Günümüzün en şahsına münhasır kalemlerinden Hakan Bıçakcı’nın Otel Paranoya adlı uzun öyküsü, Berat Pekmezci’nin çizimleri eşliğinde kitaplaştırılarak İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Çekimlerinin Büyük Londra Otel'de yapıldığı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öykü, okuru dünyanın en asap bozucu otellerinden birine davet ediyor. Tuhaf, tekinsiz ama bir o kadar da daha evvel tanışmıştık hissi veren bir mekân burası. İçeride “Uykum kaçtı, gördünüz mü?” diye gezen bir afetle karşılaşmak da mümkün, başka bir ülkeye açılan kırmızı kapılarla da... Sanki Kafka ve Alice’in ruhları kol kola girmiş, otel koridorlarında geziniyor.
Kahramanımız otelden çıkmak istedikçe oraya daha beter saplanıyor, hatta bağımlı hale geliyor. Otel Paranoya, okura kendi dahil kimseye güvenemeyeceği bir macera vaat ediyor.
Okurken, kendinizi gerçek olamayacak kadar absürd ve gerçekdışı olamayacak kadar tanıdık bir yerde dolaşıyor gibi hissedeceksiniz. Çünkü bazı oteller, fena halde memlekete benziyor.
Daha önce de öykülerin çizilmişti. Ama ilk kez böyle bir kitap çalışması yaptın. Sözcüklerinin çizgilere dönüştüğünü görmek nasıl bir his?
Evet, daha öncekiler çizgi roman formatındaydı. OTlak Dergisi’nde yayımlananlar mesela. Ben senaryoyu yolluyordum, ona göre çiziliyordu. Oradaki metin başka türlü bir şey. Sahneleri tarif eden kısa ve basit ifadelerden oluşuyor ve tabii diyaloglardan.
Otel Paranoya’daki çalışma daha alışık olduğum türden oldu aslında. Uzun bir öykü yazıp yolladım. Hep yaptığım şey. Nasıl çizileceği ayrı bir süreç olacaktı. Ve sonuç gayet güzel oldu bana kalırsa.
Nasıl bir çalışma yürüttünüz Berat Pekmezci ile? Sen çizim aşamasına müdahil oldun mu?
Yok, sadece editörüm Levent Cantek’le haberleştim. Öyküyü kararlaştırdık. İlk taslağı yollayıp önerilerini aldım. Sonra birkaç tur daha çalıştım üzerinde. Ancak son halini yollarken bile kimin çizeceğini bilmiyordum. Berat Pekmezci son dönemde en beğendiğim çizerlerden bu arada. Öyküyü yolladıktan bir süre sonra Otel Paranoya’yı onun çizeceğini öğrenince çok sevindim. Güzel bir sürpriz oldu benim için de. Çizim aşamasına müdahil olmadım yani.
Yazarla yazdıkları sıklıkla karıştırılır. Mesela edebiyat dünyamızdaki iki Hakan’la ilgili çok yapılır bu mukayese. Dünyanın en zarif insanı olan Hakan Günday’ın böyle sert romanlar yazması, en sakin insanı olan Bıçakcı’nın böyle çıldırmış karakterler yaratması... Bu konuda ne söyleyeceksin? Yazdıklarının kaynağı ne? Tümüyle hayal gücü mü? Ürkütücü bir bilinçaltı mı? Metnin ne kadarı yazarın kişiliğiyle ilgilidir?
Evet ya, var böyle bir yanlış anlaşma. Yazılanlar yazarın zihninin uzantısı. Kişiliğinin değil. Dolayısıyla yazarların hatta genel olarak sanatçıların gündelik halleriyle çalışmaları arasında büyük farklar olması doğal. Bu konudaki en uç örnek de Miyazaki’dir sanırım.
Yıllar önce, ilk romanım çıktığında genç bir gazeteci söyleşi yapmak için eve gelmişti. İlk kitaplarını yazanlarla kısa kısa yapılan bir söyleşi serisi için. Benim ilk roman da gotik-korku esintileri taşıyan gerilimli bir denemeydi. Gazeteci beni görünce hiç de karşısındaki gibi birini görmeyi beklemediğini söylemişti. Hayal kırıklığına uğradığı belliydi. Herhalde omzumda kargayla, siyah bir pelerinle falan karşılamamı bekliyordu kendisini. Bu soru bana o anımı hatırlattı bir de.
Karakterlerimin benimle ilgisi yok. Tamamen hayal ürünü yani. Yüzde yüz kurmaca. Yazdığım hiçbir satırı “Ben bu durumda ne yapardım?” diye düşünerek yazmıyorum. “Bu arkadaş bu durumda ne yapardı?” diye düşünüp yazıyorum.
