02 ARALIK, CUMA, 2022

"Başlangıç Korkunç, Bitişse Makuldür"

Günay Çetao Kızılırmak ile daha derinlere gitmek için kazdığı köstebek yollarında şehrin ve yaşamın düğümlerini çözüp insanı bulmaya, görmeye çalıştığı öykülerinden oluşan Köstebek Yolları kitabı üzerine konuştuk.

Günay Çetao Kızılırmak ile ilk öykü kitabı Köstebek Yolları odağında yapmış olduğumuz söyleşide insanın yaşamını kolaylaştıracağını sezdiği şeyi tam bulacakken kaybetmesi, insanın bu anlamda bir bütünlük duygusunu tanımlayamayışı, böylelikle hikâye bitmiş olmasına rağmen bundan sonra hikâyenin nasıl devam edeceğine dair oluşan merakımıza dair 11 etkili öyküyü konuştuk. Öykülerin yanı sıra Rusçadan birçok şiir, öykü, roman, özellikle de Andrey Platonov romanları çevirileriyle tanıdığımız yazar ile edebi çeviri, çevirinin önemli unsurları, çeviri bilimi üzerine de  sohbet etme imkânı bulduk.

Sohbetimizi biyografinizden yola çıkarak başlatmak istiyorum. On üç yıl boyunca Türkiye’nin çeşitli kentlerinde yaşamak, 1994’te Rusya’ya yerleşmek, Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyup, bu bölümü bitirmek ve 2006 yılında Türkiye’ye dönüş. Çıktığınız yollar mı edebiyat ile olan bağınızı geliştirdi yoksa edebiyata olan sevginiz yol alışlarınızda önemli bir faktör mü oldu?

Bütün bu macera başlamadan önce de kitap seven bir çocuktum. Etrafımdaki yetişkinler okurdu, biz çocuklar da okumaya hevesli büyüdük. Ailece Rusya’ya taşındığımızda Rusça bilmiyordum. Akranlardan kısa sürede dil öğrenecek kadar küçük de değildi yaşım. Rusçayı daha ziyade kitaplardan öğrendim. Rus edebiyatının muhteşem bir hazine olduğunu biliyordum. Mesela Durgun Don’un dört gri cildini ailedeki herkesin kapışarak okuduğu kalmış aklımda. Durgun Akardı Don idi o çevirinin adı ve çok hoşuma giderdi bu ad. Yeni bir ülkede kendimi yabancı ve başarısızlığa yazgılı hissettiğim o dönemde okul kütüphanesi ve çeşitli şehir kütüphanelerindeki bu hazinenin elimin altında olması bana zenginlik duygusu vermişti. Okuduklarımın tamamını anlayamıyor, durmadan sözlüğe bakmaya üşeniyor ama sıkılıp bırakmıyordum da. Üniversitede de Rus Filolojisi okumaya karar verdim. Rusça hâlâ yabancı dildi benim için (hep de öyle kaldı) ve okuldaki derslerden sadece kısmen faydalanabildim. Yine de hocaların ve çoğu köylerden gelmiş yoksul öğrencilerin dersler boyunca kitap tartışmaları, şahit olduğum ve akademik diyemeyeceğim o coşku okurluk ve çevirmenlik heyecanımı beslemiş olmalı. Genel olarak bilgilerden çok duygulardan, heyecanlardan etkilendim, kısmen yabancı olduğum için kısmen de yapım gereği.

Köstebek Yolları, içinde 11 öykünün bulunduğu ilk kitabınız. “İnsan kalbi deliktir, içine ne koyarsan koy dolmaz” kitabın üçüncü öyküsü içinde geçen bu sözün altını çizip kitabın ana ekseninin belirleyicisi olarak seçtim. Köstebek Yolları’nın ortaya çıkmasını sağlayan öyküleri yazma sebepleriniz nelerdi?

