Can Yayınları, Patricia Highsmith’in beş Tom Ripley kitabını birden özgün, şık kapak tasarımlarıyla raflara çıkardı. Böylelikle bunlardan bir tanesi Ripley ve Peşindeki Çocuk da dilimizde ilk kez yayımlanmış oldu...
Polisiye edebiyatın ya da daha doğru bir tanımla psikolojik gerilim romanlarının en güçlü yazarlarından biri olan Patricia Highsmith, yazarlık kariyerine 1940’lı yılların ortalarında çeşitli dergilerde kısa hikayeler yazarak başlamıştı. Bunlar ilginç karakterler barındıran akıcı hikayelerdi. Daha ilk romanıyla hedefi vuracak bir yazar olduğunu açıkça belli ediyordu... Amerika doğumlu olmasına rağmen hayatının büyük kısmını Avrupa şehirlerinde geçirmişti.
Tam altı yayınevinden red cevabı alan, nihayet 1950 yılında basılan ilk romanıTrendeki Yabancılar (Strangers on a Train) sinema tarihinin en kendine has yönetmenlerinden biri olan Alfred Hitchcock’un dikkatini çekmiş ve ertesi yıl romanın sinema adaptasyonunu tüm dünyaya sunmuştu. Hitchcock yıllar sonra François Truffaut ile yaptığı nehir söyleşisinde o tarihe kadarki kariyerinde, Trendeki Yabancılar'ın bir yapımcı şirketinin değil de kendisinin uyarlamak için seçtiği ilk kitap olduğunu söyler.
Patricia Highsmith edebiyat dünyasında inanılmaz melankolik eserlere imza atmış pek çok kadın yazar gibi yalnızlıktan, depresyondan ve karamsarlıktan şikayetçi olarak yaşamış bir yazar. Yıllarca östrojen eksikliğinden dolayı pek çok hastalık geçirmiş, uykusuzluk, yemek yiyememe ve türlü psikolojik rahatsızlıklar içinde yaşamış. Bütün bunların üstüne eklenen alkolizm ve yoğun sigara tüketimi, onu giderek zor bir insan haline getirmiş. Köklü arkadaşlıklar kuramadığı, mizantropik (insanlardan nefret etmek) bir hayat yaşadığı söylenir. Özel hayatını oldukça gizli tutmayı başarsa da çoğunlukla kadınlarla birlikte olduğu, erkekleri genellikle çok çekici bulmadığı bilinir. Eşcinselliğini edebiyat dünyası içinde dikkat dağıtıcı bir etiket haline getirmekten itinayla sakınmıştır. Claire Morgan takma adıyla yazdığı ikinci romanı The Price of Salt'da,Trendeki Yabancılar'daki iki adamın örtük eşcinselliği yerini iki kadının inanılmaz aşkına bırakır. Sadece açıkça ve cesurca ele aldığı lezbiyen aşkıyla değil, ‘mutlu son’uyla da iz bırakan bir romandır. İlk defa 1990 yılında, Carol adıyla tekrar yayımlandığında bir Patricia Highsmith romanı olarak raflarda görünür.
Avrupa’nın Amerikalısı...
Highsmith’in romanlarındaki dünyanın en güzel tarifini Graham Greene yapar aslında: “Highsmith, korkunun değil kaygının şairidir. Kendi evrenini ve klostrofobinin hüküm sürdüğü bir dünyayı kurar ve biz onun her yeni romanında kendimizin de bir tehlikenin tehditi altında olduğumuzu farketmeden dahil oluruz o dünyalara..” Bir yazarı iyi yazar yapan özellik tam olarak da bu değil midir zaten?
Olanca sertliğine ve az insanlı hayatına rağmen eserlerinde olağanüstü gözlemciliği ve detaycılığı etkileyicidir. Hakkında yazılmış pek çok makalede zor bir kadın olduğunu bulunduğu her ortamda belli etse de alaycılığı ve kendine has bir nüktedanlığının farkedilir olmasına inanmak da çok kolay, özellikle de yazdıklarını okuyunca. Onun kitapları, Highsmith’in pek çok hümaniste göre insanları daha çok tanıdığını ortaya koymaktadır. Mesela üçüncü kitabı Beceriksiz'de (The Blunderer) hayatından son derece mutsuz olan, eşini, işini, arkadaşlarını seçmeyi becerememiş yumuşak huylu bir adamın çırpınışlarını anlatır. Bu adam çırpındıkça öyle çok batar ki, işlemediği bir suçu sanki gerçekten de kendi işlemiş gibi düşünmeye başlayıp mahzun sonunu kendi elleriyle getirir...