Otel Paranoya’yı okuduktan sonra, açıkçası kargasız gezmene ben de şaşırdım. “Uykum kaçtı da gördünüz mü?” diyerek gecenin bir yarısı kapıya gelen bir afet, tuvaletinde “klozete peruk atmak yasaktır” yazan bir otel, elektrikli yılan balıkları, yağmura rağmen ıslanmayan yerler, başka bir ülkeye açılan kırmızı kapılar, bulaşıcı bir hastalık gibi elden ele dolaşan sararmış sargılar... Hakan bu nasıl otel?
Bu otelin tuhaf ve rahatsız edici bir yer olması için uğraştım epey. Ama hep şuna dikkat ettim. Gerçekdışı hiçbir malzeme kullanmadan sürreal bir atmosfer yaratmalıydım. Yani tek tek bakıldığında sıradan şeyler hepsi. Ama bir araya geliş biçimleri rahatsız edici. Örneğin bir yerde otelin restoranında oturan kadın, garsondan makas istiyor. Saçlarının uçlarını çorbaya kesip karıştırıyor ve içiyor. Burada bir kâse çorba, bir kadın, bir de makas var. Üçünde de bir anormallik yok. Ama üçünün bir araya gelişi tahammül etmesi zor bir manzara.
Bir de güvenilmez anlatıcı fenomeni var tabii işin içinde. Karakterin anlattıkları bir süre sonra ona güvenmekte zorlanmamıza neden oluyor. “Bu nasıl bir otel?” sorusu yavaş yavaş “Bu nasıl bir adam?” hatta “Bu nasıl bir manyak?”a dönüşüyor. Ne kadarı otelin, ne kadarı adamın acayipliği emin olamıyoruz çünkü bir noktadan sonra.
Evet, okurun kendinden de şüphe etmeye başladığı noktalar var ki onlar işi iyice çığırından çıkarıyor. Otel Paranoya’da Alice’in harikalar ülkesi bir kabus memleketine dönüşmüş gibi. Modern dünyada ilaçları içip kapılardan geçersek varacağımız yerler buralar mı?
Alice Harikalar Ülkesinde çok iyi bir örnek, çok yerinde bir benzetme bence. Aslında Alice’in yaşadıkları da baya bir kâbus. Alice’in şaşkınlığı anlatıya fantastik bir boyut katıyor. Alice yaşadıklarına şaşırıp tedirgin olmasa, kendini akıntıya bırakıp yaşadığı maceraların tadını çıkarsa bu bir masal olurdu, büyülü gerçekçilik türünde daha ferah bir anlatı olurdu veya. Ama Alice fena halde tedirgin ve huzursuz. Tıpkı Gregor Samsa gibi. Otel Paranoya da bu anlatıların mirasçısı bir nevi. Fantastik unsurlar negatif bir kod olarak var öyküde ve bundan rahatsızlık duyan bir anlatıcı var. Rahatsızlığını okura bulaştıran.
Katmanlı okuma yapmaya çok açık bir öykü bu. Tamamen kişisel, psikolojik bir gerilim öyküsü olarak da okunabilir, ciddi bir toplumsal eleştiri olarak da. Ne dersin?
Çok mutluluk verici bir yorum derim. Tamamen buydu yapmaya çalıştığım. Fazlasıyla metafor yüklü bir öykü Otel Paranoya. Zaten otel denen şey başlı başına devasa bir metafor. Bir süre konaklayıp gittiğimiz dünyanın, ülkenin, yaşamın metaforu.
Ama şunu da belirtmem gerekir. Her şeyin net olarak bir başka şeye gönderme yaptığı bir alegori evreni de değil karşımızdaki. Yani Orwell’in Hayvan Çiftliği gibi bir alegori haritası değil. Daha çok her şeyin kendinden başka birçok şeyi çağrıştırmaya açık olduğu, belirsizliklerle dolu bir dünya.
Dediğin gibi bir psikolojik gerilim macerasını takip ediyoruz ama karakterin mekânla kurduğu ilişkinin ister istemez toplumsal açılımları oluyor. Göndermelerin bazıları toplumsal meselelere, bazılarıysa popüler kültüre. Mesela popüler olan için bir ipucu vereyim: Kırmızı kapı siyaha boyanıyor ya öykünün bir yerinde. O ünlü bir şarkı sözüne gönderme. Bunun fark edilmemesiyse hiç sorun değil. Olay örgüsü değişmiyor sonuçta.
Durmadan farklı insanların kolunda karşımıza çıkan sargı meselesi mesela. Hayatlarımızda tam tanımlanmış belli bir hastalık yok ama herkese bulaşmış bir hastalık mı var?
Otelde bolca hastalık mevcut. Hatta salgın hastalık yüzünden baloya toz maskeleriyle katılan konuklar bile var. Toz maskeleriyle dans ediyorlar. Her şeye rağmen hayat devam ediyor. Koldaki sargılar bile bulaşıcı. Karakter de bu ortamdan bir hastalık kapmadan ayrılamayacağını kabullenmeye başlıyor yavaştan. Hastalık kapmak da çağımızın en büyük paranoyalarından.
