa bıraktığı için bir başucu kitabına dönüşüyor.
Bilimkurgu, disiplinlerarası yaklaşımın 1970’lerden bu yana akademideki konumunu sağlamlaştırmasıyla, post-kolonyal teori, feminizm, Marksizm, psikanaliz gibi araçların biri ya da birkaçıyla birden ele alındığında, yalnızca “ucuz romanlar”ın on beş yaşındaki hayalperest ve çoğunlukla erkek okurlarına değil, dönemlere ve toplumlara ayna tuttuğu anlaşılan bir inceleme sahası. Böyle kuru bir tasvir, Mark Bould’un Bilimkurgu’sunun okurlarına haksızlık gibi görünüyor. Bilimkurgu incelemelerini akademinin diğer sahalarından ayıranın, tıpkı tüm janra incelemelerinde olduğu gibi, öznenin nesneyle kurduğu fanatik sevgi ilişkisi olduğu söylenebilir. Teori ile bu bilimkurgu sevgisinin ideal bir birlikteliğini Mark Bould’un Bilimkurgu’sunda tecrübe etmek mümkün.
1895-2011 arasında 40’ı aşkın ülkede çekilmiş yüzlerce film, kitabın sayfalarında yerlerini alıyorlar. Türkiye’de izlenme rekorları kıran Gora’nın da, temiz birer kopyasını ülkemizde bile bulmanın zor olduğu Yılmayan Şeytan ve 3 Dev Adam gibi güzide bilimkurgu filmlerimizin de bahsinin kitapta geçiyor olması Bilimkurgu’nun kapsayıcılığına dair bir ipucu. Düşük bütçeli B tipi filmler, Hollywood filmleriyle, sanatsal filmler, kült ve trash’le, kısa metraj, animasyonla, kısacası “teorik” olarak bir araya gelmesi zor alt türler, dupduru bir analitik zeminde ve en önemlisi hem türün sıkı takipçilerine hem de yeni başlayanlara kucak açan bir dille yan yana geliyorlar. Editörün film adlarıyla ilgili zor görünen fakat başarıyla uygulanan seçimlerinin ve okuru üzmeyen çevirisinin de bu okunaklılıkta payı var muhakkak.
Fatma Cihan Akkartal, Radikal Kitap - Nisan 2015
MUTLULUĞUN SAKINCALARI, Elizabeth Farrelly, Çev: Erdem Gökyaran, Yapı Kredi Yayınları,
İnsanın “hak” gördüğü istek patlaması veya listesi, hem doğaya hem de kendisine zarar veriyor. Fazlası el altında bulunsun diyerek şişirdiğimiz alışveriş, önünde sonunda çöp ev benzeri bir kalabalıklığa yol açıyor. Tabii böylece “Gelecekte ne olacak?” ya da “Gelecek olacak mı?” gibi kilit sorular zihnimize üşüşüyor. “Mutluluğun Sakıncaları” kitabının yazarı Elizabeth Farrelly, zekiliğimize atıf yapıp nasıl akılsızca davrandığımızı sorgulayarak
eleştirilerine girişiyor.