Beceriksiz'in yumuşak huylu beceriksiz kahramanı Walter’ını, tersyüz edip Tom Ripley karakterini yaratır aslında 1955’te yayımlanan Yetenekli Bay Ripley (The Talented Mr. Ripley) romanında Highsmith. Roman kısa zamanda dünya çapında bir başarı yakalar. Kendisiyle ‘biri’ olamayan kişinin, başkasının kimliğini işgal ederek biri olma çabasından yola çıkar Highsmith. Bir Amerikalı’nın Avrupa’da kendine bir kimlik araması gibi yani...
Highsmith’in, Amerika’yı tam da komünizm korkusunun revaçta olduğu yıllarda bırakıp 1995’teki ölümüne kadar kendisini daha rahat hissettiği Avrupa’da yaşamayı seçmesini Amerikalı olmayı bir ‘hastalık’ gibi görmesine bağlayabiliriz. Eserlerinin çoğunda Amerikalılıkla ilgili kimi alaycı göndermeler yaparak da bunu açık eder. En çok da Tom Ripley romanlarında...
Carol romanı yazarın bir oyuncak mağazasında gördüğü, kürklü güzel bir kadın imajından doğmuşken, Tom Ripley de yine onun gözleri önünde plajda yalnız başına sağına soluna bakınarak yürüyen genç bir adamdan doğmuştur. Yazar bir röportajında “ortama uyum sağlamaya çalışan tipik bir Amerikalıya benziyordu” diye bahseder ondan.
Tom Ripley çok beceriklidir. Akıllıdır, sanattan, iyi yemekten, iyi müzikten kısacası iyi yaşamaktan anlar. Bir ‘yaşam gusto’suna sahiptir. Ama gusto sahibi olmak acı verici bir şeydir bazen, özellikle paran ve bir sosyal statün yoksa. Anne ve babasını bir deniz kazasında kaybetmiş ve duygusuz Dottie teyzesi tarafından büyütülmüş ‘orta direk’ bir Amerikalıdır Tom. Avrupalılaşmış bir zengin çocuğu olan Dickie Greenleaf’in hayatını (kimliğini) çalarak istediği gibi biri olabilir ancak. Halbuki ülkenin sayılı zenginlerinden olan Herbert Greenleaf onu İtalya’daki kıyı kasabalarında gününü gün eden (aslında ‘gerçek anlamda’ yaşayan) oğlu Dickie’yi Amerika’ya dönmesi konusunda ikna etmesi için tutmuştur. 26 yaşındaki Tom Ripley de yeteneğini kullanarak Dickie’yi bulur, onun bohem hayatına kolayca uyumlanır ve en yakın arkadaşı olmayı da başarır.
Tom Ripley’in anormal dünyası...
Ripley, Dickie’yi öldürmeyi planlamaz aslında, Dickie’nin ona karşı değişen tavırları bir anda böyle bir karar almasına neden olur. Çünkü Dickie, hayatını kazanmak zorunda olmayan, zenginliğin ve statüsünün verdiği özgüvenle ömrünün sonuna kadar zaten rahat yaşayacağı açık, çok yetenekli olmasa da iyi huylu, cazip, enerjik ve ilgi çekici bir genç adamdır. Ve hiç yoktan hayatına giren, onu kız arkadaşından uzaklaştıran, bazen kendisini taklit ederken yakaladığı bu ‘arkadaş’tan sıkılmıştır artık!
Tom Ripley yıllara yayılacak olan cinayet ve sahtekarlık kariyerinin en pişman olduğu bu ani cinayetine çok şey borçludur aslında. Bir süre Avrupa’yı Dickie’nin kimliğiyle turist gibi dolaşır, keyif çatar sonra yeniden tam zamanında Tom Ripley’e dönüşür, daha bir özgüvenle ve bol parayla yepyeni bir çevre edinmeye başlar. Artık kabul görebilir, saygı duyulur bir ‘kimliği’ vardır...
