Avusturyalı yazar Monika Helfer’in bir ailenin kuşaklar boyunca taşıdığı maddi manevi yükleri tüm ağırlığıyla, unutulmayacak canlı portrelerle okuruna anlattığı romanı Yük üzerine bir yazı.
“ ‘Annem yüzde yüz senin kardeşin mi?’
‘Yüzde yüz!’ dedi Kathe Teyze. ‘Sen de yüzde yüz o yükün bir parçasısın.’ ”
Savaş en basit ve etkili tabiriyle bir erk tekinsizliktir. Uzun bir yolculuktur bu: Kanlı —ve muhtemelen hiç de sık gerçekleşmeyen— kanlı mamut avlarının, her köşesi insana ait olan toprakları fethetmenin, ölmenin ve öldürmenin destanlaştırılması bütün bir insanlık tarihini, harfi harfine aynı olacak şekilde, sürekli olarak yeniden yazar.
Bu erk tekinsizlik erkeğin muallaktaki her hareketine binlerce anlam bahşederken, kadını tekinsiz hâle getirir. Ve eğer kadın biraz olsun işlevselse melekleştirir; güzelse şeytanlaştırır da: Cadı avlarında yakar; histerik olarak addedip evlere, yataklara hapseder; ne idiği belirsiz erk efelenmesi savaş meydanlarında çocuklarını, eşini, babasını kaybettiğinde suratına bir tokat patlatıp “Şimdi sırası değil, doğur!” der. Olabilecek tüm senaryolarda kadın güzelse bunda güvenilecek hiçbir yan yoktur: Kadın şehvettir, kadın yalandır, kadın geride bırakılamayacak olandır.
Dünya tarihinin herhangi bir sayfasına parmağınızı koyduğunuz anda bu hikâyeye denk gelirsiniz. Monika Helfer’in Yük’ü de bu aynı hikâyenin zarif, canlı ve en gerçek tasvirlerinden birisi.
Bundan yüz yıl önce kalabalık, yükçü ailenin babası Josef savaşa, İtalya dağlarına çağrılır. Savaştan ve nispeten geç bir yaşta savaşa çağrılmasından ziyade onu tedirgin eden şey, karısı Maria’nın büyüleyici güzelliğidir. Böyle bir güzelliğin iradesine güvenilmeyeceğinden kesinlikle emin olan Josef, insanlık tarihi boyunca güvenirliğini ve rıza inşasını umursamadığını defalarca kanıtlayan bir erkeğe, yakın arkadaşı belediye başkanına karısını emanet eder. Belediye başkanı Josef’in kalabalık ailesini doyuracak, aynı zamanda güzeller güzel Maria’ya kimselerin dokunmamasını sağlayacaktır.
Maria’ya ilk olarak belediye başkanının dokunmak isteyeceğini, daha olay örgüsü kurulur kurulmaz biliyoruz tabii ki. Ne yazık ki bu bir anlatı klişesi değil, hemen her kadının çok kolay bir şekilde empati kurabileceği korkunç bir tecrübe. Monika Helfer de çok iyi biliyor bunu: Bu nedenle mizanseni kurmayı okura, hatta bir çocuğun içgüdüsel çizim deneyimine bırakıyor: “Al kalemi eline, buraya bir ev çiz; evin biraz aşağısına bir dere, bir de kuyu çiz. Ama güneş çizme sakın, ev gölgede kalıyor. Dik bir kayayı andıran dağın berisinde.” Böylelikle işin içinden bir coğrafi efelenmeyle sıyrılmak da mümkün olmuyor: Kadın her yerde kadın; her yerde mağdur ve her yerde şeytan.
Evet, anneler ve çocuklar için edilgen bir hikâye bu: Yükçü, fakir bir aile. Anne Maria için güzel olmanın yükü; Henrich, Katharina, Lorenz, Walter için kimselerin güvenmediği bir anneyle, yapayalnız ve savunmasız geride kalmanın yükü; Grete için meşruluğun kanıtlamayan yükü... Ancak Helfer bu ailenin sırtına savaşta geride kalmanın, açlığın, ne idiği belirsiz savaşlardan farklı dönen zorba babaların yükünü bindirirken, hayattan koparmıyor onları. Karakterler tüm dirilikleri ve yaşam enerjileriyle tutunuyor hayata. En büyük örnek Maria belki de: Âşık oluyor, güçlü duruyor, çocukları için yardım isteyebilen, mükemmel olmayan o anne profilini çizebiliyor, kumaş örneklerinde parmaklarını gezdirirken hülyalara dalabiliyor... Evet, bereketsiz topraklarına rağmen yaşayan bir kadın Maria, tıpkı çocukları gibi!
Helfer hikâyeyi, meşruluğu Josef tarafından asla kabul görmeyen Grete’nin dilinden anlatarak okurunu belki de bu yükün en habersiz hallerinden birine yerleştiriyor. Metin zaman çizgisi üzerinde seke seke ilerlerken savaşa, patriarkaya ve yalnızlığa rağmen çok canlı, zarif bir metin çıkıyor ortaya. Ayrıntı Yayın Grubu’nun yeni markası Düşbaz Kitaplar tarafından Levent Tayla’nın çevirisiyle yayımlanan Yük bir çocuk içgüdüsüyle çizdiğimiz o kübist ve fakir resimde bile yalnız olmadığımızı hatırlatıyor bize: Erkliğe rağmen o resimden bile yaşam fışkırabileceğini.