Bugün temel bir sorunla karşı karşıyayız: İstemek, geçmişte ihtiyaçlarla ilintiliydi, şimdilerde ise tamamen keyfi ve içi boşalmış şekilde önümüzde duruyor. Farrelly bunu “İstiyorum, çünkü istiyorum” diye formüle ediyor; bu formül de tam bir pervasızlığa işaret ediyor. Sahip olmanın ve buna dair isteği beslemenin dayanılmazlığı bizi söz konusu noktaya getirdi. Satın alma bağımlılığı, düşünme hımbıllığına dönüştüğünden beri şiddet yürüdü gitti: Bahsedilen şiddet, ortalığı satın alma mekânları ve sahip olunası nesneler mezarlığıyla doldurdu. Farrelly’nin “fuzuli fazlalık” dediği bu durum, daha iyi bir dünya kurmak yerine insanın mezarını kazması şeklinde işliyor. Modernizmin git gide bir takıntıya dönüşmesi, postmodernizmin konfor ve huzur vaat eden (lüks ev ve ofisler, arabalar, AVM’ler, kurumsal ilişki ağı gibi) baloncuklar hazırlaması yazarın üstünde titizlikle durduğu bir konu. Sitelerimizin güvenlikli ortamına alışkın, bir anlamda oraya hapsolarak yaşarken dışarının korkutuculuğundan son model araba ve kulaklıklarımız sayesinde uzaklaşıyoruz. Farrelly’nin dediği gibi “konfor, farkına bile varmadan bizim için bir düşmana, sığınağımız ise bir hapishaneye dönüşüyor.” Yeteri kadarının gerçekten yettiğini anladığımızda hücremizin kapısı kendiliğinden açılabilir ama durumumuz şimdilik stabil.
Farrelly, tatmin olma takıntısının, isteme ve mutlulukla birleşerek insanı programladığını söylüyor. Çünkü dünya yıkılırken kişisel mutluluk, satışı sağlam ve alıcısı bol bir işletme. Gişesi bereketli bu film aynı zamanda korunaklı bir bölge; acıyı, başarısızlığı ve kırılganlığı maskeleyen bir yapısı var. Elbette hormonlu ve “lezzetli”. Hemen herkesi başarılı olmaya çağıran ama bu arada karşısındakinin de başarısızlığını beklemesini öğütleyen bir süreç bu: Böylece korku bastırılırken başarısızlıklarımız öteleniyor ve “mükemmellik idealine” bir adım daha “yaklaşılıyor”.
Kaan Egemen, Aydınlık Kitap Sayı 161
VENEDİK'TE AŞK VARANASİ'DE ÖLÜM, Geoff Dyer, Çev. Ayşe Ünal Ersönmez , Sel Yayıncılık
2003 Venedik Bienali'ne gitmediyseniz müjde: Dyer'ın kitabını okuyunca gitmiş kadar oluyorsunuz. Gazeteci kahramanımızın omzunun hemen arkasında durarak onun otele check-in yapmasını, pahalı odasına yerleşmesini, şehrin dehlizlerinde gezmesini, Vogue'a bienal izlenimlerini yazacak gazeteci arkadaşıyla karşılaşmasını izliyoruz. Bir yandan da dergiye yapacağı söyleşinin hikâyesini.
Günlerden bir gün Jeff bir partide solgun sarı bir elbise giymiş Laura'yla karşılaşıyor. Şakalar yapıyor, geçmiş bienallerden konuşuyor, birbirlerine arkadaşlarını tanıştırıyorlar. Onları şehrin farklı köşelerinde flört ederken görüyoruz. Nihayet birlikte olmaya başladıklarında Jeff ve Laura birbirleri için yaratıldıklarını hisseder gibi oluyorlar. Velakin onları birbirine çeken şey. tam da bu birlikteliğin tesadüfiliği ve kısa süreli olmak zorunda oluşu. İkinci bölümde yeni bir kahramanla birlikteyiz. Telegraph gazetesinin editörü bu kahramandan Varanasi hakkında bir gezi yazısı yazmasını istemiş. "Ne kadar güzel oralar bir bilsen. elimde olsa kendim giderdim." diyerek hem de. Şimdi "ben" diye anlatan bir yazarın perspektifinden bu seyahati izliyor. Varanasi'ye inen uçaktan çıkıp bir taksiyle otelimize gidiyoruz.