Patricia Highsmith, Tom Ripley’i çok sever ve sevdirir. Biz de okuyucu olarak Ripley’i olanca tedirginliğimize rağmen anlarız ve onu merak içinde okuruz. Onun içindeki katil öngörülemezdir. Cinayeti son çare olarak görür, başka bir yolu yoksa hiç tereddüt etmez, etrafındaki pek çok eşyayı silah olarak kullanabilir. Bir kürek, ağır bir kültablası ya da dolu bir şarap şişesi... Zekası, soğukkanlılığı ve çok iyi geliştirdiği kendini koruma içgüdüsü Tom Ripley’i hep zinde tutar.
Ünlü yazar ilk kitaptan tam 15 yıl sonra, 1970’te anti-kahramanına dönüş yapar. Ripley Yeraltında (Ripley Under Ground) adlı ikinci kitap Tom’un Dickie’yi öldürmesinden 6 yıl sonrasına götürür bizi. Zengin bir Fransız ailenin baba parası yemek dışında bir şey yapmayan güzel kızı Heloise ile evlenmiş Londra’da yaşıyordur. Artık kalburüstü sanat dünyası içinde bir yere sahiptir. Ünlü bir ressam olan Derwatt’ın tablolarını pazarlayan bir sanat galerisinin gizli ortağıdır. Ama asıl ilginç olan Derwatt’ın senelerdir ölü olmasıdır!
Derwatt’ın ölmüş olduğu bilgisini muallakta bırakan ortaklar, ona hayran bir ressam olan Bernard Tufts’ın yaptığı sahte tabloları fahiş fiyatlarla pazarlıyorlardır. Plan tümüyle Tom Ripley’in ürünüdür. Ama zengin bir koleksiyoncu satın aldığı tablolardan birinin sahte olduğunu düşünüp bunda ısrarcı olmaya başladığında Ripley hiç istemese de yeni bir cinayete doğru sürüklenir...
Highsmith’in sevilen sosyopatı Ripley’e dönüşü öyle çok muhteşem bir kitapla gerçekleşmemiştir aslında. Ripley Yeraltında birkaç bölüm hariç kısıtlı mekanlarda geçen uzun bir romandır. Büyük oranda Ripley’in Paris yakınlarındaki lüks evinde ve çevresinde geçen olaylarda ilk kitaptaki dinamizm ve gerilim duygusu aynı oranda yoktur.
1974’te yayımlanan üçüncü kitap Ripley’in Oyunu (Ripley’s Game) serinin en heyecanlı bölümlerinden de biridir ama. Karısıyla konformist hayatını sürdüren Ripley, ona zaman zaman sahte pasaportlar ve saklanma yerleri ayarlayan bir dostuna yardım etmek için sıradan bir aile babasını pis bir mafya işine bulaştırır. Jonathan’ın tek suçu bir ortamda Tom Ripley’in egosuna dil uzatmasıdır. Sonuçta ölümcül bir hastalığı olduğuna inandırılan Jonathan, Ripley ile birlikte Almanya’da birkaç mafya adamını öldürürken bulur kendisini.
Ripley’in her kitapta başka bir erkekle yaşadığı gerilim onun bastırılmış eşcinsel arzusunu işaret eder. Karısı Heloise ile seviştiği nadiren belirtilse de Heloise Ripley’in hayatında vazgeçemediği bir süs eşyasıdır sadece.
1980’de yayımlanan Ripley ve Peşindeki Çocuk'ta (The Boy Who Followed Ripley) Ripley’in baskıladığı eşcinselliği daha barizleşir. İntihar ettiği sanılan zengin bir Amerikalı iş adamının yakışıklı oğlu Frank, girdiği depresyonun sonucunda soluğu Paris’te Tom Ripley’in yanında alır. 16 yaşındaki bu çocuk yaşadığı karşılıksız aşkın acısı içinde, melankolik bir şekilde Lou Reed’in Transformer albümüne (!) takık ve kendisini keşfetme çabasındadır. İdolü Tom Ripley’den yardım ister. Ripley çocuğun peşine takılır ve ona yardımcı olmaya çalışır adeta bir baba, bir ağabey gibi. Ama ona karşı gizli bir cinsel ilgi duyduğu da okurun gözünden pek kaçmaz. Tabi ki Frank’i de yok edecek bir ilgidir bu.
1991 tarihli son kitap Ripley Su Altında'da (Ripley Under Water) Ripley kendi gibi bir sosyopatla yüzleşecektir en sonunda. Her şeyden haberdarmış hissi yaratan bir adam ve ‘arızalı’ karısı, Ripley’in etrafında dolanmaya ve onu rahatsız etmeye başlar. Bütün kitapların içinde onu en çok bu kitapta ‘biraz endişelenirken’ okuruz.