Toz maskeleriyle dans eden, 70’lerinde görünüp 20’lerinde ya da tam tersi olan insanlar... Her şeye rağmen devam etmeye çalışan hayat. Bunun bana çok acıklı gelmesi, bu hikâyeyi gözümün bir yerlerden ısırmasıyla mı ilgili?
Özünde kara mizah unsuru tüm bunlar ama tanıdık buldukça daha acıklı bir etki uyandırıyor dediğin gibi. Kimde nasıl bir duygu uyandıracağı yoruma açık bir durum tabii. Arabeske kadar da yolu var sanki.
Bir de göz göre göre kaybetmek hissi çok baskın öyküde. Tamamen basiretsizlikten, hayatında ters giden şeylere müdahale etme şansını kaybettiği gibi, bir de elindeki sefalet için neredeyse minnet duyacak hale geliyor kahramanın. Hepimiz aynı otelin konukları mıyız, neyiz?
Öğrenilmiş çaresizlik kol geziyor otelde. Karakterin kendisiyle ve otelle kurduğu hastalıklı ilişkiye tanık oluyoruz. Mutlak sefaletin içinde bir şekilde iyi yaşamaya çalışmak trajikomik bir şey tabii. Karakterin durumunda bu da var.
Kahraman kaçmak istediği otelin bağımlısı oluyor bir süre sonra. Alışmak değiştirmekten daha kolay geliyor herhalde. Ne dersin?
Öykünün en acıklı boyutu bu sanki. Anlatıyı hafiften trajediye yaklaştıran bir unsur. Alışkanlıklara boyun eğmekten konforlusu yok. Erich Fromm’un “özgürlükten kaçış” dediği hadise.
Karakter ayrılmak istiyor otelden ama gidemiyor. Resmi olarak çoktan gitmiş olduğunu öğrendiğinde de fiziksel olarak terk edemiyor. Çelişkilerle dolu bir ilişki kuruyor mekânla. Bu bağlamda oteli ülke olarak da görebiliriz, okul, işyeri, aile olarak da. Her gün “Yarın bırakacağım bu işi,” diyerek aynı iş yerinde yirmi yıl çalışan insanlar görmüşüzdür hepimiz. Veya nefretle sürdürülen evlilikler.
Şunu da çok sevdim. Kahramanın biriyle gerilimli bir bakışma yaşadığında, “Neden ben kaçırıyorum ki gözümü? O kaçırsın” diyor kendi kendine. Ama gözlerini kaçırmaya, hatta bizzat kaçmaya da devam ediyor. Nedir bu cesaret yoksunluğunun, sinikliğin sebebi?
Karakterin olmak istediği kişiyle aslında olduğu kişi arasında uçurum var. Bu hem acıklı hem komik hem de gerçekçi bulduğum bir durum insanlar için.
Bir de şunu hatırlamak gerekir bu noktada: Karakterin öykünün içinde okuduğu kitabı. Dostoyevski’nin Öteki’si. Başta yeraltı adamında olmak üzere Dostoyevski karakterlerinde sıkça rastlanan yeraltı mazoşizmi var kendisinde de. Dostoyevski okuyan karakter de bir tür Dostoyevski kahramanına dönüşmeye başlıyor. Okuduğu kitabın Öteki olmasıysa başka bir duruma, final sahnesine gönderme.
Gerçi verdiğin cevaplardan öyle demeyeceğin aşikâr ama yine de sorayım. “Psikolojik gerilim öyküsü yazdım. Neden ille de toplumcu gerçekçi sulara çekip duruyorsun?” demiyorsun değil mi şu an? Ben bu öyküyü yazarın dünyayla ve ülkeyle kurduğu ilişkiyi bağırmadan, ustaca işaretlediği bir metin olarak görüyorum. Yanılıyor muyum?
Tabii ki böyle bir şey demiyorum. Toplumsal veya gündelik hayata göndermesi olmayan fantastik anlatılar benim için hiçbir şey ifade etmez. Fantastik türü çok sevmemin nedeni sosyopolitik imalara en açık tür olması zaten.
Memurun birinin sabah uyandığında burnunu yerinde bulamaması, sonra burnuyla kendisinden daha üst düzey bir memur olarak karşılaşması. Başka bir memurun bir sabah devasa bir böcek olarak uyanması. Bir adamın kendisi yaşlanmazken tablosunun yaşlanması. Ortadan ikiye bölünen vikontun iki yarısının bir kadın için düello yapması. Bu aşırı fantastik temaları toplumcu gerçekçi sulara çekmeyelim de ne yapalım?
Bir de öyküde bazı tembih, daha doğrusu öneriler var. Mesela “Karşındakini ciddiye almazsan onunla iyi geçinebilirsin.” İnsan seni okurken ya da senle konuşurken bazen “Bu adam her şeyi çözmüş, kenara koymuş” diyor. Edebi tarikat kursan peşinden gelirim.
(Gülüyor) Çok teşekkürler ama tavsiye etmem. Kesin yolda kalırız. Çoğu konuda çoğunlukla kafam çok karışık.