Çeviri yaptığım için edebiyatın içindeydim her zaman. Ama çeviri dışında da edebi heveslerim vardı ki onları edebi bile değil yaşamsal çırpınışlar gibi görürdüm hep. Şöyle ki yazı benim için bir iletişim şekli olarak da işlevsel ve cazipti. Mektuplar bana yazmaktan önce insanlarla bağ kurma imkânı verdikleri için önemliydi. (Mektup sevdamla belki de 19. yüzyılda ya da 20. yüzyılın ilk yarısında yaşamalıydım. Yakınlarda, Freud’un her gün saatlerce ve ömrü boyunca binlerce sayfa mektup yazdığını okumuştum ve bu bana çok mantıklı ve güzel gelmişti.) Bir diğer faktör de şiirdi. Şiir okuru ve heveslisiydim ama benden şair çıkmadı. 2018 yılında bir gün bir öykü yazmayı denedim. Alıcısı olmadan yazmak; alıcı aramaktan, icat etmekten ve alıcıları bezdirmekten daha onurlu ve ilham vericiymiş. Şiirin gerektirdiği kapalılık ve serserilik de şart değildi dümdüz bir şeyler anlatırken. Böylece yirmi-otuz civarı öykü yazdım. Başımı nasıl bir belaya soktuğumu henüz çok düşünmediğim hoş bir dönemdi. Ne yazsam “fena olmadı” gibi geliyordu. Sonra ciddiyetle ele alınca, o otuza yakın öyküden sadece on birini bir dosyada bir araya getirebildim. Alıcı –bu defa meçhul alıcı– tekrar sahneye çıktığında eğlencenin bittiği anlaşıldı. Yazdıklarımın anlaşılır olması gerekiyordu ve okuyanlar anlamadıklarını söylüyordu. Yine varsayılan alıcının varsayılan bakış açısının varsayılması icap etti ve bunu sağlamak kolay olmadı. Bütün bu süreçlerin sonucunda ortaya incecik bir kitap çıktı. 

Hikâyeler boyunca anlatıcı kişi öyküyü anlatmaya başlamadan hemen öncesinde bir şey/şeyler olmuş ve bunun üzerine yeni bir dönem başlamış. Fakat aslında bu bir tür hayal kırıklığı değil, planlanan şeylerin ötesinde beklenilmeyen imkânların başa gelmesi gibi, ne dersiniz? Tüm bunlar düşünüldüğünde kitaba “Uzak” öyküsü ile başlamanız da tesadüf değil sanki. 

Bir şey olup bittikten sonrasını merak ederim. Bir kitap, bir film bittikten sonra neler olmuştur? Daha çok çocukken merak edilen bir şeydir bu. Acaba kahramanlar sonra ne yaptılar? Mutlu olduysalar bile herhalde uzun sürmemiştir… Mutsuz olduysalar da herhalde bir derman bulmuşlardır… Belki de bulamamış, öncekinden de beter hâllere düşmüşlerdir ve o beter hâlin içinde de bir şekilde yaşamış veya belki de vazgeçip çekilmişlerdir hayattan. Kitaptaki öykülerde de ortada kalakalmış insanlar var. Ya biri gittiği için, ya bir şey bittiği için genellikle. Düzenin içinde yer edinemeyenler de var: “Her Şeyin Tam Tersi” öyküsünde, “Evde vesaire. “Uzak” da böyle bir öykü. Kitabın bitişle başlaması beni rahatlatmış olabilir. Başlangıç korkunç, bitişse makuldür çünkü bir bakıma. Bitişten sonra sizin de dediğiniz gibi beklenmeyen imkânlar açığa çıkabilir. Hiçbir şey olmasa bile insan yeni yarasıyla, acziyle yaşamaya dair beceriler kazanır ya da şanslı veya kabiliyetliyse etrafta başka insanların olduğunu görür. Başka birini görünce genellikle bir rüyadan uyanmış gibi oluruz. Tabii bu biten rüyanın büyüsünü, kendi kendine büyülü bir şey olmaklığını değiştirmez.

Günay Çetao Kızılırmak

Tüm öykülerinizin içinden geçen bir yol, yolculuk, yol alma meselesi var. Bir bavulun eşlik ettiği veya etmediği bu yolculuklarda unutmak, hatırlamak kavramları öyküler içerisinde kendilerine yer ediniyorlar. Yol, yol almak, bir yerden bir yere gitmek bir tür unutma aynı zamanda da hatırlama aracı mıdır?

