John Berger'in insan, hayvan ve doğa ilişkileri üzerine kaleme aldığı farklı makalelerden oluşan Hayvanlara Niçin Bakarız? isimli kitabını sanat ve sanatçılar çerçevesinde ele alan bir inceleme.
Dünyanın dört milyar yılı içinde, yetmiş bin yıl önce gerçekleşen bilişsel devrim insan evladının varlığını ölçeklendirmekte. Altı milyon yıl önce bir maymundan dünyaya gelen iki kız kardeşten biri tüm şempanzelerin atası, diğeri de bizim büyükannemiz oldu. Ancak bunun biliş seviyesinde ortaya çıkması binlerce yıl aldı. İnsanın yetmiş bin yıllık geçmişinin on iki bininci yılında tarıma kalkışması, hayvanlarla ilişkisini geri çevrilemez biçimde dönüştürdü. Bilimsel devrim sadece beş bin yıl önce ilk sinyallerini verirken son üç yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimi insanın sadece hayvanlarla değil top yekûn doğayla ilişkisini marjinalleştirdi.
Felsefi bakışını Aristo’dan Descartes’a, Darwin’den Marx’a pek çok düşünür eşliğinde şekillendiren John Berger’ın Hayvanlara Niçin Bakarız? derlemesi insanın doğayla ilişkisini hayvanlar üzerinden tartışıyor. Yazar, bizi kavramlara ve dünyamıza farklı açılardan bakmaya itiyor. Öyle ki sanatçının yaşlanmaya bağlı gözünde gelişen kataraktı dahi farklı bir görme deneyimi olarak araçsallaştırıp Katarakt isimli bir çalışma hazırlamasına şaşmamak gerekir. Sanat tarihçisi, senaryo ve belgesel yazarı olarak 1972 yılında hazırladığı Görme Biçimleri çalışmasıyla da sanat eserlerine yaklaşımımıza yeni bir yön vermişti.
John Berger’in Hayvanlara Niçin Bakarız? derlemesi 1971-2001 yılları arasında kaleme aldığı sekiz ayrı yazıdan oluşur. Berger yazılarında çizdiği karamsar tabloyu özgürlük, sempati, estetik gibi kavramlarla renklendirmeyi ihmal etmiyor. Kapitalist sistemle marjinalleşen ve metalaşan hayvanlara bakarken göremediklerimizi, bilgimizin nesnesi haline gelmelerini anlatırken, sanatı başucundan ayırmıyor. Bizi bir yazısına giren kırlangıçla fotoğraf sanatçısı Pentti Sammallahti’nin köpekli karelerine yolculuk ettiriyor. Başka bir yazıda köylülerin tahtadan oyduğu beyaz kuşlardan sıcacık umut ıslıkları duyuruyor. Üstelik bunları doğayı romantize etmeden doğanın enerji ve mücadele alanı olduğunu anımsatarak gerçekçi bir pencereden sergiliyor. Nereye, nasıl bakarsa baksın sanatın tül perdesi penceresinde ince ince dalgalanıyor. Susan Sontag’ın kendisi için dediği gibi “vicdan zorunluluğu ve duyusal dünyaya duyarlılık”la sorguluyor.
Yazar, derlemeye adını veren makalesini ressam Gilles Aillaud’a adamış. Hiç şaşırtıcı değil. Ben de okurken Gülçin Günaydın’ın tablolarını düşünmekten kendimi alamadım. Uluslararası Plastik Sanatlar ve Femme-Art-Méditerranée üyesi, üçü yurt dışı olmak üzere altı ödülü, pek çok müzede resimleri bulunan ressam Günaydın’ın çalışmalarıyla ilk karşılaşmam geç olmuştu. Hayvan figürleriyle kadınların iç içe geçtiği çarpıcı bir dili üslubu olan derin anlatılar. Berger’in derlemesinde çizdiği tablo kadar karamsar, bir o kadar renkçi, güçlü ve düşünmeye sevk eden cinsten. O işlere bir kere bakmaya görün, unutmazsınız.
Yaratının en eski belleğini tutan dal olarak resim asırlar boyunca hayvanları içerdi. Görme Biçimleri’nde John Berger’in altını çizdiği gibi zamanın ruhuna göre hayvanlar tablolarda bazen eşyalaşmış, bazen gösteriş ve zenginlik temsiline dönüşmüştür. Günaydın’ın tablolarında ise hayvanlar kadınların hikâyelerini anlatmak için var. Sembolik, imgesel ve düşsel halleriyle hayvanlar, hikâyelere ortak, hatta Günaydın hikâyeyi onlara anlattırıyor diyebilirim. Ressam, kadın duyarlılığıyla duygunun en katıksız halini, düşsel olanı ve en mahrem sırları; çeşitli başlıklarda derlediği grafik serilerinde hayvanları figüratif, sembolik ve çarpıcı bir estetikle resmederek önümüze seriyor.