İtalya'dan Hindistan'a, üçüncü tekil şahıstan birinci tekile ve cinsellik ve aşkın başrolde olduğu bir hikayeden maneviyat ve ölümün yönlendirdiği bir başkasına geçiş yapıyoruz böylece. Kısa süreliğine buraya gelen kahramanımız aylarca Varanasi'de kalıyor; kendisini kutsal Ganj nehrinin sularına bakıp hayatını sorgularken görüyoruz. Peki birbirinden çok farklı gibi görünen bu iki dünyayı ve hikayeyi birleştiren şey ne? İkinci hikayenin kahramanı. ilk hikayenin Jeff i mi? Bu soruları cevaplamak için hikayeleri dikkatle okumak gerekiyor. Karakterlerin birbirlerine anlattıkları hikayeler arasındaki bağlantılar, şehirler arasındaki bağlantılar, aşk ve ölüm arasındaki bağlantılar ancak böyle görülüyor çünkü.
Kaya Genç, Sabah Kitap, Nisan 2015
SARI MAYMUN, Miyase Sertbarut, Res. Çınar Dize Sertbarut, TUDEM
Sirkeden olma, kavanozdan doğma, rengi sarı, kendi sabırlı! Sarı Maymun işte tam da böyle biri!
Geçen yıl Dünyalı’nın 1. sayısıyla birlikte tanıştık Sarı Maymun’la. Minicik bir molekülken gemilere yüklenen muz sandıklarıyla Bolivya’dan Türkiye’ye gelen bu afacan maymunu, Dünyalı’nın sonraki sayılarında tanımaya devam ettik. Sarı Maymun kıpır kıpırdı. Bir baktık muz turşusu kavanozunda, bir baktık pizza dağıtıcılığında…
Miyase Sertbarut yazdı, Sarı Maymun yaşadı. Dünyalı’da 6 sayı boyunca tefrika edilen “Sarı Maymun” öyküsü, sonunda da kitap olarak raflardaki yerini aldı. Yazar yazdı yazmasına ama Sarı Maymun onu uslu uslu dinlemedi.Kendisini yaratanın emriyle kuyruk sallamaktan, onun yönlendirmesiyle zıplamaktan bir hayli sıkılmışa benziyor. Bu düzene bir an önce son vermek gerektiğini düşünüyor. Ama nasıl? Kendi halindeki bir maymun hayalleri denizlere sığmayan bir yazarla nasıl başa çıkabilir? Onu kitapların satır aralarındaki tutsaklığından nasıl kurtarabilir?
Dünyanın en saygın ödüllerinden biri kabul edilen Astrid Lindgren Anma Ödülü (ALMA) Türkiye adayı Miyase Sertbarut’tan neşeyle okunacak bir umut öyküsü olan “Sarı Maymun”u TUDEM etiketiyle yayımlandı.
Dünyalı – 24 Mart 2015
SOĞUK BİR BAHAR, Elizabeth Bishop, Çev. Cevat Çapan, Kırmızı Kedi Yayınevi
“Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı;
görünürde o kadar çok şey niyetlidir ki kaybedilmeye
hiç de felaket sayılmaz onların kaybolmaları.”
Bu dizelerle başlayıp okuyanın dimağında akan akan… “Bir Sanat” şiiri, film vb. birçok sanat ürününe esin kaynağı olan Elizabeth Bishop’un “Soğuk Bir Bahar” kitabı Cevat Çapan Türkçesiyle, sıcağı bir türlü gelmeyen baharımıza çıkageldi. Soğuk baharın içinde Bishop ile hoşbeş etmek, onun baharının kırlarında gezinmek zihin açıcı olduğu kadar iç açıcı da. Duru, yaşama gözlemcisi şiirler içeren “Soğuk Bir Bahar (A Cold Spring)” ile 1956’da Pulitzer ödülüne değer görülen Elizabeth Bishop, gezen dolaşan yazan, dünyaya köklenirken göğe dallanıp budaklanan şairlerden. Zihni açık bir şiiri var.
“Soğuk bir bahar:
menekşe çatladı çimenlerin üstünde.
İki ya da üç hafta boyunca ağaçlar duraksadı;
küçük yapraklar bekledi,
özenle göstererek özelliklerini.”
Nurduran Duman