Belki yaşamımda da bavullar hiç eksik olmadığı için, hatta ailemin ve halkımın da yaşamında bu hareket hâlinde olma ve onun verdiği garip bir sersemlik hâli baki olduğu için böyle yazmışımdır. “Uzak”ta uzak ve yabancılık dediğimiz şeyi kurcalamak hoşuma gitmişti çünkü çok bereketli ve aynı zamanda da çorak bir yerdir uzak. Aslında öyküde çok yeni bir şey olmuyor: İnsan yarasını/derdini gittiği uzağa götürüyor, sonra döndüğü yakına geri taşıyor. Unutmak ve hatırlamakla ilgili bazı tahminlerimiz, öngörülerimiz var, oysa avunmak, iyileşmek, değişmek bazen düşündüğümüzden uzun sürüyor veya hiç mümkün olmuyor. Bana bu ilk öyküyü yazdıran düşünceyi hatırlıyorum. Bir dönem birçok kişiden aşkın abartıldığını, insanın bu devirde başka bir insan yüzünden acı çekmesinin çağ dışı olduğunu duyuyordum. Yapıcı, yaratıcı, üretken birey böyle acılar çekmez gibi bir yaygın algıydı beni harekete geçiren. Öyküdeki karakter de bu çağ dışı utanılası tutkudan kurtulmayı umut ediyor ama mümkün değil bu. Çok aheste bir avunuş ve değişim yine de söz konusu ki onlar da yine kontrol edemediğimiz bir iyileşme sürecini hazırlıyor. Yaşamı ve kendimizi tam bir kontrol altında tutamayışımız iyi bir şey.

“Ev” öyküsünü  ayrıca konuşmak istedim sizinle. Bir ev anlatıcı olarak çıkıyor karşımıza. Neden anlatıcı olarak bir “ev”i seçtiniz? “Ev” ve kitaba da ismini veren “Köstebek Yolları” öyküleri bittiğinde biraz daha sürselerdi ve bu öyküler kısa roman olsaydı nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim. Hem “Ev” öyküsünü hem de “Köstebek Yolları” ile beraber her iki öykünün de zihnimde yarattığı sürekli açılabilen, katmanlı yapısını konuşmak isterim sizinle

“Ev”i evin “konuştuğu” bir dönemde, pandemi zamanında yazmıştım. Artık herkesin sustuğu, sadece evin konuştuğu bir zaman değil miydi o dönem biraz da? Evden nefret ettiğim günlerdi ama öyle ya da böyle evi sevmek, hiç değilse ateşe vermemek gerekiyordu çünkü işte ne güzel başımızı sokabileceğimiz bir yerimiz vardı ve güya hayat içeriye sığıyordu. Bir de evin gözünden bakmayı denedim. Evin de insanlardan bıkması çok muhtemel gelmişti bana. Devamlı eskittiğimiz evlerin yorgunluğunu düşününce biraz da eve olan öfkem azalmıştı galiba.

​İki öyküyle ilgili yorumunuz beni sevindirdi. Bunu söyleyenler oluyor, azıcık daha yazsan roman da olabilirdi diye. Açıkçası bunun bir sonu yok, gerçekten de anlatmaya devam edilse bazı hikâyeler romana dönüşür. Ama şu da var, bir kısa metnin uzun metne dönüşmeye meyletmesi gibi, uzun olabilecek bir metin de dar bir alanın içinde kalmayı isteyebiliyor bazen. Öykü biraz öyle sanki – durup bu kadarını söylemekle yetinmek istiyor insan, “istersen hiç başlamasın” demek, tadında bırakmak… Hikâye uzarsa alelade gerçekliğe dönüşecek gitgide ve o kadar da gerçek olmasına gönlümüz razı değil. Kısaysa daha düşsel ve yoğun kalma şansı daha yüksek. Bunları planlayarak yapmadım ama şimdi düşününce kısaya dair bu olanaklar gözüme cazip görünüyor. Başka bir zaman da tam tersi cazip gelebilir.

“Köstebek Yolları” öyküsü ile birlikte kitap sanki başka bir kulvarda seyrine devam ediyor. Bunu bana düşündüren Muharrem’in kafasının içi ve Munise’nin ise kafasının içinden ziyade dışarıdaki hayatla ilişkisi. Düşüncelerinin iç detayları, nasıl şekillendiği, ilişkilerimize bunun nasıl yansıdığı ve bir karar verme koridoruna girdiğimizde tüm bunların bizi nasıl yönlendirdiği meselesini bu öyküler odağında konuşma isterim.  

Öykülerin kitaptaki sıralaması kronolojik sayılabilir. “Köstebek Yolları” ve devamında artık içeriden gözümü biraz ayırıp dışarı bakmayı istemiş, buna cesaret etmiş olmalıyım. Özellikle Munise’de tamamen başka türlü bir hayatı da hayal edebilir miyim ve bunu o hayatı çok yakından tanımaya, örneğin böyle şeyleri yaşamış birileriyle konuşmaya çalışarak değil de çok içeriden, yine kendi içimden ya da hepimizin içindeki insan olmanın o çekirdeğinden yola çıkarak yapabilir miyim – bunu merak ettim. Muharrem de yalnız bir ruh –yani iyi tanıdığım bir tip– ama hikâyesinde birçok insan, onlarla gelgitli ilişkiler ve bir patronun korkunç gölgesi var artık. Bu kitabın sınırları içinde atmaya çalıştığım bir adımdı bu. Kendime yüklenmek istedim biraz, “hadi biraz da buradan anlat bakalım,” gibi… çünkü şunu da hep düşünüyordum: “belki başka bir kitap yazmaz, bununla kalırsın, hazır başlamışken şunu da bir dene.”