Ursula K. Le Guin’in dediği gibi “Hayvanlar ne iyidir ne de kötü. Ne yapmaları gerekiyorsa onu yaparlar. Biz insanlar onların yaptıklarını faydalı, zararlı diye adlandırabiliriz. İyi ve kötü biz insanlara aittir. Hayvanlar sadece olmaya ve yapmaya ihtiyaç duyar. Biz her seferinden yeniden seçer ve seçeriz. Onlar özgürdür.” Gülçin Günaydın’ın tablolarında kadınlar kaçıyor, kadınlar düşüyor ve her tür tutsaklığa ilişkin halleri, Le Guin’in tarif ettiği hayvanların özgür olmalarındaki tezatlıktan beslenerek dile geliyor.
Grafik sanat tarihinin klasiklerinden Albert Dürer’in meşhur tablosunda Adem ile Havva’nın ayak ucunda yer alan fareyle kedi arasındaki gerilim, geyiğin melankolisi, kedinin huysuzluğu, öküzün ağırkanlılığı ve tavşanın neşesi tesadüf değildir. Gülçin Günaydın’ın tablolarındaki kertenkele, kedi, balık ve kuşların bazen duyguları, bazen bilinçdışı imgeleri, kimi zaman da düşle gerçek arasındaki gelgiti temsil etmeleri de Dürer’inki kadar bilinçli ve özenli seçilmiş. Sanatçı David Hockney ve sanat eleştirmeni Martin Gayford’ın “Resmin Tarihi” kitabında dile getirdikleri gibi, “Gerçeğin yanına hayali koyan insanın, çizimlerle yazmaya başladığı hikâyeler […] Bakmanın, görmenin ve çizim yapmanın tarihçesi resim, kişinin kendi bakış açısının sonucudur.”
İzmir'deki atölyesinde yaptığı baskı çalışmalarda hayal gücünün sıçrayışlarıyla bize öyküler aktaran ressam Günaydın da John Berger gibi bizi kendi hikâyemizi düşünmeye sevk ediyor. Yolunuz, İstanbul Grafik Sanatlar veya İzmir Devlet Resim Heykel Müzesi, Devrim Erbil Müzesi veya Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar koleksiyonlarından biriyle kesişirse uğramadan geçmeyin. Gülçin Günaydın’ın fantastik, büyülü gerçekçi ve gizdökümcü akımlarla bezeli resimleri sizi de önünden geçerken yakalayıverecektir. Tekrara düşmüş, kolay, şirin tablolar beklemeyin. Bu tabloları izlemek için cesur olun. Özgürleşme cesaret ister.
Biraz daha cesaret toplamanız gerekirse John Berger’in derlemesindeki sorgulamalara geri dönün. Şehir hayatıyla penceremizden çerçeve içinde görmeye alıştığımız doğayı tatlılık, güzellik, sarhoşluk ve kontrol edilebilir niteliklerle görme eğilimine girdik diyor, Berger. Doğanın tüm çıplaklığıyla özgürlük ve mücadele alanı olduğunu hatırlatıyor. Hayvanlarla insanların benzerliklerine rağmen nasıl ayrıştığını; evcilleştirilmenin evcil hayvanların mağazalarda satılmasına varışını, tartışan yazar sadece hayvanlara niçin bakarız sorusuyla değil, derlemenin diğer yazılarıyla da biz insan evladını doğanın büyük ağı içine yeniden yerleştirme olanaklarını arıyor. “Beyaz Kuş”la umudu, “Maymun Tiyatrosu”yla umutsuzluğu, “Bir Fare Hikâyesi”yle özgürlük hayalini, “Bir Geçit Açmak”la anahtarı önümüze koyuyor. Yeme alışkanlıklarının sınıfsallığından bir Tarla’ya savuruyor bizi, sonra bir şiirle yeniden kucaklıyor. Derleme John Berger’in yakın arkadaşı filozof Ernst Fischer’in ölüm gününü anlatmasıyla sonlanıyor.
Çağdaş resmin ve grafik çalışmaların değerli ismi Gülçin Günaydın da kasım ayında aramızdan ayrıldı. Berger, Günaydın ve Fischer’ın eserleri biz tutsakların özgürleşme yolculuğunda birer pencere açıyor, sanatın tül perdesi dalgalanıyor. Bakmak için cesaret gerek. Cesur olun!