Arşivlerin aralandığı yazı dizimiz Sandık’ın bu ayki konuğu Leylâ Erbil. Aylık edebiyat dergisi Dönem’in 1965 yılında yayımlanan ikinci sayısında yer alan, Erbil’in çağdaşı Demir Özlü’yü sözünü esirgemeden eleştirdiği yazısını sizlerle paylaşıyoruz…
Sunuş Niyetine:
Leylâ Erbil adı geçince eserlerini az çok okumuş her kişi, saygıyla gözlerini aşağı indirip onun ne kadar “korkusuz, sert, müdana etmeyen vs.” bir yazar olduğundan dem vurur. Erbil, döneminin söylenmeyenlerini söyleyen bir yazardır evet, onun isyankâr damarı çoğumuza ilham olmuştur. Fakat romanları, öyküleri ve bilinen eleştiri yazıları dışında, Leylâ Erbil hepimizin dimağındaki imajını güncellememizi gerektirecek birçok eleştiri yazısına da imza atmıştır. Bu yüzden Leylâ Erbil’in bu tip yazılarının ve röportajlarının[1] peşine düştüğümde, çoğu zaman umutsuzluğa kapılıyorum; çünkü eski dergilerde bu yazıları bulmak çok, çok zor. Az sonra okuyacağınız nadide yazı, Leylâ Erbil’in çağdaşı Demir Özlü’yü, deyiş yerindeyse acımadan eleştirdiği değerli cümlelerden oluşuyor. Günümüzde akran yazarların, belirli çıkarlar için yahut temel bir teorik altyapı eksikliğinden dolayı birbirlerini yermek bir yana, sürekli olarak bomboş iltifat cümleleriyle pohpohladığını düşünürsek, Leylâ Erbil’in bu yazısı oldukça sözünü esirgemez görünüyor. İyi okumalar dilerken, Erbil’in son cümlesini burada tekrar ederek fikrine katıldığımı belirtmek istiyorum: “İyi bir yazar için okudukları, kopyalarını çıkarmaya zorunlu olduğu birer tehlike değildir elbette”.
***
"DİKKATLİ okuyucuların gözünden kaçmamıştır sanırım: Demir Özlü, Sartre, Beckett, Kafka, Hemingway (Nouveau Roman) denli çağımızın büyük yazarlarından ve akımlarından yaptığı aktarmaları ve gene bu birbirinin zıttı adamlardan yapılma bireşimleri -sentezleri- “Soluma” adlı bir betikte topladı. Dil Kurumu ödülü de alan bu öyküleri eleştiricilerimizden Konur Ertop ipe sapa gelmez sözlerle -Yeni Dergi Kasım sayısında- “Yeni Türk hikayesinin en güzel ürünü”, “evrensel” olarak nitelendirdi. Bu yazıda Özlü’nün düzyazıları ile de belirlenen - ırasına “karakter” değinerek ülkemizde eleştirici kıtlığının yarattığı bir durumu örnek vermeğe, bu yolla sorumluları uyarmağa çalışacağız.
“Yapraklar” dergisinin Ocak sayısında “Yereysellik Karşısında” adlı bir savunusu ya da saldırısı var Özlü’nün. Kimi öykücülerin sözcülüğünü de üzerine alarak, bir bölük yazarı “sözde sosyalistler” diye adlandırıldıktan sonra, öykülerini tutmayan eleştiricileri şöyle bir Türkçe ile yanıtlıyor; “İstediğim daha alçakgönüllü bir istek: sadece içinde bulunduğumuz yabancılaşma üzerine bir bilinç getirmek istiyorum kişiye.” İlkin “ahlâkını varoluşçuluğa” borçlu olduğunu söyleyen bir kişiye, cana yakın bir yazar kişiliğine özenerek. Benim öyle yükseklerde falan gözüm yok demeye getirmesini ve de okuyucunun yüreğini acıtmasını yakıştıramadık. İyi bir yazar olduktan sonra gönlü yükseklerde de olsa bağışlanıyor adam. Ayrıca, “yabancılaşmaya bilinç getirmek” -Özlü’nün öyküleri böyle bir öz tartışmadan biçim denemeleri olarak düşünülebilir ancak- isteği, bir alçakgönüllülük de sayılmaz.