Mekân olarak evler, ev içi görüntüler, bir bavulla eve dönmek veya yine bir bavulla evden çıkmak, öyküyü bir evin anlatıyor oluşu… Yaşam, yol, yolculuk, yeni bir hayat, eskiyi hatırlamak ve baskın bir şekilde her öyküde hemen hemen karşımıza çıkan ölüm gerçeği. Evlere dönüyor olmanız neden bu derece baskın bir unsur?

Evler konusuna dönelim. Bir noktaya kadar göçebe ama o noktadan itibaren de çok hareketsiz bir hayatım oldu. Çok gezemedim, yollarımı çok seçemedim, bir yerde kalakalmayı çok deneyimledim. Klişe olacak ama evler bana hem hapishaneler gibi görünüyor hem de sığınaklar gibi. Necatigil’in şiirlerindeki evler de öyle. Bir darlık ve boyuna içe doğru bir daralma da demektir eski evler. Yeni evler belki öyle değil. Yeni evler dışarıdaki imkânların konforlu bir uzantısı ve her an tekrar o imkânlara bir sıçrama tahtası gibiyken eski evler dışarıdan çoğunlukla kopuk ve mahsur kalınan yerlerdir. Yeni evlerde hayat epeyi güzel gibi gelebilir insana, eski evlerdeyse durup durup varoluşu sorgularsınız. Muhsin bir evde mahsur kalıyor. “Yaşlı Kadın”daki yaşlı kadın mahsur kalıyor. “Köstebek Yolları”ndaki toplama ailenin üyeleri de alternatif bir hayat kurmuş olmalarına rağmen o eve ve birbirlerine mahkumlar. Ayrıca yaşadığımız şehirler yan yana ve üst üste evlerden başka bir şey değil çoğumuz için çünkü işten eve, evden işe gidip geliyoruz. Kimse ormana gitmiyor kolay kolay ve bir süre sonra o istek de kalmıyor insanda. Bende kalmadı diyebilirim. Park ve bahçeler bile haddinden fazla güzel geliyor insana betondan bir şehirde yaşarken. Güzel semtlerdeki yeni evlerde belki bu his daha azdır, oraları belirli bir ferahlığın içine kuruyorlar artık ama çoğumuzun yaşadığı, orta ve alt gelirli kişilerin yaşadığı semtlerde bu mahsur kalma hissini duymamak imkânsız. Elbette kaçışlar vardır. Park ve bahçeler elbette vardır, apartman önlerinde cipsli kolalı ve flörtlü bir yaşam, halı sahalar ve “belki şehre bir film de gelir” veya insan âşık olup göklere yükselebilir ama yine de genel manzara bu evlerin içlerinde tükenen hayatlar işte. Şanslıysak apartman boşluğuna bakmayan bir odada uyuyoruz veya pencereden karşı komşuyu görmüyorsak epeyi avantajlıyız. Bazen de evde bitkiler ve hayvanlar bulundurarak aşmayı deniyoruz o sınırlılığı. 

Sizin aynı zamanda çevirmen olmanız da çok önemli. Andrey Platonov kitapları çevirileriniz özellikle çok kıymetli. Çeviri yapmak kendiliğinden gelişen bir süreç mi oldu hayatınızda yoksa zaten Rus Dili ve Edebiyatı mezunusunuz ve çeviri yapmak aklınızda hep var mıydı? Bir de Rus edebiyatı denildiğinde çok geniş bir yelpaze söz konusu. Andrey Platonov eserlerini seçmenizin bir sebebi var mı? 