Highsmith bu son Ripley kitabında edebiyat tutkunlarınn hiç de şaşırmayacağı bir gönderme yapmaktadır. Ripley romanın bir yerinde Oscar Wilde’ı Hz. İsa’yla benzeştirip kendisine de pay çıkarır. İnsanı ve yaşamı doğru kavrayanların diğerleri tarafından nasıl da yanlış anlaşıldıklarından, kıskanıldıklarından dem vurur. Sıradan insanların özel insanları anlayamadıklarını farklı cümlelerle sık sık dile getirir Ripley.
Kendisini asla suçlu hissetmiyordur. Çünkü bu his ona kaygıyı getirir, kaygı ise soğukkanlılığını bitirir, hata yapmasına neden olur. Tom, Dickie’yle ilgili olarak küçük bir acıma duygusuna zaman zaman zihninde yer açsa da uykuları bu küçük histen zarar görmez, karabasanlar onu hiç ziyaret etmez. Okuyucu da bunu bile bile Ripley’in peşine düşer ve onun içine düştüğü zorluklardan kurtulmasını diler.
Patricia Highsmith’in Ripley kitaplarının ilk ve üçüncü kitapları hariç olay örgülerinde ufak arızalar vardır. Polisiye çizgilerinde inandırıcı olmayan ya da pek kolay ‘yenmeyen’ rastlantısal durumlar yok değildir. Ama karakterler hakkındaki sağlam analizler, Highsmith’in detaycılığı ve ne olursa olsun Tom Ripley’in çekiciliği diğer tüm açıkları kapatır.
Sinemada Tom Ripley
Yetenekli Bay Ripley önce 1960’ta René Clément filmi Kızgın Güneş'te (Plein Soleil) ete kemiğe bürünür. Yakışıklı Alain Delon’un Ripley’i canlandırdığı film kitaba ortasından dalar adeta. Clément’in yorumunda Ripley, Dickie’nin kimliği olduğu kadar kız arkadaşının da peşindedir. Alain Delon ise Ripley için fazla yakışıklı ve ‘yüksek profilli’dir, üstelik final kitaptan da çok farklıdır.
Aynı kitap 1999 yılında Anthony Minghella tarafından aslına en uygun haliyle perdeye yansır. Matt Damon’ın siyah çerçeveli gözlüklü görüntüsü Ripley’le çok uyumlu olmuştur. Minghella’nın getirdiği en büyük fark ise -bir gişe kazasına uğramamak için belki de- metnin eşcinsel tınısını neredeyse tümüyle gizlemek olmuştur. Üstelik Ripley’in de etrafında dolanan genç bir kadın karakter hikayeye eklenmiştir.
İkinci kitap Ripley Yeraltında 2005 yılında Roger Spottiswoode tarafından uyarlanmıştı. Filmin en büyük şanssızlığı Ripley rolündeki Barry Pepper’ın, Matt Damon’dan sonra bu karaktere soyunmuş olması. Filmin senaryosunda yapılan kimi oynamalar da Ripley’i olduğundan daha sadistik bir karakter haline dönüştürmüş.
Highsmith’in üçüncü Ripley kitabı olan Ripley’in Oyunu ise iki kere sinemaya uyarlandı. İlki ünlü Alman yönetmen Wim Wenders’ın 1977 tarihli The American Friend olup Ripley’i Dennis Hopper canlandırmıştır. Wenders’ın filmi kitabın daha ‘serbest vezin’ uyarlaması gibidir. Wenders’ın hikayeye kara film tadında yaklaşmasına rağmen bildik kahraman klişelerinden hayli uzak durması, hatta giderek varoluşçu bir Ripley’e varması enteresan bir yorumdur. Dennis Hopper kitaplarda okuduğumuzdan çok farklı bir Ripley’dir ama, orası kesin...
Aynı kitaptan uyarlanan ikinci film ise 2002 yapımı aynı isimli, Liliana Cavani filmidir. Ripley’i bu sefer usta aktör John Malkovich başarıyla canlandırır. Cavani’nin filmi orijinal kitabın hikayesine çoğunlukla sadık kalır. Malkovich’in Ripley’i ise daha soğukkanlı bir profesyoneldir.