Demir Özlü, öykülerinin söylenegeldiğince öykünme olmayıp gerçeklere dayandığını kanıtlamak için de şunları diyor: “Bu türlü -hangi türlü belli değil- bir umutsuzlukla yabancılığa hangi toplumda sürüklenebilir kişi.” Yabancılığı, yabancılaşma, anlamına kullanıyor Özlü, bu anlamda her toplumda yabancılaşmaya sürüklenebilir kişi. Kongo’da Amerika’da da: Sömürge siyasası, sınıf ayrımları vb. önlenmedikçe mutlu bir düzen kaplamadıkça yeryüzünü. Neye dayanarak yabancılaşmayı, umutsuzluğu başka ülkelerden çok çektiğimizi sanıyor, başka ülke yazarlarından daha başarılı verebildiğine inanıyor. İnsan şaşırıyor. Lautreamont’u, Beckett’i, Albee’yi düşünüyor da utanıyor üstelik, kendine kıymış yazarları ansın Özlü hiçbir men yapamıyorsa. Büyük bir yazar olmak her kişinin elinde olan bir nen değildir şüphesiz, ama namuslu kalmak her vakit eldedir sanıyorum. Onun, “bu türlü umutsuzlukla yabancılaşmaya sürüklenmeyi” anlatabildiğine inanmasında açıkça göze çarpan bir şımarıklık, ola ki ruh hekimlerini ilgilendiren bir saplantı izleniyor. Onu bu duruma iten nedenlerin başında günümüzdeki eleştirinin bugünkü durumu geliyor sanıyorum. “Bu toplumun ürünleridir yazdıklarım, zaten materialist açıdan da bilimsel olarak başka türlü olamaz bu.” Olur oysa ki, bunu Özlü de bilir ya, söz kalabalığına getirip, materyalist felsefeyi de bilirim demek istiyor. Tanrı bilir Ertop’un kanına da bu kavil “hikmet”leriyle giriyor Özlü. Yarın da yazdıklarım sibernetik açı doğrulamaktadır diye tuttursa hiç şaşmam. Şu eseme öncesi düşünceleri bir aşabilse Özlü şöyle diyecek: Ben bu toplumun ürünüyüm, ama yazdıklarımın bu toplumun ürünü olması, bu toplumu ve onun kişisini yansıtması tartışılabilir bir sorundur, ve bilim bu özü başarıyla verdiğim oranda doğrular yapıtımı, yoksa önüne gelenin yazdığını doğrulamak amacı yoktur bilimin. Bu hesapla, sanatta şarlatan adının verilebileceği kimse kalmaz, düşünüyor mu bunu Demir Özlü?
Gene ayni yazıda sanatta ulusallıktan söz açanları alık diye payladıktan sonra “batı bugün bizim uğraştığımız sorunlarla mı uğraşıyor ki onların tıpkısı olduğumuzu düşünelim” diyor. Tutarsız, ne demeye getirilmek istendiği belirsiz bir tümce ya, batı yazarları elbette bizim uğraştıklarımızla uğraşıyorlar, İNSAN’la uğraşıyor tüm dünya yazını, örneğin Sartre, tıpkı Demir Özlü denli, yabancılaşma, hiçlik, bunalım vb. konularla uğraşıyor. Ne olacak şimdi? Üstelik batı, Sartre’ın kılı kırk yaran öğretisine -varoluşçuluğa- karşı, “yeni roman” akımınla da uğraşıyor, Demir Özlü onunla da ayni anda uğraşmaktadır. Ne çıkaracağız bu davranışlardan Az gelişmiş ülkede Yazın ortamının da siyasasınla boy ölçüşecek denli töre -ahlâk- dışına kaydığını mı?
Nazım Hikmet ve Demir Özlü?
Bu yazısının son birkaç satır arasına Nazım Hikmet’i sokuşturmuş Özlü, “Yereysellik akımları bugüne kadar batı emperyalizmine karşı bir başkaldırma kimliğine bürünebilmiş değillerdir, önemli şairimiz Nazım Hikmet’de bir ölçüde Türk şiir geleneğinden beslendiği gibi daha çok yabancı bir şair olan Mayakowski’den bir de batılı bir felsefe olan Marksizmden beslendi” diyerek son vermiş yazısına. Oldukça kapalı birtakım işaretler var bu yazıda; bir bakıma Özlü kendi durumuna yakın buluyor Nazım’ın durumunu öte yandan emperyalizme başkaldırmamış bir kimlikte gösterilmek isteniyor bu duruma Şüphesiz N. Hikmet sadece Mayakowski’den Marx’dan bir de beslenmemiştir, ama şu ayrımı görmek gerek ki önümüze gelen şiirler birer çoğaltma -teksir- değildir. Özlü’nünkiler çoğaltma aşamasındadır oysa ki. Sonra sömürücü güçlere karşı mı çıkmadı, bir marksist olarak yaşayıp bir marksist denli ölmedi mi N. Hikmet? Hem neyi ile Marx’dan beslendiğini sayıyor Özlü, N. Hikmet’in çağımız yazarının okumaktan kaçınmayacağı iki temel öğretinin biri Marx’sa öteki Freud’dur bence, bunları yeterince kavrasaydı Özlü, yereysel olmanın da büyük bir yazar için evrensel olmaya engel olmayacağını bilirdi, ve bu denli yereysellikten, ulusallıktan korkup uyduruk, özenti yaşamaları konu edinmezdi öykülerine. İyi bir yazar için okudukları, kopyalarını çıkarmaya zorunlu olduğu birer tehlike değildir elbette."
DÖNEM
Aylık Edebiyat Dergisi Yıl 2 -Sayı 19
Nisan 65 / 100 Kuruş
[1] Leylâ Erbil’in (muhtemelen yaptığı) ilk röportajı okumak için: http://nazlikarabiyikoglu.com/index.php/2019/02/24/leyla-erbil-ile-bas-basa/
"Yazıda hiçbir düzeltme yapılmamıştır, orijinal metindir. İmlâ hatalarının sebebi budur."
Kullanılan heykeller Sanné Mestrom'a aittir.