Çeviri yaşamımın doğal olarak vardığı bir noktaydı. 1994’te ailemle birlikte Adigey’e taşındığımızda Sovyet bürokrasisi hâlâ ciddi oranda yürürlükteydi. Sonrasında işler biraz kolaylaştı ama asla çok rahat olmadı hayat. Hâsılı, hep bir belge ve evrak kovalamak gerekti. O ara kendi evrakımızı kendimiz çevire çevire çeviri dünyasına bir giriş yapmış bulunduk. Bulunduk diyorum çünkü ablam, babam, halam ve etraftaki birçok kişi bu dil karmaşasının içinde ufak ufak çeviri köprüleri kurmaya başlamıştı. Babam mesela yerel gazetedeki haberleri Türkiye’deki Çerkeslere okutmak için Çerkesçeden Türkçeye çeviri yapar, Rusça bir makale ilgisini çekerse bize çevirtirdi. Kısacası kendimi bildim bileli çeviri yapıyorum. Edebiyata ilgimle kesiştiği yerde ise büyük bir ilhamla yaptığım bu mesleğe sahip oldum. Platonov’u ben seçmedim hayır, bana Tuncay Birkan önerdi. Fakat Çevengur’u ben seçtim sayılır: çok heyecanlanmıştım o koca ve deli işi romanı çevirebileceğimi düşündüğümde. Gençtim ve içimde “her şey mümkündür” gibi bir his vardı. Bu hisse tekrar sahip olmak isterdim.

Rusça dilinde uzmanlaşmış bir çevirmen olarak aynı dilde eserler çeviriyor olmanızın önemi üzerine konuşmak isterim sizinle. Ve ayrıca dünyada ve Türkiye’de çeviri meselesi istenilen noktaya geldi mi? Çeviri olmazsa dünya edebiyatı diye bir şeyden bahsedemeyiz ama çevirmenlerin hep bir adım geride olmaları konusunda ne söylemek istersiniz.

Notos’un son sayılarından birinde editör Savaş Kılıç’la yapılan söyleşideki şu cümleleri okumak çok iyi geldi bana: “Çevirmenleri olduğu gibi redaktör ve editörleri de ne büyütmek lazım ne küçültmek. Yayıncılık sektörünün emekçileri bunlar.” Çevirmen olarak arka planda kalıyor olmamız bana da normal ve aslında hoş görünüyor artık. Belki çoğunluk için buna inanmak güç ama arka planda birçok açıdan mutlu bir yaşam var. Keşke daha iyi koşullarda çalışabilsek – farazi bir görünürlükten daha kıymetli olurdu bu. Çeviri gerçekten de önemli çünkü çevrilmiş bir kitap için iki ihtimal söz konusu: Okunur olmak veya olmamak! Şöyle rahatça okunabilen bir kitabın bir kolektif emeğin ürünü olduğunu ve bir sürü işlemden geçtiğini unutmamalıyız. Bu silsilenin bir yerindeki aksaklık ürüne muhakkak yansıyor. Türkiye’de koşullar mükemmelden çok uzak. Metinler geçmeleri gereken aşamalardan geçemiyor. Bu işleri severek yapabilen insanlar maddi nedenlerden ötürü bezgin düşüyor. Ben yine de Savaş’tan biraz farklı düşünüyorum galiba: Tek tek insanların verdiği emek ve kendilerinden kattıkları –mecbur olmadıkları hâlde– değerler birçok işi özel kılıyor. İyi bir çevirmenin, redaktörün, editörün varlığı ve yokluğu arasında epeyce fark görüyorum.

“Lekeyi silmeli” ve “bir daha hiçbir şey yazmamalı.” diyorsunuz kitabın son öyküsünde. Ben de buna istinaden pandemi, savaş, ekonomik krizler derken dünya yenileniyor deniliyor sürekli. Katılıyor musunuz bu yenilenme hususuna ve asıl olarak edebiyata, edebi eserlere bu yenilenme süreci nasıl etki edecek?

“Lekeyi silmeli” ve “bir şey yazmamalı”, genel olarak o öyküdeki hâl, bitmeyen bir gelgitin ifadesi aslında: Gerek var mı yok mu? Yazmaya? Yaşamaya? Anlamaya ve anlatmaya? Mücadele etmeye? Bunlara sırasıyla olumlu ve olumsuz cevaplar vere vere, bir gelgitin içinde çalkalanıp duruyoruz aslında ve ömrün özeti bu. Dünyanın hâliyle ilgili çok umutlu şeyler söyleyemeyeceğim çünkü iyimser biri değilim. Edebiyatın nereye gideceğini de bilmiyorum açıkçası. Çaresizlik derinleştiğinde genellikle iki şeyden biri olur edebiyatta da: O da altta kalmaz ve daha derin bir çaresizliğe gömülür ya da Murat Uyurkulak’ın Har romanının finalindeki gibi artık kıyameti geciktirmek için kalan tüm güçler seferber olur ve iş birliği yapar. En dermansızın bile kıyamet karşısında yaratıcılığı açığa çıkabilir. 

Tasarımda kullanılan görseller Cody Cobb'a aittir. 

0
5961
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage